Ve insana emânet edilmiş olan ilâhî sırlara gelince: Cidden çoktur. Onlardan ba’zısı mizâcına ve tabiî bünyesine, ve ba’zısı hâline ve ilâhî bünyesine dönüktür. Ve biz bu kitabda ilâhî rûhânî sırlarından ba‘zısını anlatmaya muhtâcız. Ve eğer ona mîzâcdan az bir şey karışırsa bizim kastımız bu değildir. Ve biz velâyet sırlarıyla velîye ve nebîlik sırlarıyla nebîye rû‘ ya’nî kalb yüzü üzerine kudsî rûh vâsıtasıyla olan ilâhî tenezzüller ile bu sırların gücünü açıklarız. Her bir kimse kendi salâtını ve tesbîhini bilir. Ve Nebî (aleyhi ve âlihî’s-selâm) tenezzüllerin çeşitlerini “nefs” (نفش) ve “gatt” ile zikretti. Ve melekî nûrun tutuşmasından dolayı, salsala-i ceres(çan sesi), onu ona onda çok şiddetli kıldı. Bu tabîî oluşum zulmeti, tâ ki zâtıyla insanda olan rûhî nûra ulaşa. Bundan dolayı ona nakleder. Rûhun onunla meşgûl oluşu sebebiyle organlar seğirtmeye başlar; ve tabîat normal hâlinden çıkar; ve mîzâc değişime uğrar. Çünkü cisim ondan yana meşgûl olup kendisine nakledilen şeyi muhâfaza edicidir. Şimdi ondan melekî nûr çekildiğinde ondan kurtulur; ve alnı terler ve yüzü kızarır ve bir bağdan çözülmüş gibi durur. Ve o Hak Teâlâ’nın “Nezele bihir rûhul emîn; Alâ kalbike” (Şuarâ, 26/193-194) ya’nî “Vahy ile rûhu’l-emîn kalbine indi” sözüdür. Ve ona bir adam sûretinde gözüktüğü vakit, ona naklettiği şey şiddetli değildir. Bu durumda işitme yönünden alır; ve o konuşmadır. Ve evliyâullah için bunda iştahlandırıcı bir meşreb vardır. Ve insan üzerine hâl şiddetlendiği ve hissî varlığından gâib olduğu zaman, eğer bu gâib oluşunda ona bir ilim hâsıl olup burada onu akleder ve dönüş vaktinde de akleder ve ibârede Allah Teâlâ’nın ona verdiği şey mikdârı üzere onu ta’bîr eder ise bu, ilâhî hâldir. Ve bu hâl geçtikten sonra kalb bir ferahlama bulur. Ve çok kere ona bir serinlik isâbet eder. İşte bu geçerli hâldir. Ve eğer hissî varlığından gâib olduktan ve daha sonra kendine gelip üzerinde kabzdan bir kabza alınmasından başka bir şey bulmazsa, ona bir hayrı olmaz ve faydası yoktur. Fakat histen gâib olmuştur. Şimdi bu hâl mîzâcdandır. Kalb zikir veyâhut hayâl etme sebebiyle harâretlenir. Ondan rûhun büyük boşluğundan beyne bir buhâr yükselir, aklı örter; ve hayvânî rûhu sirâyet etmekten yana engeller; ve sâhibini sar’a tutmuş gibi yerden yere çarpar. Şimdi bu hâl de geçerlidir; fakat mizâcdandır; onda fayda yoktur. Ve işte bunun için sen ona sorarsan sana der ki: “Gûyâ bana siyâh bir bornoz giydirildi. Ve gözümün önüne bir bulut geldi ve ben gâib oldum.” Ve o, bu bizim bahsettiğimiz buhârdır.
Ya’nî Hak Teâlâ hazretlerinin insana emânet ettiği sırların beyânına gelince, bu sırlar cidden pek çoktur. O sırların ba’zısı insanın unsurî oluşumundan doğan mizâcına ve tabîat tezgâhında dokunmuş olan bünyesine; ve ba’zısı mazhar olduğu hâs Rabb’inin hazînesinden zamân içinde inmiş olan hâline ve ilâhî duruşuna, ya’nî ilâhî ilimde sâbit olan hakîkatine dönüktür.
Ve biz bu kitapta insanın ilâhî rûhânî sırlarından ba’zısını anlatmaya muhtâcız. Çünkü bu kitabın mevzûu bunu gerektirir. Ve eğer insanın bu ilâhî rûhânî sırlarına onun mîzâcından az bir şey karışırsa, bizim kastımız o değildir; ve ondan yana bahsetmeye lüzûm görmeyiz.
