Âlem ile âdemin arasındaki paralelliğin ve karşılıklı oluşun kısımları

Daha sonra dönüp deriz ki: A’lâ ya’nî en yüksek âlemin en üstü “istivâ latîfesi”dir; ve o muhammedî küllî hakîkattir. Ve onun feleği “hayât”tır. Ve insandan ona paralel onun “latîfe”sidir ve “kudsî rûh”dur.

Ve daha sonra Arş âleminde insandan ona paralel olan “cisim”dir.

Daha sonra Kürsî âleminde insandan ona paralel olan kuvvetleriyle “nefis”tir. Ve ne zamanki iki ayağın mahalli oldu, şimdi aynı şekilde nefis de emir ve yasak ve övgü ve zemmetme mahalli oldu.

Daha sonra “beyt-i ma’mûr” âleminde insandan ona paralel “kalb”dir.

Daha sonra melekler âleminde insandan ona paralel “rûhlar” ve “meleklerin mertebeleri” gibi mertebelerdir.

Daha sonra Satürn ve onun feleğinin âleminde insandan onlara paralel “hâfıza kuvveti” ve beynin arka kısmıdır.

Daha sonra Jüpiter ve onun feleğinin âleminde insandan ona paralel “aklın düşünme kuvveti” ve “bıngıldak”tır.

Daha sonra Mars ve onun feleğinin âleminde insandan ona paralel “asabî kuvvet” ve “karaciğer”dir.

Daha sonra Güneş ve onun feleğinin âleminde insandan ona paralel “tefekkür kuvveti” ve beynin orta kısmıdır.

Daha sonra Venüs ve onun feleğinin âleminde insandan ona paralel “vehim veren kuvvet” ve “hayvânî rûh”dur.

Daha sonra Merkür ve onun feleğinin âleminde insandan ona paralel “hayâl veren kuvvet” ve beynin ön kısmıdır.

Daha sonra Ay ve onun feleğinin âleminde insandan ona paralel “hissî kuvvet” ve duyulardır. İşte a’lâ ya’nî en yüksek âlemin tabakâları ve insandan onların benzerleri budur.

Ve istihâle ya’nî başkalaşma âlemine gelince;

Esîr feleği ondandır. Ve onun rûhu sıcaklık ve kuruluktur. İnsandan onlara paralel “safrâ”dır. Ve onun rûhu “hazmetme kuvveti”dir.

Daha sonra havâ feleği âleminde ve onun rûhu olan sıcaklık ve rutûbette insandan onlara paralel “kan”dır. Ve onun rûhu “çekim kuvveti”dir.

Daha sonra su feleği âleminde ve onun rûhu olan soğukluk ve rutûbette insandan ona paralel “balgâm”dır. Ve onun rûhu “savunma kuvveti”dir.

Daha sonra toprak feleği âleminde ve onun rûhu olan soğukluk ve kurulukta insandan onlara paralel “sevdâ”dır. Ve onun rûhu “tutucu kuvvet”tir.

Yeryüzüne gelince, yedi tabakadır ki; Siyah ve gri ve kızıl ve sarı ve beyaz ve mâvî ve yeşil yerlerdir. Ve insandan onlara paralel cisim tabakaları ve deri ve yağ ve et ve damarlar ve sinirler ve adaleler ve kemiklerdir.

Ve ‘imâret-i emkine ya’nî mekânların ‘imârlığı âlemine gelince;

“Rûhâniyyûn” ondandır. İnsandan ona paralel kendisindeki kuvvetlerdir.

Daha sonra hayvân âleminde insandan ona paralel ondan hisseden şeydir.

Daha sonra bitki âleminde ona paralel, insandan büyüyüp gelişen şeydir.

Daha sonra mâden âleminde ona paralel insandan hissetmeyen şeydir.

Niseb ya’nî bağıntılar âlemine gelince;

“Araz” ondandır. İnsandan ona paralel siyah ve beyâz ve buna benzer olan şeydir. Daha sonra “keyfe ya’nî nitelik âlemi”nde insandan ona paralel doğru ve yanlıştır. Daha sonra “kemm ya’nî nicelik âlemi”nde insandan ona paralel olan yaşının on yıl olması ve uzunluğunun bir buçuk metre olmasıdır.

