17.Bölüm-İnsana Yüklenmiş Olan Sırların Özellikleri-Zâhir Münâsebet

ONYEDİNCİ BÖLÜM

İnsana Yüklenmiş Olan Sırların Özellikleri ve Sâlikin Hallerinde Ne Yönde Olmasının Kendisine Lâyık Olacağı Beyânındadır.

Ve Ben Bu Bölüme Benzeşmesini Beyân Ettim. O Beş Bölüm Üzeredir.

Ey gayb sırlarına susamış olan kalb sâhibleri, biliniz! Biliniz ki, izâfet yönlerinden hangi bir yön ile olursa olsun, ister şereflendirme ve tahsîs etme izâfetinden olsun ister mülk ve hakediş izâfetinden olsun, bir şeyi bir şeye ancak münâsebetinden dolayı izâfe ettim. Ve her bir delîl bir kendisine delâlet olunana; ve her bir gören bir görülene; ve her bir işiten bir işitilene ancak münâsebetinden dolayı oldu. Şu kadar var ki, o ba’zen zâhir olup yakınlığından dolayı kendisine ârif olunan olur. Ve ba‘zen gizlenip uzaklığından dolayı mechûl olur. Ve o iki kısım üzerine olup zâhir olan ve bâtın olandır. Zâhir ehli baktıkları ve tahkîk ettikleri zaman, zâhir olanlarına ârif olurlar. Bâtın olan ise, aslâ bakış ile bilinmez. Çünkü onlara ârif olmak ilâhî hîbeye bağlıdır. Ve işte bu nebîlik ve velâyet tavrıdır. Ve ikisinin arasındaki farkta gizlilik yoktur. Çünkü Nebî (sav) kendisine tâbi’ olunandır; velî ona tâbi’ olup onun mişkâtinden istifâdeyle alır. Ve zâhir münâsebetten bir tür ile de belli olur. Hitâb gerçekleşti; ve kendisine değer verilen akîdeler sâbit oldu da dediler ki: Allah mevcûddur, biz de mevcûduz. Eğer bizim vücûdumuza ârifliğimiz olmasa idi, vücûdun ma‘nâsını bilmez idik. Tâ ki muhakkak Bârî mevcûddur, diyebilelim. Ve aynı şekilde ne zamanki bizde ilim sıfâtı halk edildi, onun için de ilmi isbât edip “O Âlim’dir” dedik; ve hayâtı da bizim hayâtımız ile; ve işitmesi ve görmesi ve kelâmı seslerimiz ve kelimelerimiz ile değil, nefislerimizin kelâmı ile; Ve kudreti ve irâdesi de böyledir. Ve ganî olma ve kerem ve cömertlik ve af ve rahmet gibi diğer isimlerin hepsi de böyledir. Onların hepsi bizim indimizde mevcûddur. Şimdi ne zamanki kendisini bize onlar ile isimlendirdi, biz onları aklettik. Böyle olunca onun bizde vücûda getirdiği şeyin dışında bir şeyi akletmedik. Ve bunun gibi diğerlerini o sebeple selb ya’nî kaldırma yönünden bildik. Ve o bunun gibi değildir. Kıdem isbât sıfatı değildir. Ve onun ma’nâsı, ancak kendi vücûdunda O’nun evvelinin olmamasıdır. Böyle olunca ilim, ondan evveliyyetin kaldırılmasına bağlandı. Ve yine bizde mevcûd olan gibi bildik ki, evveliyyet bizim indimizde mevcûd olan bir hakîkattir. Ve nefy ya’nî kaldırma dahi bizim indimizde, bizde onların vücûdundan sonra eşyânın kaybolmasından dolayı bilinmektedir. Bir halden bir hâle ve bir mekândan bir mekâna ve bir bakıştan bir bakışa geçişimiz onu îzâh eder. Netîcede biz kaldırmanın hakîkatine ve evveliyyetin hakîkatine ârif olduk. Daha sonra kaldırmayı evveliyyete yükledik ve Hakk’ı onlar ile vasfettik. Ve o selb ya’nî kaldırma sıfatıdır. Ve bir şey muhakkak benzeri ve zıddı ile bilinir. Ve (sAv) Efendimiz “Nefsine ârif olan Rabb’ine ârif oldu” buyurdu da onun için bizde sıfatlardan halk edilen şeyi isbât etti, başka sıfatları değil. İşte bu bir ârifliktir. Ve geriye O’nun bizden ayrılmış olduğu selb ya’nî kaldırmaya olan âriflik kaldı. Böyle olunca bizim sonradan olmaklığımız ve kulluğumuz ve yokluktan vücûda çıkarılmamızın kendileriyle sâbit olduğu sıfatları aldık; ve O’ndan onları kaldırdık. Ve onun için indimizde belirli bir isbât sıfatı bulmadık ki, O’nu onunla bilelim. Lâkin, biz onu bir hüküm üzerine biliriz ki, biz onun üzerinde değiliz, onun için sâbittir. Şimdi bu münâsebet olmasa idi, bizim için akîde sâbit olmaz idi. Ve biz aslâ ona ârif olmaz idik. Bundan sonra biz O’nu her ne kadar vasfettiğimiz şeyle bildik ise de, muhakkak bu sıfatları bizim hakkımızda âfetler ve o sıfatların zıdları ta’kîb eder. Oysa onun hakkında bunlar bâkîdir; onları bir zıd ve âfet ta’kîb etmez. Ve biz bunu onların üzerinde iki veyâ daha fazla zamanda devamlılığımız ile bildik. Böyle olunca biz devamlılık sıfatlarına ârif olduk. Ve onu bu nezîh mukaddes sıfatlara sâhib yaptık. Ve bu konu uzundur. Ve biz onu açık olarak İnşâü’l Cedâvil kitabımızda îzâh ettik. Ve o bir şerefli kitâbdır ki, biz onda ilâhî bilgileri anlayışlara yaklaştırmak için şekiller ile beyân ettik. İşte bu zâhir münâsebetten ve ilâhî hazretteki benzeşmeden bir kısımdır.