Ve biz velîye velâyetin sırlarıyla ve nebîye de nebîliğin sırlarıyla rû’ üzerine kudsî rûh vâsıtasıyla olan ilâhî tenezzüller ile bu sırların gücünü ve kuvvetini ve tasarrufunu açıklarız. “Rû’”, ”rûh” vezninde “göğüs” ma’nâsınadır ki, kalbin tabîat âlemine dönük olan yüzüdür; ve nefsânî düşünceler ve şeytânî vesveseler mahallidir. Fakat günâhlardan sakınmanın güçlendirilmesiyle rûhî nefse mahal olursa, ilâhî nûr ile nûrlanır ve rezîllikler ondan yok olur gider.
Şimdi nebîye vahy ve velîye ilhâm, kudsî rûh vâsıtasıyla onların rûhî nefse mahal olan kalb yüzü üzerine iner. Ve ilâhî tenezzüller kalbin bâtınından nefsin bâtınına ve nefsin bâtınından kalbin zâhirinedir. Ve biz bu sırların gücünü ve tasarrufunu beyân ederiz.
Kur’ân-ı Kerîm’de Hak Teâlâ hazretleri “küllün kad alime salâtehu ve tesbîhahu” (24/41) ya’nî “Her bir kimse salâtını ve tesbîhini bilir” buyurur.
Bilinsin ki, “musallî ya’nî salât eden” sözlükte “sonra gelen” ma’nâsınadır. Bu durumda âyet-i kerîmenin yüce ma’nâsı “Her şey Rabb’inin ibâdetinde sonradan gelmekten yana rütbesini ve tenzîh çeşidinden kendi isti’dâdının verdiği tesbîhi bilir” demek olur.
Çünkü kesîf izâfî vücûd ile taayyün edici olan her bir görünme yeri, kendi vücûdunun Hakk’ın vücûdundan sonra geldiğini hâl olarak bilir. Ve aynı şekilde kendi isti‘dâdı tenzîh çeşidinden ne gibi bir tenzîhi gerektiriyorsa onu hâl olarak bilir. Çünkü bu biliş, o görünme yerinin kendi nefsini doğal olarak bilmesi demektir.
Ve “salât”, “duâ” ve “taleb” ma‘nâsına geldiğinde, her şey kendi hâs Rabb’inin hazînesinde gizli olan hâli, isti’dâd lisânıyla taleb eder; ve taleb ettiği şeyi bilir. Ve onun tesbîhi bu hâs Rabb’inin hâl olarak ve fiil olarak zikridir. Ve bu zikri onun zâtî isti‘dâdı bilir. Ve o şeyin salâtını ve tesbîhini ilmen ârif olmak gerekmez, ilmen ârif olanlar insân-ı kâmillerdir.
Ve Nebî (as) bu ilâhî tenezzüllerin çeşitlerini “nefs” ve “gatt” ta’bîrleriyle beyân buyurdu.
Nitekim hadîs-i şerifte”Ruhu’l Kuds kalbime, hiçbir nefis rızkını tüketmeden ölmeyecektir diye üfledi(nefsetti)” buyrulmuştur.
Ve “rûhî nefsetme(üfleme)” rûhânî kelâm sûretidir ki, küllî melekî yüksek rûhlardan nefsin bâtınına nakledilir; ve kalbin zâhirinde peydâ olur.
Ve “gatt” uyku durumundaki hâl gibidir. Ya’nî uyku hâline benzeyen bir hâl içinde gerçekleşen nakildir.
Ve melekî nurun tutuşmasından dolayı salsala-i ceresi(çan sesi), ya’nî melekî nakledilen vahyi (Sav) Efendimiz’e, vahiy esnâsında şiddetli kıldı. Çünkü nakletme rû‘a ya’nî rûhî nefse mahal olan kalb yüzüne olur. Bu şekilde melekî nûrun tutuşmasından dolayı salsala-i ceresin vahyi şiddetli kılması, bu tabîî oluşum zulmetinin, zâtıyla insanda olan rûhî nûra ulaşması içindir.
Çünkü “rû‘ ya’ni rûhî nefse mahal olan kalb yüzü,” bu esnâda ilâhî nûr ile nûrlanıp, tabîî hükümlerden pâk olur ve rûh tarafına yüzünü döndürmüş olur. Ve bu hâl içinde de melekî nakle isti’dâdlı bulunur.
