Ve üçüncüsü olan yalancı hâle gelince, onun sâhibi meclisinin ehlini akleder; ve nefsinden ve hissinden gâib olmaz ve hareket eder. Özellikle semâ’ ve ezgiyle olan meclislerde. Şimdi bu, şeytanın maskaraları olan vesvese ve nefsten ileri gelen sözün sâhibidir. O kendisine nakledilen her bir şeyi ilimler türünden zanneder. Oysa o, semûmdur ya’nî zehirlidir. Bu hâl içinde muhâtab olduğu hiç bir şeyin üzerine gâlib olmaz. Çünkü o şeytânî bir hâldir. Ve şeytanın kuvvetinde seni hissinden gâib edebilmesi yoktur. Daha sonra sana nakleder; ve sen onu akledersin. Ve o ancak biri diğerine karşılık olarak değişen iki yönün biri üzeredir:
Ya senin sar’aya tutulmuş gibi gâib olmandır; fakat sana bir şey nakletmez. Çünkü o kendisinden kaptığı kimseyi orada bulamaz.
Veyâhut senin gâib olmamandır, sen hissinle berâber olduğun halde sana nakleder; ve ba’zen senin bâtınına harâretten ve vehmettiklerinden ve uzak olanları öğrenmeye olan isteğinden ve hitâb etmeye isti’dâdından olan bir türden bir şey gibidir. Senin bu makāmda yerleşmiş olduğunu bildiği vakit sana bir hitâb nakleder.
Şimdi sen nefsinde, sana nakledilen şey yönüyle hitâbın ne husûsta olduğunu hissedersin ve bulduğun şeyden haber verirsin. Senin bunu nefsinde buluşun yönüyle verdiğin haber doğrudur. Ve senin bunu Hakk’a bağlaman bâtıldır. Ve çok kere bu hitâb husûslarında sana der: “Ey kulum! Muhakkak ben senin rabbinim. Benim gayrıma bakma ki, perdeye düşersin. Ve bana ancak benim ile bak! Eğer sen bana seninle bakarsan şirke düşersin. Bundan dolayı ben bakanım ve bakılanım.”
Hitâbdan buna benzer olan şeyi söyler. Ve İblîs bunun Allah tarafından olduğuna senin inandığına kanaât eder. Bundan dolayı seni kaplar. Ve sen bütün ömrün boyunca ona bir mahal olursun.
Şimdi eğer sen bile idin ki, muhakkak Hakk’ın hitâb etmesi sende his diye birşey bırakmaz; ve bu hitâb etme vehim ve hayâl ve isti‘dâd ve beklenti ile değildir. Seninle berâber olan hissinin devâm ettiği sürece bilirdin ki, muhakkak senin gibi sonradan olmuş olan cinsinle ya’nî kovulmuş şeytanla berâbersin; ve o seninle eğlenmeyi murâd eder.
Ve bunun çoğunu semâ’ ve vecd sâhiblerinden ve üzerine vehim ve hayâl gâlib olan kimselerden bulursun. Bundan dolayı üzerine salt fenâyı lâzım kıl! Eğer bu halde bir şey bulamazsan bile anlattığımız fitneden daha sâlimdir. Ve eğer onda bir şey bulursan, şimdi o istenen şeydir; ve ikilem kalkar. İblîs’in burada sana dâhil olması yoktur. Ey mürîd senin böyle olman ve şu sırları kendi nefsinden bilmen sana yakışır. Başkaları bunu senden bilir oldukları halde, sen kendinde olan şeyi bilmeyecek derecede câhillerden olma!
Ya‘nî yukarıda ilâhî hâl ile mizâca bağlı hâl hakkında îzâhlar verildi. Üçüncüsü olan yalancı hâlin îzâhına gelince:
Bu yalancı hâlin sâhibi o hâl içinde yanında oturanları akleder; ve nefsinden ve hissinden gâib olmaz; ve hareket eder. Ya’nî kendi nefsinde olan halleri idrâk eder. Ve vücûduna bir diken batsa acısını duyar. Ve iki diz üstü otururken dizleri ağrımış olsa vaz‘iyyetini değiştirir. Özellikle ayakta ve oturma hâlinde sesli zikir yapılırken kasîdeler ve ilâhîler okunduğu zaman vücûdun sağa ve sola sallanması ve çarh vurup dönmek hallerinde sâlik ne yaptığını bilir; ve etrâfında bulunanların kendilerini seyrettiklerini görür.