Bu on yedinci bölüm, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin “İnnâ aradnel emânete ales semâvâti vel ardı vel cibâli fe ebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ ve hamelehal insânu” (Ahzâb, 33/72) ya‘nî “Biz emâneti göklere ve yere ve dağlara arz ettik. Onlar onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. Ve onu insan yüklendi” âyet-i kerîmesinde beyân buyurduğu üzere, bu insânî vücûda yüklediği sırların özelliklerini ve sâlikin bu yüklenen emânete hiyânet etmemesi içim hallerinde ne yön üzere olmasının ona lâyık olacağını beyân eder.

Ve insanın iki yönü olup biri Hakk’a ve biri halka karşılık bulunduğundan, bu bölümde insanın her iki yöne olan benzeşmesini, ya’nî karşılıklı oluşunu beyân ettim. Ve bu on yedinci bölüm beş bölümü içerip bu bölümlerin her birisi bu kitabın bir bölümü mesâbesindedir. Şu halde bu Tedbîrât-ı İlâhiyye kitabı bu beş bölüm ile berâber toplamda yirmi iki bölüm üzerine tertîplenmiş olur.

Ey hissî bakıştan yana gâib olan ve ilâhî sırlara susamış bulunan kalb sâhibleri, biliniz! Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) bu bölümde beyân buyurduğu sırları ve hakîkatleri, kalb sâhiblerine hitâb ediyor. Ve kalb sâhibleri tabîat hükümleri ve hayvânî sıfatlarda gark olan kimseler olmayıp, bu gibi sırları kabûle istidâdlı olan ilâhî âriflerdir. Bundan dolayı “kalb” ancak onların kalbidir. Ârif olmayanların kalbine “kalb” denilmesi mecâz yönündendir, hakîkat yönünden değildir. Beyt:

Tercüme: “Kalb dediğimiz şey, rabbânî olan bir seyir mahallidir. Sen şeytanın evine niçin kalb diyorsun. O senin mecâzen kalb dediğin şeyi, git de mahalle köpeklerinin önüne at!”

Ve Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de “İnne fî zâlike le zikrâ li men kâne lehu kalbün” (Kâf, 50/37) ya‘nî “Bu Kur’ân’da kalb sâhibi olan kimse için nasîhat vardır” buyurur. Kalbe âid hakîkatler ve bilgiler, Hz. Şeyh-i Ekber (ra) efendimizin Fusûsu’l-Hikem’lerinde “Kalbiyye Hikmeti”nde beyân olunmuştur.