Daha sonra “eyne ya’nî neredelik âlemi”nde insandan ona paralel parmağıdır ki, onun yeri eldir; ve dirsektir ki, yeri koldur.

Daha sonra “zamân âlemi”nde insandan ona paralel başın hareketi ânında yüzün hareketlenmesidir.

Daha sonra “izâfet âlemi”nde insandan ona paralel bu onun yukarısı ve bu aşağısıdır.

Daha sonra “vaz’ ya’nî duruş âlemi”nde insandan ona paralel lügatı ve dînidir.

Daha sonra “en-yefale ya’nî aktiflik” âleminde insandan ona paralel onun yemesidir.

Daha sonra “en-yenfa’ile ya’nî pasiflik” âleminde insandan ona paralel “kesildi, öldü”; ve “içti, kandı”; ve “yemek yedi, doydu” gibi halleridir.

Daha sonra “ümme-hât ya’nî ana hât âlemi”nde sûretlerin farklılığı âleminde fil ve eşek ve arslan ve ağustos böceği gibidir. İnsandan ona paralel zemmedilmişlerden ve övülmüşlerden ma’nevî sûretleri kabûl eden kuvvettir. Bu zekîdir, şu halde o fildir. Bu ahmaktır, şu halde o eşektir. Bu cesûrdur, şu halde o arslandır. Bu korkaktır, şu halde o ağustos böceğidir.

İşte bu yeterli anlatım, özet olarak büyük âlem ile insanın benzeşmesidir.

Şimdi o insana ne oldu ki, nefsini şehvetlerin esirliğinden kurtarmaya çaba sarfetmez? Vücûdda kendisine mertebelerin en şereflisi hâsıl olduğu gibi, saâdetli mertebelerin yükseklerini de tahsîl etsin!

Alem ile âdemin mazhar olduğu hakîkatleri beyândan sonra onların arasındaki paralelliğin ve karşılıklı oluşun kısımlarının kısaca beyânına dönüp deriz ki:

A‘lâ ya’nî en yüksek âlemin;

En üstü “istivâ latîfesi”dir.

Ve bu istivâ latîfesi ta‘bîrinden kasıt muhammedî küllî hakîkattir.

Bilinsin ki, vücûd mertebelerinin ilk mertebesi Hakk’ın mutlak vücûdudur. Ve o sonsuz olup hiç bir vasıf ve nitelik ve isim ile vasıflanmış ve nitelenmiş ve isimlenmiş değildir. Bundan dolayı bu mertebeden bahsetmek aslâ mümkün değildir. Ve o salt zâttır ve zâtın özüdür. Bu mertebe hakkında (Sav) Efendimiz “Hakk’ın zâtında tefekkür külfetini terk ediniz!” buyurur.

Şimdi bu mertebe bütün isimlerin ve sıfatların gizli hazînesidir. Ne zamanki bu gizli hazînede saklı olan sıfatlar ve isimler açığa çıkma talebinde bulundular, Hakk’ın mutlak vücûdu bunları zât hapsinden, sâdece kendilerine rahmet olarak, salıverdi. Ve zuhûr ya’nî açığa çıkma, vücûdu gerektirdiğinden ve oysa Hakk’ın hakîkî vücûdundan başka mevcûd olmadığından, bunların zuhûr yerlerini açığa çıkartmak için kendi mertebesinden tenezzül etmek ve onlara kendi vücûdundan bir varlık vermek gerekti. Ve bu tenezzül hareketi gerektirdi. Ve bu hareket hayât sıfatının te’sîri altında gerçekleşti.

Şimdi “sırf zât” mertebesi olan “ahadiyyet mertebesin”den ilk tenezzül “vahdet mertebesi”ne oldu. Bu tenezzül latîfin en latîfinin en latîfi olan mutlak vücûdun bir derece kesîfleşmesi demektir. Ve bu kesîflik bu mertebenin altındaki mertebelere göre daha latîftir. Ve alt âleme göre a’lâ ya’nî en yüksek âlemin en üst tabakasıdır.