Şimdi böyle bir sâlik vesvese ve nefsten ileri gelen sözün sâhibidir. Vesvese ve nefsin sözleri, şeytanın maskaralarıdır. Ve şeytan bu vâsıtalar ile Âdemoğulları ile alay eder. Çünkü onu bunlar vâsıtasıyla yoldan çıkarır.
Ve sâlik bu hâl içinde kendisine nakledilen her bir şeyi ledünnî ilimler türünden zanneder. Bunlar ise ilim değil, kalbini öldüren semûm ya’nî zehirdir. Bu hâl içinde muhâtab olduğu hiç bir şeyin üzerine gâlib olmaz. Ya’nî kendisine nakledilen şeyde o sâlik üzerine karar kılma kuvveti yoktur. Çünkü o şeytânî bir haldir. Ve şeytanın kuvvetinde seni hissinden gâib edebilmek yoktur. Çünkü şeytanın hîlesi zayıftır. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri “inne keydeş şeytâni kâne daîfâ” ya’nî “Muhakkak ki şeytanın hîlesi zayıftır” (Nisâ, 4/76) buyurur. Ve şeytan vesveseni ve nefsini harekete geçirdikten sonra sana nakleder. Ve sen o nakledileni akledersin.
Ve bu hâl ancak biri diğerine karşılık olarak değişmek sûretiyle, iki yönün biri üzerine olur:
Ya sen sar’aya tutulmuş gibi kendinden gâib olursun. Velâkin bu hâl içinde sana bir şey nakledemez. Çünkü şeytan kendisinden kaptığı kimseyi ve onun idrâkini bulamaz. Ve bu hâl, yukarıdaki bahisde îzâh edilen mîzâcın te’sîri altında gerçekleşir.
Veyâhut sen böyle sar’aya tutulmuş gibi kendinden gâib olmazsın; hissinle berâber olduğun hâlde sana nefsin vâsıtasıyla şeytan bir ma’nâ nakleder.
Ve ba’zen senin bâtınına harâretten olan bir türden bir şey giydirir. Ya’nî hissin devâm ediyorken kalbinde aşk harâreti isti’dâdı bulunduğu için bu harâreti güzel sûretlerden birine meylettirir. Ve sen bir güzelliğe âşık olursun. Ve bu sebeple seni fesâda sevk eder.
Veyâhut bir husûsta vehmettiğin birşey gâlib olur. Örneğin halkı irşâd etmeye ehliyyetin olduğunu vehmedersin. Ve şeytan senin bu isti’dâdını gördüğü için bâtınına bu vehmini destekleyecek bir hâl giydirir. Eğer bu hâl içinde halkı irşâd etmeye kalkarsan hem sapmış ve hem de saptırmış olursun.
Veyâhut uzak olanları öğrenmeye olan isteğinden olur. Ya’nî keşfe meylin ve talebin bulunur. Bâtınına bir takım yalancı hayâlî şeyler gösterir. Sen onları doğru keşf zannedip: “İleride şöyle ve şöyle olaylar olacaktır” diye haber verirsin. Hiç birisi gerçekleşmez. Bundan dolayı şeytan hem seninle eğlenir ve hem de seni halka maskara eder.
Veyâhut sende ilâhî hitâba isti’dâd vehmi gâlib olur. Senin bu vehim makâmında yerleştiğini bildiği vakit, senin bâtınına bir hitâb nakleder. Bundan dolayı sen nefsinde sana nakledilen şey yönüyle, hitâbın ne husûsta olduğunu hissedersin; ve bulduğun şeyden haber verirsin. Sen bunu nefsinde bulduğun için haberin doğrudur, bunda yalancı değilsin. Fakat senin bunu Hakk’a bağlaman, ya’nî bu Hakk’ın hitâbıdır, demen bâtıldır. Ve çok kere hitâb husûslarında şeytan sana şöyle der: “Ey kulum, muhakkak ben senin rabbinim. Benim gayrıma bakma ki perdeye düşersin. Ve bana ancak benim ile bak! Eğer sen bana seninle bakarsan şirke düşersin. Şimdi ben bakanım ve bakılanım.”