Şimdi biliniz ki, şereflendirme ve tahsîs etme izâfeti veyâ mülk ve hakediş izâfeti gibi izâfet yönlerinden hangi bir yönle olursa olsun, bir şeyi bir şeye izâfe ettiğim vakit, bunu ancak aralarında bir münâsebet mevcûd olduğu için ederim.

Örneğin “abdü’l-Hâlık” dersem, “kul” ile “Hak” arasında halk edicilik ve halk edilmeklik münâsebetleri mevcûd olduğundan, “Hâlık”ı “kul”a izâfe ederim. Bu, şereflendirme izâfeti olur.

Ve “Hâtemü’n-nebiyyîn ya’nî nebîlerin sonuncusu” denildiği vakit, “nebîliğin” “sonunculuğu” (Sav) Efendimiz’e tahsîs edilmiş olduğundan bu izâfet “tahsîs etme izâfeti”

Ve aynı şekilde Kur’ân-ı Kerîm’de “Semalarda ve yerde ve ikisinin arasında ve de nemli toprağın altında olanlar, O’nundur” (Tâhâ, 20/6) buyrulması Hak hakkında “mülk izâfeti” olur.

Ve aynı şekilde hadîs-i kudsîde belirtildiği gibi, sâlih kullar için hazırlanan “gözün görmediği ni‘metler” onlara olan “hakediş izâfeti”dir.

Ve bu izâfetlerin cümlesinde birer münâsebet vardır. Ve yine böylece;

Her bir delîl ile kendisine delâlet olunan ve;

Her bir gören ile görülen ve;

Her bir işiten ile işitilenin aralarında mutlaka bir münâsebet mevcûddur.

Örneğin ışık, kendi kaynağının varlığına delîldir. Ve aynı şekilde gölge, gölge sâhibinin vücûduna delildir. Ve bu deliller ile kendisine delâlet olunanlar arasındaki münâsebet açıktır. Ve yakınlığının şiddetinden dolayı ârif olunan ve bilinen bir şey olup îzâha muhtâc değildir.

Ve aynı şekilde bir kimse bir şeyi görürse veyâ işitirse, ancak münâsebetten dolayı görür ve işitir. Örneğin bir kalabalık arasında bir kimse arkadaşını arasa, o kalabalığı oluşturan kişilerin hiç biri o kimsenin bakışını işgâl etmez. Ne zamanki o kişiler arasında arkadaşı gözükür, gözü ancak onu görür. Çünkü o kimse ile o kalabalığı oluşturan ferdler arasında bir münâsebet yoktur. Onun münâsebeti ancak arkadaşı iledir.

Ve işitilen sözler dahi böyledir.

Şu kadar var ki, bu münâsebet ba’zen zâhir olup yakınlığından dolayı ârif olunan ve bilinen olur. Ve ba’zen gizli olduğundan uzaklığından dolayı mechûl olur. Zâhir ve yakın münâsebet yukarıdaki örnekler ile açıklanmıştır.

Gizli ve uzak münâsebete gelince, örneğin bir kimse bir çok dostları arasında ba’zılarına daha fazla muhabbet eder. Hiç şübhe yoktur ki, bu muhabbet bir gizli sebebe dayanmaktadır. Bunu o kimsenin kendisi de îzâh edemez. Ancak derin incelemeler netîcesinde bu gizli olan şey akıl mertebesinde belli olur. Veyâhut bu muhabbet bir uzaklık nisbetinden kaynaklanır. Meselâ muhabbet ettiği kimse vâsıtasıyla muhabbet eden kendisi için maddî veya ma’nevî bir fayda hayâl eder. Bu ise bir uzaklık nisbetidir.

Bu bahsedilen münâsebet zâhir olan ve bâtın olan olmak üzere iki kısımdır.

Zâhir olan münâsebet, yukarıda anlatılan örneklerden anlaşılacağı üzere, aklî ve hissî bakış, fikrî tetkîk ve tahkîk vâsıtasıyla zâhir ehli tarafından bilinebilir. Fakat bâtın olan münâsebet aslâ bu vâsıtalar ile bilinemez. Çünkü bu münasebetlerin bilinebilmesi ilâhî hîbeye bağlıdır. Ve çünkü ilâhî sırlar içerisindendir.