Ve Hakk’ın mutlak vücûdu ilk tenezzülünde bu mertebe ile berâber olduğu için bu “istivâ latîfesi” olarak ta’bîr edildi. Ve bütün hakîkatleri toplayıcı olduğu ve muhammediyyetle vasıflanmış bulunduğu için ona “muhammedî küllî hakîkat” denildi. Ve Hayât sıfatının te’sîri altında olmakla onun feleği “hayat feleği”dir. Ve insandan ona paralel olan onun sâbit ayn’ı olan latîfesidir ve kudsî rûhudur ki, ona “sultânî rûh” ve “izâfî rûh” da derler. “Ve nefahtü fîhi min rûhî” ya’nî “Ona rûhumdan üfledim” (Hicr, 15/29) âyet-i kerîmesinde ona işâret buyrulur.

Daha sonra Arş âleminde, ya‘nî izâfî vücûd âleminde, insandan ona paralel olan onun cismidir. Ve “Arş”a dâir olan îzâhlar bu kitabın başlarında şerh edildi.

Daha sonra Kürsî âlemine, ya‘nî nefs-i kül âlemine, insanda paralel olan kuvvetleriyle berâber insânî nefstir. Ve insânî kuvvetler ve nefs hakkındaki ayrıntılar yukarılarda geçti. Ve ne zamanki küllî nefs iki ayağın mahalli, ya‘nî zemmedilmişlerin ve övülmüşlerin, zuhûr ve tecellî mahalli oldu, aynı şekilde insânî nefs dahi emir ve yasağın ve övmenin ve zemmetmenin geliş yeri oldu. Çünkü övülmüşlük emri gerektirdi ve zemmedilmişlik yasağı gerektirdi. Bu konudaki îzâhlar da aynı şekilde yukarılarda geçti.

Daha sonra büyük âlem olan Beyt-i Ma’mûr’a karşılık ve paralel olan “kalb”dir. Ve Beyt-i Ma‘mûr vücûdun “insânî hakîkat” ve “vâhidiyyet” mertebesidir. Çünkü bu mertebede bütün ilâhî isimlerin ve sıfatların ilmî sûretleri ortaya çıkar. Ve bu ilmî sûretler, daha sonra hâricî ve izâfî vücûdlara yansır.

Ve insanda “kalb” buna karşılık olmuştur. Çünkü insan ortaya çıkaracağı bir san‘atın sûretini önce kalbinde hayâl edip, daha sonra kuvvetleriyle beynine verir. Ve beyninde aklıyla güzelliğini ve çirkinliğini etraflı olarak düşünür. Ve bütün gelişler insanın kendi hakîkatinden ve sâbit ayn’ından önce emirde kalbine iner.Bundan dolayı kalb Beyt-i Ma’mûr’a karşılık gelir.

Ondan sonra büyük âlemde olan melekler âlemine, insanda karşılık ve paralel olan “rûhlar” ve meleklerin mertebeleri gibi mertebelerdir. Ya’nî insânî vücûdda “bitkisel rûh” ve “hayvânî rûh” mevcûd olup, bu rûhların ayrı ayrı mertebeleri vardır. Ve büyük âlemde dahi mâdenlere, bitkilere ve hayvânlara ve insana vekîl ta’yîn edilmiş olan melekler ve onların mertebeleri vardır.

Ondan sonra Satürn ve onun feleğinin âleminde insana karşılık ve paralel olan “hâfıza kuvveti” ve beynin arka kısmıdır.

Bilinsin ki, hesâb ve gözleme âit keşiflere dayalı olan astronomi ilminde güneş sistemimiz, Dünyâ ile berâber sekiz gezegen ve onların uydularından ibârettir. Ve onlar: Neptün, Uranüs, Satürn, Jüpiter, Mars, Dünyâ, Venüs ve Utarid’dir. Ve Güneş bu sistemin kalb-gâhında olup merkezi oluşturur. Ve Ay Dünyâ’nın uydusudur. Bundan dolayı Dünyâ’nın üstünde olan gök cisimlerinin feleğinin sayısı Neptün, Uranüs,Satürn, Jüpiter, Mars, Güneş, Venüs, Utarid ve Ay olmak üzere dokuzdur. Ve diğer gezegenlerin uyduları o gezegenlere göre birer felek sayılsa da Dünyâ’ya göre felek değildir. Ve ateşten bir küre olarak merkezde olan Güneş hepsine ışık saçıcıdır. Ve ay güneşten aldığı ışığı yansıtır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “Ve cealnâ sirâcen vehhâcâ” (Nebe, 78/13) ya‘nî “Biz yanan bir kandil halk ettik;” ve “Huvellezî cealeş şemse dıyâen vel kamere nûren” (Yûnus, 10/5) ya’nî “Güneşi Allah Teâlâ ziyâ ve ayı da nûr olarak halk etti” buyurur. “Sirâc-ı vehhâc” ta’bîrinden, güneşin bilimsel keşiflere uygun olarak, bir âteş küresi olduğu açıkça anlaşılır.

