Vücûdun tamâmı “100”dür. Onlardan “ism-i a’zam” olan “100” tamamlayıcıdır.

Şimdi âlem, halk edilmesinin gerektirdiği şeyden dolayı, doksan sekiz hakîkat ile sınırlanmıştır. Daha sonra insan büyük âlem üzerine, onun sebebiyle halîfe kılınması sâbit olan, kendisinde yayılmış olan ilâhî sır ve göklerde ve yerde olan şeyin emrine amâde kılınmasıyla arttı. Bundan dolayı bu husûsun tamâmı doksan dokuz geldi. Onları sayan kimse cennete dâhil oldu. Ve doksan dokuzdan sonra koruyucu olan “yüz,” her bir şey üzerinde tamamlayıcı oldu; ve o Hak’tır. Şimdi vücûdun tamâmı “yüz”dür. Onlardan “ism-i a’zam” olan “yüz” tamamlayıcıdır. Ve aynı şekilde cennet dahi yüz derecedir. Onlardan tamamlayıcı olan yüz “kesîb cenneti”dir ki onda ni’metlenme yoktur, ancak görüş vardır. Ve bir mü’min ve mahlûk için ona dâhil olma, ancak bakış vaktindedir; o hazret-i Hak’tır. Ve bu acâib bir esrârdır ki, mevcûdlardan dereceni bilmen için seni bu konuda îkaz ettik. Ve muhakkak ateş dahi yüz alt derecedir ki onlardan “perdelenme alt derecesi” tamamlayıcıdır. Ve o reddolunma ve dönme vaktinde meşhedlerin mahallidir. Çünkü o, kendisinden düştüğü derece karşılığı üzerinden, onun alt derecesine düşer. Bundan dolayı a‘lâ-yı İlliyyîn “esfel-i sâfilîn”e karşılık gelir. Hak Teâlâ “Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm“ (Tîn, 95/4) ya‘nî “Biz insanı ahsen-i takvimde halk ettik” buyurur ki, ondan sonra daha ahsen yoktur. “Sümme redednâhu esfele sâfilîn” (Tîn, 95/5) ya’nî “Sonra onu esfel-i sâfilîne reddettik” buyurur ki, ondan sonra daha esfel yoktur.

Ya’nî âlem, halk edilişinin gerektirdiği mertebelerden ve zuhur yerlerinden dolayı doksan sekiz hakîkat çerçevesinde sınırlanmıştır. Ve bu hakîkatler tahkîk ehlinin kitablarının çoğunda bulunmuş olduğundan burada birer birer sayılması ve îzâh edilmesi şerhin uzatılmasını gerektirir. Bu doksan sekiz hakîkat bütünsellik i’tibârı iledir; cüz’î yönleri sonsuzdur. Ve insan, büyük âlemin özü olduğundan bu hakikatlerin hepsini toplamakla berâber, kendisinde büyük âlemde olmayan bir şey daha vardır ki, o da kendisinde yayılmış olan ilâhî sırdır. Ve bu ilâhî sırrın te’siriyle göklerde ve yerde olan şeylerin üzerinde tsarruf edici olmasıdır. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Ve sahhare leküm mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı cemîan minhu” (Câsiye, 45/13) ya’nî “Göklerde ve yerde olan şeyleri Hak Teâlâ sizin emrinize amâde kıldı.”

Ve insanda yayılmış olan ilâhî sır ilâhî emnettir ki, o emâneti büyük âlemin taayyünü kabûle müsâid olmadı. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “İnnâ aradnel emânete ales semâvâti vel ardı vel cibâli fe ebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ ve hamelehal insânu” ya’nî “Muhakkak ki Biz, emâneti göklere, yere ve dağlara arz ettik. Onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. Ve insan onu yüklendi” (Ahzâb, 33/72).

İnsanın zâhirî ve bâtınî isti’dâdı, ya’nî yapılmış ve yapılmamış isti‘dâdı, bu emâneti kabûle müsâid olduğu için, onu yüklendi. Bundan dolayı zuhur işinin hepsi doksan dokuz hakîkat çerçevesinde sınırlandı. Ve bu hakîkatleri sayan kimse cennete dâhil oldu.

Bilinsin ki, ilâhî isimler bütünselliği i’tibârı ile doksan dokuzdur. Büyük âlem bunun doksan sekizinin mazharıdır. Ve insân-ı kâmil ise doksan dokuzunun mazharıdır. Bundan dolayı insân-ı kâmil her bir ismin hükümleri altında örtünür ve kendisinde o ismin hükümleri ve eserleri zâhir olursa, o ismi saymış olur. Çünkü “cennet” “setr ya’nî örtme” ma’nâsınadır.