Ve işte bu ma’rifet nebîlik ve velâyet tavrıdır. Ve bu iki tavır arasındaki farkta gizlilik olmadığından îzâha lüzûm yoktur. Ancak bu farkın esâsına âit kâideyi beyânen deriz ki: Nebî (sav) Efendimiz kendisine tâbi’ olunandır. Velî ise zâhiren ve bâtınen ona tâbi’ olup onun mişkâtinden istifâdeyle alır.

Ve bu bâtın olan münâsebet bize zâhir olan münâsebetten olan bir tür ile de belli olabilir. Ve işte zâhir olan münâsebetten bir tür ile belli olan bâtın münasebete dayalı olarak ayırıcı hitâb, ya’nî hüküm müşâhedeyle gerçekleşti.Ve netîcede kendisine değer verilen akîdeler sâbitlik buldu da ilâhî ârifler dediler ki: “Allah mevcûddur, biz de mevcûduz. Eğer bizim vücûdumuza ma’rifetimiz olmasa idi, vücûdun ma’nâsını bilmez idik. Tâ ki muhakkak Bârî Teâlâ mevcûddur diyebilelim!” Bilinsin ki;

Bir “vücûd,” ya’nî “varlık” kavramı, bir de “adem,” ya’nî “yokluk” kavramı vardır.

Bu iki kavram bir dîğerinin zıddıdır.

“Vücûd” aslâ “yokluk” kabûl etmediği gibi, “adem,” ya’nî “yokluk” da ebedî olarak varlık kabûl etmez. Dîğer bir ta’bîrler ne var yok olur, ve ne de yok var olur.

Şimdi biz kendi vücûdumuza ve çevremizdeki eşyânın vücûduna baktığımız zaman “varlık” ma’nâsını idrâk ederiz. Biz kendi “vücûdumuzu idrâk edince deriz ki:

“Yoktan var çıkmaz; var ancak vardan çıkar. Bundan dolayı bizim izâfî vücûdlarımız hakîkî vücûddan zuhûr etmiştir. Böyle olunca hakîkî vücûd sâhibi olan Allah Teâlâ hazretleri mevcûddur.”

Şimdi bu hüküm eserden eser sâhibine geçmek sûretiyle verilmiş bir hüküm olur. Ve aynı şekilde kendi “vücûd”umuza bakıp, onda ilim sıfatını müşâhede ederiz de deriz ki:

“Mâdemki biz var olan hakîkî vücûddan zuhûr ettik; ve mâdemki bizde ilim sıfatı mevcûddur; böyle olunca ilim sıfatı da yoktan var olmadı, belki vardan var oldu. Bundan dolayı bu sıfat hakîkî vücûdda mevcûd idi ki, eseri bizde zâhir oldu. Şu halde Allah Teâlâ Alîm’dir.”

Ve aynı şekilde ilâhî hayâtı hayâtımızla ve onun “işitme”sini ve “görme”sini, işitmemiz ve görmemiz ile böylece idrâk ederiz.

Ve aynı şekilde O’nun “kelâm”ını, bizim seslerimiz ve ağzımız ve dudaklarımız ile telaffuz ettiğimiz kelimeler ile değil, belki nefs-i nâtıkamızın kelâmı ile idrâk ederiz. Çünkü insan kelime ve ses ile konuşmayıp zâhiren suskun bir halde bulunsa da, bâtında harfsiz ve sessiz olarak konuşur. Biz buna “içinden söylemek” deriz.

Ve aynı şekilde Hak Teâlâ’nın “kudret”ini ve “irâde”sini, kendi kudretimiz ve irâdemiz ile idrâk ederiz.

Ve aynı şekilde “ganî olmâ” ve “kerem” ve “cömertlik” ve “af” ve “rahmet” gibi diğer isimlerin hepsini kendimizde müşâhede etmekle, bunların Hakk’ın hakîkî vücûdunda mevcûd olduğuna hükmederiz.

Şimdi ne zamanki Hak Teâlâ hazretleri kendi nefsini ve zâtını bize, bu sıfatlar ve isimler ile vasıflandırdı ve isimlendirdi ve biz bunları kendi nefsimizde de bulduk; Bundan dolayı biz onları zevkan ya’nî bizzât yaşayarak aklettik.