Gerçi bu hitâbı hakikatte doğrudur. Fakat hissinden gâib olmayan ve salt fenâ hâlinde bulunmayan sâlik bu ilâhî hitâba ehil değildir. Şeytanın bundan kastı sâliki henüz hâli olmayan ma’nâlara sevk edip sonuçta yoldan çıkarmaktır.
Bir mahalde şeytan Îsâ (as)’a hitâben:
“Yâ Îsâ, ‘lâ ilâhe illallah’ de!” der. Îsâ (as) buyurur ki:
“Ey lânetlenmiş! Ben ‘lâ ilâhe illallah’ derim. Fakat senin telkîninle değil!…”
Şimdi şeytandan hakîkat dahi olsa, hiç bir şey almak câiz değildir. Çünkü saptırmaya me’mûr olandan hidâyet yoluna sevk etme vazîfesi beklenmez. İşte şeytan hitaplardan buna benzer şeyler söyler.
Ve İblîs yukarıda sayılan ve îzâh edilen hallerin Allah Teâlâ tarafından olduğuna senin inandığına kanaât getirince, artık seni kaplar. Ve sende istediği gibi tasarruf etmeye başlar. Ve sen ömrün boyunca onun tasarruf mahalli olursun. Bundan dolayı sâlik değil, Allah korusun helâk olursun.
Burada bahsi daha açıklayıcı olması için bir menkıbe verilmesi uygun görüldü. Şöyle ki:
Nefehâtü’l- Üns’te bulunduğu üzere Ebû Muhammed Haffâf, Şîrâz şeyhleri ile bir yerde oturmuş idi. Sohbetleri müşâhedeye dâir idi. Herkes kendi hâline göre söz söyledi. Ebû Muhammed Haffâf suskun bir halde durur idi. Orada bulunanlardan Müemmil Cassâs ona karşı ısrâr edip:
“Bu husûsta mutlaka sen de bir söz söylemelisin” dedi. Ebû Muhammed Haffâf dedi:
“Sizin söylediğiniz sözler ilmin ta’rîfine dayalı idi; ve müşâhede hakîkatine dayalı değil idi. Ve müşâhede hakîkati odur ki, perde açılmış ola; ve sen Hakk’ı açık bir sûrette göresin.” Ona dediler ki:
“Sen bu sözü ne makāmdan söylersin; ve bu sana nasıl ma’lûm oldu?” Haffâf dedi ki:
Betûk köyünde idim. Çok ihtiyaç ve zorluğa düştüm. Yakarışta idim. Gördüm ki ansızın perde açıldı ve Hakk’ı âşikâr olarak gördüm. Arş üzerinde oturmuş idi. Secde ettim.”
Şeyhler bu sözü işitince sessiz kaldılar. Müemmil Cassâs, Haffâf’ı o meclisten alıp hadîs âlimlerinden İbn Sa’dân’ın önüne götürdü. İbn Sa’dân onlara ürmet gösterdi. Müemmil Cassâs dedi ki:
“Ey şeyh! Bize (Sav)’den “Şeytan’ın gök ile yer arasında bir tahtı vardır…..” hadîs-i şerifini rivâyet et!” İbn Sa’dân, (Sav) Efendimiz’e varıncaya kadar hadîs-i şerîfin senedlerini beyân ederek “Şeytan’ın gök ile yer arasında bir tahtı vardır. Bir kulu fitneye düşürmek istediği vakit onu gösterir” şeklindeki hadîs-i şerîfi beyân etti. Ne zamanki Haffâf bu hadîsi işitti;
“Bir daha tekrar et!” dedi.
İbn Sa‘dân tekrâr etti. Haffâf ağlayarak yerinden kalktı ve dışarı çıktı. Günlerce kayıplara karıştı. Daha sonra yine o şeyhlerin huzûruna geldi. Nerede kaldığını sordular:
“O vakitten beri kıldığım namazları kazâ ettim. Çünkü şeytan (la’net üzerine olsun)’a tapmışım. Şimdi o la’netlenmişi görüp secde ettiğim yere gideceğim; ve orada la’net edeceğim” dedi ve çıkıp gitti.