Ve melekî nakil hâlinde rûh bu nakil ile meşgûl olduğu için organlar ve a’zâlar seğirtmeye başlar; ve tabîat bozulur ve mîzâc değişime uğrar. Çünkü rûh vahy ile meşgûl olup kendisine nakledilen şeyi muhâfaza etmeye çalışıyor olduğundan cisimden yana idâresini keser.
Şimdi o kimseden melekî nûr çekildiği zaman o şiddetten kurtulur; ve alnı terler ve yüzü kızarır; ve bir bağdan çözülmüş gibi durur. Dışarıdan onun bu hâlini görenler bir hastalığa tutulmuş zannederler. Çünkü onlar vahy hâlini bilmezler. Onlar mîzâcın değişimini yalnız bir hastalıktan kaynaklanır diye bilirler; başka türlüsüne akılları ermez; tam bir cehâlette olduklarından inkâr ederler. Ve bu hâl Hak Teâlâ’nın “Nezele bihir rûhul emîn; Alâ kalbike” (Şuarâ, 26/193-194) ya’nî “Vahy ile rûhu’l-emîn kalbine indi” beyân buyurduğu hâldir.
Ve Nebî (as)a rûhu’l-emîn, ya’nî Hz. Cibrîl (as), bir adam olarak sûretlenerek vahyi naklettiği zaman, ona bu naklettiği şey, önceki hâl gibi şiddetli olmayıp daha kolaydır. Bu sûretlenmede Nebî (as) vahyi işitme yönünden alır. Ve o konuşmadır, ya’nî karşılıklı konuşma mâhiyyetindedir. Nitekim (Sav) Efendimiz’e cenâb-ı Cibrîl ba’zen ashâb-ı kirâmdan Dihye sûretinde sûretlenerek gözükür idi.
Ve evliyâullâh için bu melekî nakilde onu arzû etmeye lâyık bir meşreb vardır. Çünkü onlar nebevî vâris olup, ilâhî tenezzüller onların rû’u ya’ni rûhî nefse mahal olan kalb yüzü üzerine, kudsî rûh vâsıtasıyla, velâyet sırları ile gerçekleşir. Ve bu sırlar onlara özel muhammedî velâyetinden iner.
İnsanda kuvvetli bir hâl oluşup hissî vücûddan gâib olduğu zaman, eğer bu gâib oluşta ona bir ilim hâsıl olarak, o hâl içinde o ilmi akleder ve geri dönme, ya’nî ayılma vaktinde de o ilmi aynı şekilde akleder ve Allah Teâlâ’nın ona ihsân buyurduğu şey kadar ibâre bulup o ilmi beyân etmeye gücü yeterse, bu hâl ilâhî hâldir; diğer te’sîrlerden kaynaklanan bir hâl değildir. Bu hâl geçtikten sonra kalbinde bir sevinç ve ferah bulur; ve genellikle kendisine bir serinlik gelir. İşte bu hâl geçerli hâldir.
Eğer hissî vücûddan gâib olup daha sonra ayıklığa gelir ve kendisine ilimden bir şey hâsıl olmayıp, üzerinde ancak kendinden geçtiğini bilme hâli oluşursa, bu hâlin ona semeresi yoktur; ve bundan ona fayda olmaz. Bu hâl mîzâcdan kaynaklanmıştır.
Burada, kalb zikir veyâ sülûkunda ilerleyip, yükseldiğini hayâl etmesi sebebiyle harâretlenir. Kalbinden rûhun büyük boşluğundan beyne buhâr yükselir, aklı örter; Ve hayvânî rûhun sirâyet etmesini engeller; Ve sâhibini sar‘a tutmuş bir adam gibi yerden yere çarpar.
Nitekim sesli zikirle türlü hareketlerde bulunan ba’zı dervişlere bu hâl olur. Bu hâl dahi sahte ve yapmacık olmayıp geçerli bir hâldir. Fakat mîzâcdan kaynaklanır. Onda fayda yoktur. Eğer sen bu hâle tutulmuş olan bir dervişe sorarsan, sana cevâben der ki: “Sanki bana bir siyâh bornoz giydirildi; ve gözümün önüne bir bulut geldi; ve ben gâib oldum.” Ve işte bu siyâh örtü ve bulut, bizim bahsettiğimiz buhardır. Hareketlerin çokluğundan ve hayâl etmekten gelir. Nitekim bu gibi haller “babalı” ta’bîr edilen zenciyyelerin bir araya toplanıp “kanfa” dedikleri defi çalarak kendilerinde ortaya çıkar. Ve onlar bu hâle “başa gelmek” derler. Çünkü mîzâcda insanların hepsi müşterektir.