Ve bizim aklettiğimiz sıfatlar ve isimler, ancak O’nun bizde vücûda getirdiği şeylerdir. Bizde vücûda getirmediği şeyleri akletmedik. Ve bizde vücûda getirdiği şeylerin diğerlerini, selb ve kaldırma yönünden bildik.

Ve sübûtî sıfatlar, selbî ya’nî kaldırmaya âit sıfatlar gibi değildir. Örneğin;

“Kıdem” isbât sıfatı değildir. Çünkü “kıdem” dediğimiz sıfatın ma‘nâsı, ancak kendi vücûdunda O’nun evveli olmamasıdır.

Bundan dolayı bizim ilmimiz, Hakk’ın vücûdundan evvelliğin kaldırılmasını akletti de, bu ilme istinâden “Hakk’ın vücûdunun evveli yoktur” dedik.

Ve yine bizde mevcûd olan sıfatlar gibi, bildik ki, “evvellik” bizim indimizde mevcûd olan bir hakîkattir. Ve insânî ferdlerden her birinin vücûdunun bir evveli vardır. Bu sebeple biz evvelliğin ne demek olduğunu zevkan ya’nî bizzât yaşayarak biliriz.


Ve izâfî vücûdlardan her birinin böyle evveli olduğu gibi, bir de âhiri vardır. Ve evvelikle vasıflanmış olan eşyâdan her birinin âhiri gelince biz o eşyâyı bakışımızda kaybederiz. Bundan dolayı bakışımızda müsbet iken menfî olur.

Ve aynı şekilde sâbit olan bir hâlimiz bizden kalkar ve menfî olup yerine diğer bir hâl gelir. Ve bir mekânda sâbit olduğumuz halde oradan intikâl edip yeni bir mekâna geliriz. Evvelki mekân menfî olur.

Ve aynı şekilde bir bakıştan bir bakışa intikâl ederiz. Evvelki bakış menfî olur.

İşte bu haller bize nefyin ya’nî kaldırmanın ne demek olduğunu îzâh eder. Netîcede biz kaldırmanın hakîkatine ve evvelliğin hakîkatine bizzât hakîkatini yaşayarak ârif oluruz. Bu âriflikten sonra kaldırmayı evvelliğe yükleyerek Hakk’ın vücûdunu onlar ile vasfederiz. Ve bu sıfat, selb ya’nî kaldırma sıfatı olur.

Ve bir şey muhakkak benzeri ve zıddı ile bilinir. Bu hakikate binâen sübûtî sıfatlar zıddı olan selbî sıfatlarla; ve selbî sıfatlar da zıddı olan sübûtî sıfatlarla bilinir. Ve “kadîm” zıddı olan “hâdis ya’nî sonradan olan” ile ve “hâdis ya’nî sonradan olan” zıddı olan “kadîm” ile anlaşılır.

Ve Peygamberimiz (sav) bu hakîkate dayalı olarak “Nefsine ârif olan, Rabb’ine ârif oldu” buyurdu da, bizim izâfî vücûdlarımızda sıfatlardan halk edilen şeyi, Hakk’ın hakîkî vücûdu için isbât etti; başka sıfatları isbât etmedi. Çünkü biz hakîkî vücûda göre cüz’ mesâbesinde olan vücûdumuzdaki sıfatlara vâkıf olunca, cüz’ümüzün küllü mesâbesinde olan hakîkî vücûdda da o sıfatların vücûdunu idrâk ederiz. Nitekim ayrıntısı yukarıda geçti.

İşte bu bir ârifliktir. Bu isbâta ârif olduktan sonra geriye, Hakk’ın hakîkî vücûdunun bizden ayrılmış olduğu selbe ya’nî kaldırmaya olan âriflik kaldı.

Kaldırmaya olan ârifliğe ulaşmak için de bizim sonradan olmaklığımız ve kulluğumuz ve yokluktan vücûda çıkarılmamızın kendileriyle sâbit olduğu sıfatları aldık.

Ve hakîkî vücûddan bu sıfatları kaldırdık.

Ve bu kaldırılanlara ârif olma hakkında Hak için indimizde belirli bir isbât sıfatı bulmadık ki, Hakk’ın o sıfatını bizdeki o sıfat ile bilelim.

İşte bundan dolayı bizim bu ârifliğimiz, zevkî ya’nî bizzât yaşanan bir ârfilik değil, ancak hükmî ârifliktir.