Şimdi cenâb-ı Şeyh (ra) kendi zamânlarında güneş sistemimizin henüz keşfedilmemiş olan Neptün ve Uranüs isimlerindeki iki gezegeni ile onların feleklerinden bahsetmemiştir. Ve bundan bahsetmemesi insandan onlara karşılık gelen bir şey bulunmamasını îcâb etmez. İnsan, mâdemki bu güneş sistemimizin bir özü ve onun hayret verici özeti ve iktidâr sâhibidir, elbette bu iki gezegen ile de onun bir karşılıklılığı ve paralelliği olması lâzım gelir. Fakat bu karşılık ve paralelliğin ne olduğunu bilmek ve anlamak ilâhî ilhâma ve ma’nevî keşfe bağlıdır. Fakîre ise bu konuda bir ma‘nâ gelmedi. Şâyet gelirse Allâh Teâla’nın inâyetiyle ileride şerh edilir.

Hz. Şeyh (ra) Ay feleğine kadar olan felekleri “a‘lâ ya’nî en yüksek âlem” sayarak insanda onlara karşılık gelen şeyleri saymış olduğundan açıklığının kemâline dayalı olarak onların şerhine lüzûm görülmedi.

İstihâle ya’nî başkalaşma âlemine gelince:

Esîr feleği o bundandır. Bilim ehli indinde bilinmektedir ki, dünyânın çevresindeki havâ katmanının ya’nî atmosferin kalınlığı yaklaşık on bin kilometre kadardır. Havâ yukarıya doğru latîfleşe latîfleşe akışkan esîre dönüşür. Ve bu esîr feleğinden yükselmesi hâlinde kendisine ilk tesâdüf eden felek Ay feleği olur.

Şimdi yeryüzünden değişmeyle latifleşerek yükselen maddeler, ancak Esîr feleğine kadar çıkar. Ve aynı şekilde yeryüzünün maddî şeylerine de bu Esîr feleğinden olan kesîflik ile yardım gerçekleşir. Ve bu Esîr feleğinin rûhu sıcaklık ve kuruluktur. Çünkü esîr zerreleri sıcaklıkla harekete geçer. Ve sıcaklık elektronların kuruluğunu gerektirir. Ve insanda buna paralel olan “safrâ”dır. Ve safrânın rûhu tabîblikte sâbit olduğu üzere hazmetme kuvvetidir.

Esîr feleğinden sonra daha kesîf olan havâ gelir. Ve havâ âlemi feleğinin rûhu sıcaklık ve rutûbettir. Çünkü havâ dünyânın çevresinde dâimâ hareket hâlindedir. Ve onun hareket ettiricisi aynı şekilde sıcaklıktır. Ve oksijen ve hidrojen havânın aslî unsurlarından olduğundan onun rutûbetli bulunması tabîîdir. İnsanda havâya paralel olan şey, tabîblik gereğince dört unsurdan olan “kan”dır. Ve kanın rûhu çekim kuvvetidir.

Havâ feleğinden sonra dünyâyı çevrelemiş olan felek su feleğidir. Ve o havâdan daha kesîftir. Ve onun rûhu soğukluk ve rutûbet olup îzâha muhtâc değildir. İnsandan su feleğine paralel olan şey, dört unsurdan “balgam”dır ki, tabîblikte ona “sümük” de ta‘bîr edilir. Ve balgamın rûhu savunma kuvvetidir.

Su feleğinden sonra dünyâda toprak feleği gelir. Ve onun rûhu soğukluk ve kuruluktur. Ve insanda dört unsurdan buna paralel olan tabîatı soğuk ve kuru olan “sevdâ”dır. Ve sevdânın rûhu tutucu kuvvetir.