Ve bu sayma fiilî ve zevkî ya’nî bizzât hakîkatinin yaşanmasıyla olan saymadır. Esmâ-i hüsnâyı sözle sayan kimseler, her ne kadar mükâfâta nâil olurlar ise de, dünyâ hayâtında bu hemen gerçekleşener cennetine dâhil olamazlar. Örneğin insân-ı kâmil, “Muhyî” isminin hükümlerinde örtündüğü zaman, ölüyü diriltir; ve “Mümît” isminin hükümlerinde örtündüğü zaman diriyi öldürür. Ve aynı şekilde “Hâlık” isminde örtününce halk eder. Nitekim Îsâ (a.s)’dan ve diğer nebîlerin büyüklerinden ve kerem sâhibi evliyâdan nakledilmiştir. Ve koruyucu olan “yüz” her bir şey üzerinde tamamlayıcı oldu.

Ve o koruyucu olan “yüz” Hak’tır. Böyle olunca vücûd ve varlık husûsunun tamâmı yüz mertebe ve hakîkate bâliğ olur. Yüzüncüsü tamamlayıcı olan “ism-i a‘zam”dır. Ya‘nî doksan dokuz ismin hepsini ihâta etmiş ve hepsine istilâ edici olan bir isim daha vardır ki, o “ism-i a‘zam”dır; ve o Hakk’ın mutlak vücûdudur. Çünkü bütün hakîkatlerin ve mertebelerin “Kayyûm”udur; ve bu hakîkatler ve mertebeler onunla kâimdir.

Ve aynı şekilde cennet de yüz derecedir. Ve bu cennetlerin tamamlayıcısı olan yüzüncü cennet “kesîb cenneti”dir ki, o cennette ni’metlenme yoktur, ancak görüş vardır. Çünkü bir kimse bahsedilen bu hakîkatlerden birine dâhil olsa ve onun hükümlerinde örtünse cennet derecelerinden birisine dâhil olmuş olur. Ve bu cennetlerin her birinde, kulun bakışında kendi vücûdu zâhir ve Hakk’ın mutlak vücûdu bâtındır. Bundan dolayı onun bakışında kendi vücûduna bağlanan lezzet ve ni’metlenme mevcûddur.

Yalnız yüzüncü cennet olan “kesîb cenneti”nde, kulun bakışında izâfî vücûdu mahvolduğu ve Hakk’ın vücûdunda helâk olduğu için; ve bundan dolayı onun vücûdu bâtın ve Hakk’ın mutlak vücûdu zâhir olduğu için onda görüş vardır. Ve burada kul için ni’metlenme ve lezzet yoktur. Belki gören görülenin aynıdır. Ve bu cennette ikilik i’tibârı yoktur. Ve “Cennette bir cennet vardır ki, onda köşkler ve hûrîler ve gılmanlar yoktur. Orada Rabb’imiz gülümseyerek, ya’nî tecellînin kemâli ile tecellî eder” hadîs-i şerîfî bu cenneti haber verir.

Ve bir mü’min ve mahlûk için bu cennete dâhil olma, ancak bakış vaktindedir. Ve bu bakış vaktinde bakan ve bakılan tek bir şey’ olur. Ve o hazret-i Hak’tır. Ve bu acâib bir esrârdır ki, ey insan, mevcûdlar içinde değerini ve dereceni bilmen için seni bu esrâr hakkında îkâz ettik.

Şimdi cennet böyle yüz derece olduğu gibi, ateş dahi onlara karşılık olarak yüz alt derecedir. “Perdelenme alt derecesi” bu alt derecelerin hepsini ihâta etmiş olup onların tamamlayıcısıdır. Ve o “perdelenme alt derecesi” cennet derecelerinden reddedilme ve dönme vaktinde, her iki tarafın müşâhede yerlerine bakan mahallidir. Çünkü o reddedilen ve dönen kimse kendisinden düştüğü derecenin karşılığı olan alt dereceye düşer.

Bilinsin ki, dünyâ hayâtında hemen gerçekleşen şeylere dönük kesîb cenneti, kulun Hakk’ın vücûdunda tam bir fenâ ile kendi kendinden fenâsıdır. Ve bu cennet derecelerinin tamamlayıcısıdır; ve onların hepsini ihâta etmiştir.

Ve ateşten bunun karşılığı, kulun nefsinin sıfatlarında gark olması ve Hakk’ın vücûdundan tam bir gaflette oluşudur. Ve bu hâl ateş alt derecelerinin her birinde kulu sarmış olan “perdelenme alt derecesi” olduğu için bütün alt dereceleri tamamlayıcıdır.