Bilesin ki, la’netlenmiş şeytân Hakk’a yönelen sâlikleri saptırmak için türlü hîleler ve oyunlara girişir. Ve dâimâ yalancı nakiller ile saptırmaya çalışır. Ve onları saptırmak için hîlelerini ve oyunlarını kendilerinin gittikleri yola âid şeylerden tedârik eder. Çünkü Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri, kullarını imtihân için, la’netlenmişe hîleler ve oyunlar husûsunda çok kuvvet vermiştir. Sâlik ilerleyip yükselir ve kendisine arzıın sırları açılınca, İblîs hayâlî olarak arz sûretinde görünür; ve semâvî sırlar açıldığında hayâlî olarak semâ sûretinde gözükür. Hattâ zâti tecellîye karışır. Fakat bu sûretlerin hiç birisinde sâliki hissinden kapamaz.
Bundan dolayı sâlik için en büyük mîzân bu gibi açılımlarda hissine bakmaktır. La’netlenmiş ancak Sallallâhü aleyhi ve sellem sûretinde gözükemez. Çünkü (Sav) Efendimiz Hâdî isminin en kâmil görünme yeri ve şeytan ise Mudill isminin en kâmil görünme yeridir. Ve “iki zıd bir yerde toplanamaz.” Nitekim nûr karanlık ve karanlık nûr olamaz.
Şimdi sen eğer bilse idin ki, muhakkak Hakk’ın hitâb etmesi sende his diye birşey bırakmaz, mutlaka seni hissinden gâib kılar; ya’nî sen bu hâl içinde, kendi nefsinden ve çevrendeki eşyâdan gâib olursun; ve bu hitâb etmede yukarıda îzâh edildiği şekilde vehmin ve hayâlin ve isti’dâdın ve beklentinin katkısı yoktur; bundan dolayı nefsinle berâber olan hissin mevcûd iken, böyle bir hitâb etme olduğunda bilirdin ki, o hitâb Hak’tan değildir; belki muhakkak senin gibi sonradan olmaklık sıfâtı ile vasıflanmış olan cinsinle, ya’nî la’netlenmiş şeytân ile, berabersin; seni gittiğin yoldan saptırmak sûretiyle seninle alay etmeyi istediğinden böyle nakillerde bulunur.
Ve bu gibi nakiller ile fitneye tutulanların çoğunu semâ’ ve vecd sâhiblerinden ve üzerine vehim ve hayâl gâlib olan kimselerden bulursun. Böyle olunca üzerine salt fenâyı lâzım kıl! Ya’nî salt fenâ hâli gerçekleşmeksizin, bâtınına nakledilen ma’nâyı hemen Hak tarafındandır diye kabûl etme!
Eğer sende salt fenâ hâli oluşup da, o hâl içinde bir ma’nâ ve hitâb bulmaz isen, bu hâl fitneden daha sâlimdir. Ve eğer o hâl içinde bir şey bulur isen, o şey hakîkat erbâbının isteği olan şeydir. Ve bu hâlde ikilem kalkar. Ya’nî bu ma’nâ ve hitâb, acabâ Hak’tan mıdır, yoksa İblîs tarafından mıdır? diye şübheye mahal kalmaz. Çünkü bu salt fenâ hâlinde sana İblîs musallat olamaz. Çünkü İblîs ezelî ahdinde buraya dâhil olamayacağını “İllâ ibâdeke minhümül muhlasîn” ya’nî “Onlardan Senin muhlîs kulların hariç” (Sâd, 38/83) sözüyle beyân etmiştir.
Ey mürîd! Senin bu îzâh ettiğimiz haller ile berâber olman ve bu sırları kendi nefsinden bilmen sana yakışır. Çünkü gerek hidâyet ve gerek dalâlet sana senin nefsinden olur. Ve sırların hepsi ancak senin nefsindedir. Eğer sen bu sırları nefsinden bilmezsen, öyle câhillerden olursun ki, senin nefsinden bilmediğin şeyi başkaları senden bilir. Ya’nî başkaları senin nefsinde olan şeyi bildikleri halde sen kendinde olan şeyi bilmeyecek derecede câhil olursun. Sakın bu câhillerden olma! Bu hâl şuna benzer: Örneğin bir kimsenin elinde bir pırlanta taş bulunur da kıymetini bilmez ve bunu başkaları görüp bilirler. Bu öyle bir cehâlettir ki, netîcesi hüsrân ve ziyândır. Çünkü pırlanta taşın değerini bilmeyen cehâletin sürüklemesiyle onu bir hiçe karşılık elinden çıkarır.