Ve istihâle ya’nî başkalaşma âleminden olan yeryüzü yedi tabakadır. Bunlar da muhtelif terkîbleri gereğince siyah ve gri ve kızıl ve sarı ve beyaz ve mâvî ve yeşil renktedir ki, jeoloji ilmi bunların esaslarından ve dallarından ayrıntılı olarak bahseder.

Esîrden i’tibâren sayılan bu feleklerin hepsi başkalaşma âlemindendir. Varlık âlemindeki türlü türlü sûretler bunların başkalaşmasından oluşur.

‘İmâret-i emkine ya’nî mekânların ‘imârlığı âlemine gelince:

Büyük âlemdeki “rûhâniyyûn,” ya’nî tabîî kuvvetler, bu âlemdendir. Ve onlara “unsursal melekler” de denir. Ve bunlar Âdem’e secde etmekle ve boyun eğmekle me’mûrdur. Çünkü insanın âlemde tasarrufu hep bu tabîî kuvvetlerin kendisine boyun eğmesi netîcesinde gerçekleşir. Ve insân vücûdunda bu kuvetlere ve meleklere paralel olan şey, kendisindeki muhtelif kuvvetlerdir ki, şeriatta insan vücûduna 360 meleğin vekîl kılındığının beyân buyrulması bu hakîkate işârettir.

Ondan sonra hayvân âlemi gelir. Ve insanda ona paralel olan şey, insan vücûdundaki “his” dediğimiz şeydir.

Ondan sonra bitki âlemi gelir. İnsandan ona paralel olan şey “büyüyüp gelişme”dir. Çünkü insanın cismi, bitki gibi zamân içinde büyür.

Ondan sonra mâden âlemi gelir. İnsanda ona paralel olan şey, onun vücûdunda hissetmeyen şeydir. Örneğin tırnak ve saç kesildiği zaman insan hiç bir elem duymaz.

Niseb ya’nî bağıntılar âlemine gelince:

Bunlar da on bağıntıdan olup araz, keyfe(nitelik), kemm(nicelik), eyne(neredelik), zaman, izâfet, vaz‘(duruş), en-yefale(aktiflik), en-yenfa’ile(pasiflik) ve ümmehâtta(ana hatta) sûretlerin farklılığıdır. Bunların hepsinin büyük âlemde mevcûd olduğu ve insan vücûdunda her birine paralel ve karşılık olan şeyler bulunduğu metinde örnekler ile beyân buyrulmuştur. Her birinin tafsîli ve şerh edilmesi sözün uzatılmasını gerektirir. Amaç karşılıklı oluşu beyândır.

İşte yukarıdan beri anlatılan şeyler yeteri kadar ve özet olarak büyük âlem ile insan vücûdundaki paralelliklerdir. Şimdi o insana ne büyük gaflet gelmiştir ki, nefsini şehvetlerin ve arzûların esâretinden kurtarmaya çalışmaz. Vücûdda kendisine mertebelerin en şereflisi olan insânî mertebe hâsıl olduğu gibi, sâadetli mertebelerin a’lâsı ve yükseği olan aslına dönmektan yana olan en büyük saâdetini de tahsîl etmez de, tabîat âleminden ibâret olan Siccîn’de mahbûs kalır.

Çünkü esîr zerrelerinin milyonlarda biri havaya ve havanın milyonlarda bir zerresi suya, ve suyun milyonlarda bir zerresi bitkiye ve bitkinin milyonlarda bir zerresi hayvana ve hayvanın milyonlarda bir zerresi insana ve insanın milyonlarda bir zerresi nutfeye ve nutfenin yüz binlerde bir zerresi cenine dönüşmez. Ve ceninin yüz binlerde biri kemâle gelmez. Ve doğan ceninin yüz binlerde biri âlim ve fâzıl olmaz. Ve âlim olanların yüz binlerde biri geldiği yere ve döneceği yere ârif olmaz. Ârif olanların yüzbinlerde biri aslına dönmeye isti’dâdlı bir insân-ı kâmil olmaz.

Ey muhterem okuyucu! Vücûdda insânî sûrete nâil olmak çok büyük bir şerefdir. Bunu tabîat hükümlerinde boğulup netîcesizliğe mahkûm etmek büyük bir hüsrandır. Cidden çok iyi düşün!