Şimdi kul cennet derecelerinden olan Hakk’ın sıfatlarından bir sıfatta gark olmuş iken, o halden reddolup ve geri dönüp onun karşılığı olan nefsânî sıfatlarından birine dönse, cennet derecelerinden onun karşılığı olan ateş alt derecesine düşer.

Örneğin, “Halîm” ilâhî isimlerden biridir. Kul bu ismin hükümleri altında örtünüp, bu ismin cennetine dâhil iken, nefsinden dolayı gazabla vasıflansa, bu cennetin karşılığı olan ateş alt derecesine düşer. Çünkü onun bu nefsânî gazabı Hakk’ın vücûdundan perdelenmesinin gereğindendir. Eğer bu perde kendisini sarmamış olsaydı, vücûdda Hakk’ın gayrını görüp gazab etmeyecekti. Ve güzel ahlâkın her birine karşılık eden zemmedilmiş ahlâkın her biri böylece ateş alt derecelerinden birer alt derecedir.

Böyle olunca a‘lâ-yı İlliyyîn, esfel-i sâfilîne karşılık gelir.

Nitekim Hak Teâlâ “Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm“ (Tîn, 95/4) ya‘nî “Biz insanı ahsen-i takvîmde halk ettik” buyurur ki, insanın halk edilmesinden sonra bu insânî sûretteki güzellikten daha üstün bir mahlûk sûreti yoktur.

Ve yine “Sümme redednâhu esfele sâfilîn” (Tîn, 95/5) ya’nî “Sonra onu esfel-i sâfilîne reddettik” buyurur ki, insanın halk edilmesinden sonra, vücûd mertebesinde, insandan daha düşük bir mahlûk yoktur.

Bilinsin ki, bütün ilâhî isimlerin ve sıfatların toplandığı yer olan insânî sûrete yönelik gerçekleşen hakîkî vücûdun mertebeler silsilesine göre insân bütün mevcûdlardan a‘lâdır. Ve mâden hepsinden düşüktür. Bu tertîbe göre ilk olarak insân-ı kâmil, ikinci hayvân insân ve üçüncü genel hayvan, dördüncü bitki, beşinci mâdendir. Ve insânî sûrete en yakın olan diğerlerinden âlâdır. Ve insân-ı kâmil ile hayvân insân arasındaki fark, sûrî mertebeler değil, ma‘nevî mertebelerdir. İşte “Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm“ (Tîn, 95/4) ya‘nî “Biz insanı ahsen-i takvîmde halk ettik” âyet-i kerîmesinde bu mertebeye işâret buyrulur.

Velâkin aslî tabîatından sapma ve teslîmiyyet ve boyun eğmenin olmayışı yönünden insânî mertebe esfeldir. Bu i’tibâr ile ilk olarak mâden, ikinci bitki ve üçüncü hayvân ve dördüncü hayvân insân gelir.

Çünkü mâden zâtı ve fıtratı ile Allah’dan başka tasarruf edici olmadığına şehâdet eder. Bundan dolayı keşfen ve hakîkaten Rabb’ini ârif ve tabîatı gereği ve kendiliğinden ona boyun eğici ve itâatkârdır.

Bitkide ise büyüyüp gelişme ve benzerini üretmek gibi bir tür hareket ve tasarruf vardır. Bu hareket ve tasarruf sebebiyle bitki mâdenden aşağıdır.

His sâhibi olan hayvân ise bu ikisinden sonra gelir. Çünkü onda nefis ve hüküm ve vehim vardır. Ve nefsini hayvânî kuvvetiyle idrâk eder. Ve kendisinde benlik olup bu benlik ile Hakk’tan perdelidir.

Noksan insân ondan sonra gelir. Çünkü Rabb’ini bilmez; ve O’na nefsini ve gayrıyı ortak koşar. Ve görüşünde ve özellikle ilâhî ma‘rifette hatâ eder. Ve aklı ve fikri ile kayıtlıdır. İşte “Sümme redednâhu esfele sâfilîn” (Tîn, 95/5) ya’nî “Sonra onu esfel-i sâfilîne reddettik” âyet-i kerîmesinde bu ma’nâya işâret buyrulur.

İnsân-ı kâmil ise a‘lâ ve esfelin her ikisine de bakıcı olup onun vücûdu berzah makâmındadır.

A’lâya nazaran (Sav) Efendimiz “Men reânî fekad real Hakk” ya’nî “Beni gören Hakk’ı görmüştür” Ve onun vârisleri olan kerem sâhibi evliyâ “ene’l-Hak” ve “Cübbemin altında Allah’tan başkası yok” gibi sözler söylerler.

Ve esfele nazaran “innemâ ene beşerun mislüküm” ya’nî “Ben sizin gibi bir beşerim” (Kehf, 18/110) buyrulmuştur.