Biz bu kaldırılanlara ârifliği bir hüküm üzerine biliriz ki, o hüküm üzerinde bizim bizliğimiz yoktur. Ve bu hüküm ancak onun için sâbittir.

Örneğin biz deriz ki:

Bizim vücûdumuz sonradan olmadır; Hakk’ın vücûdu ise sonradan olma değildir.

Ve biz kuluz; Hak ise Ma’bûd’dur.

Ve bizim izâfî vücûdumuz ezelde yoklukta idi; O’nun hakîkî vücûdu ise ezelde yok olmayıp mevcûd idi.

Şimdi sübûtî sıfatlarda bizim hayâtımız, ilmimiz, işitmemiz, görmemiz, irâdemiz, kudretimiz, kelâmımız, Hakk’ın hayâtına, ilmine, işitmesine, görmesine, irâdesine, kudretine, kelâmına benzer ve karşılık oldu.

Ve aynı şekilde selbî ya’nî kaldırmaya âit sıfatlarda;

Bizim sonradan olmaklığımız O’nun kıdemine ve;

Kulluğumuz O’nun Ma’bûd oluşuna ve;

Bizim ihtiyâcımız O’nun Samed oluşuna ve;

İlâhımızın oluşu O’nun ulûhiyyetine karşılık ve benzer oldu.

Eğer bu münâsebet ve benzeşme olmasaydı, bizim için Hak hakkında âkide sâbit olmaz idi. Ve biz aslâ O’na ârif olamaz idik. Bundan dolayı biz nefsimize ârif olmakla Hakk’a ârif olmuş oluruz.

Bu beyânlardan sonra deriz ki;

Biz Hakk’ı her ne kadar kendimizi vasfettiğimiz şeyle bilir isek de, hiç şübhe yoktur ki, bizdeki bu sıfatları âfetler ve zıdlar ta’kîb eder. Meselâ;

Hayâtımız ölüm dediğimiz âfet ile kesilir ve zıddına değişir.

Ve beynimize bir âfet ve illet gelince ilmimiz cehâlete değişir.

Ve diğer sıfatlarımız da bu şekilde birer âfet netîcesinde zıddına değişmiş

Oysa Hak hakkında bu sıfatlar bâkidir. Onun hayâtının ölüme ve ilminin cehâlete ve işitmesinin sağırlığa ve görmesinin körlüğe ve kudretinin âcizliğe ve irâdesinin sekteye değişmesi ihtimâli yoktur. Çünkü onları bir zıd ve âfet ta’kîb etmez.

Ve biz bunun böyle olduğunu bizim o sıfatların üzerinde iki veyâ daha fazla zamanda devamlılığımız ile bildik. Ya’nî bu sıfatların bizde eserlerinin ortaya çıkmasının, ancak bizim izâfî vücûdlarımızın devamlılığıyla mümkün olduğunu bizzât yaşayarak bildik ve müşâhede ettik.

Böyle olunca biz Hakk’ın bakā sıfatlarına ârif olduk; ve Hakk’ı bu nezîh mukaddes sıfatlara sâhib yaptık. Ve bu sıfatlar da Hak ile bizim aramızda bir münâsebet ve karşılıklı oluştur. Ve bu münâsebet ve benzeşme hakkındaki konu uzundur. Ve biz onu açık olarak İnşâü’l- Cedâvil ismindeki kitabımızda îzâh ettik. Ve o bir şerefli kitâbdır ki, biz onda benzeşmeden yana ârifliği anlayışlara yaklaştırmak için şekiller ile beyân ettik.

Bu hakîr ve zelîl şerh edici, cenâb-ı Şeyh (ra) hazretlerinin bu değerli kitâbını görmedim. Eğer incelemek nasîb olsa idi, buradaki yüksek beyânlarının esâsına âid özet bilgiler koyulması mümkün olurdu. Bununla berâber cenâb-ı Şeyh (ra) hazretlerinin bu bölümdeki yüksek beyânları gücümüzün yettiği kadar açık bir şekilde şerh edildi. İşte yukarıda îzâh edilen beyânlar, zâhir olan münâsebetten ve ilâhî hazretteki benzeşme ve karşılıklı oluştan bir kısımdır. Bunları anlayanlar diğer sıfatları da bunlara tatbîk ederek ârif olurlar. V’Allâhü’l-hâdî!…