Ey kerîm efendi! Sana tembellik etmemek yakışır….

Ey kerîm efendi! Sana Hak Sübhânehû hazretlerinin mülkünün köyünde, onun idâre hükmü üzerinde Allah ile berâber olmak ve rûhların gıdâsının tedârikinden yana tenbellik etmemek yakışır. Çünkü sen ondan yana artış talebiyle me’mûrsun. Muhakkak rûhlar ilimden yana aslâ doymaz. Ve biz bunu tahakkuk yoluyla bildik. Şimdi (Sav) Efendimiz “İki aç doymaz: İlim tâlibi ve dünyâ tâlibi” buyurdular. Ve ilimlerden ayağının altının aldığı şeyi taleb etme! Ancak ondan, kendisine seçtiği kullarına tahsîs ettiği rahmeti ve onlara hâs kıldığı ilmi taleb et! Ve o, ledünnî ilimdir. Çünkü muâmelât ilimleri her ne kadar latîf ve yüksek olsa da, onların yüksekliği ve cemâli ve güzelliği ve Ietâfeti, aklî bakışın ve düşüncelerin hükmü ile kirlenmiş olan düşüncelere âit ilimlere bakmak iledir. Ledünnî ilim ise aklın tavrının ötesindedir. Ve onun nûru parlak ve aynası tertemizdir. Fakat öğrenilmesi amele bağlı olmayan ledünnî ilimler amel ile birliktedir. Ve ikisin arasındaki fark açıktır. Çünkü amellere âit ilimler himmetlere ya’nî çok gayret göstermeye bağlıdır. Ve işte bunun için onun yollarından bir yol üzerine gelir. Ve o, saâdet ilimleridir.Ve bu benim sana tenbîh ettiğim ilimler, mahlûkun kazancıyla kirletilmiş olmayan mutlak uymak üzerine bağlı olan ledünnî ilimlerdir. Ve gerçi Hak onu sağlamlaştırıcıdır. Velâkin Hak Sübhânehû’nun rûh aynası üzerine yansıttığı kazanılmış bir latîfe olur. Çünkü muâmelât ilimleri, buharların yükselmesi ve bulutların doğması dolayısıyla hevâ âleminden olan süflî bir oluşumdur. Ve unsurların altına dâhil olan her bir şey sür’at ile bozulur. Meğer ki onun sâhibi denge üzerinde onu korumada kuvvetli ola. Hareketlerinde ve duruşlarında ve yemesinde ve içmesinde bununla i’tidâl derecesini muhâfaza eder. Şimdi bu durumda onun için bu makām hâlis olduğunda saîd olur. Ve bu ledünnî ilimler ise inâyetten dolayı bu beşerî muhâfazadan yana bir şeye muhtâc olmaz.

Ey kerîm efendi olan rûh! Bu içinde bulunduğumuz şehâdet hazretinde sana lâzım olan ve yalkışan şey budur ki, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin mülkünün köyü olan bu kesîf zâhir âlemde, onun idâre hükmü üzerinde Allah ile berâber olmalısın.

Ve rûhlara mahsûs olan gıdâyı tedârik etme husûsunda aslâ kusûr ve tenbellik etmemelisin. Köy ve şehir hakkındaki îzâhlar yukarıdaki bölümlerde geçmiş idi.

Hak Teâlâ hazretlerinin mülkünün köyü bu şehâdet âlemidir. Ve şehâdet âleminin devâmına ve kıyâmına âid Hak Teâlâ’nın idâre hükmü sonsuzdur. Bir kısmı şerîat ile, bir kısmı akıl ile idrâk edilir. Bundan dolayı sen gerek cisminin ve gerek rûhunun kuvvet ve sıhhatine âid gıdâları bu ilâhî tedbîrler sâyesinde alırsın. Ve sen bunları yaparken Hak’la berâber olduğunu unutmazsın. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de “ve hüve meaküm eyne mâ küntüm” (Hadîd, 57/4) ya’nî “Nerede olursanız olunuz, O sizinle berâberdir” buyrulur. Ve hakîkat ehli indinde âlem Hakk’ın zâhiri ve Hak âlemin bâtınıdır. Beyt:

Tercüme: “Hak cihânın cânıdır; ve cihân bütün bedendir. Melekler topluluğu ise bu tenin duyularıdır. Felekler ve unsurlar ve doğmuşlar a’zâdır. İşte tevhîd budur. Bunun dışındakiler hep çokluktur.”

Şimdi rûhun gıdâsı ilimdir. Ve sen o ilmin artışını taleb etmekle emrolundun. Çünkü cenâb-ı risâlet-meâb Efendimiz’e “ve kul rabbi zidnî ılmâ” ya’nî “Rabb’im ilmimi arttır, de!” (Tâhâ, 20/ 114) hitâbı geldi. Ve bunun ümmetine de kapsam olduğu;

“Beşikten mezara kadar ilim taleb ediniz”;

“İlim taleb etmek her müslümâna farzdır”;

“En üstün ibâdet, ilim taleb etmektir”ve benzeri hadîs-i şerîfler ile açık olarak belirtilmiştir.

Ve muhakkak rûhlar aslâ ilimden yana doymaz. Ve biz bunun böyle olduğunu kendimizde tahakkuk etmiş olarak ve bizzât yaşayarak bildik. Çünkü Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kAs) efendimize gâlib olan ilâhî hâs isim “Alîm” mübârek ismi olup yüksek eserleriyle apaçık olarak görüldüğü üzere kendileri ledünnî ilimlerde sonsuz bir deniz idiler.

Ve rûhun ilme doymadığına (Sav) Efendimiz’in “İki aç doymaz: İlim tâlibi ve dünyâ tâlibi” hadîs-i şerîfî kesin delîldir. Ve ilim tâlibi olan rûh ehlidir, dünyâ tâlibi ise nefs ehlidir. Birisi Hakk’ın Cemâl’ine mazhar ve diğeri de Celâl’ine mazhardır. Ve cemâlî tecellîler ile celâlî tecellîlerin sonu olmadığı için, her iki sınıf da doymak bilmezler. Ve ilimler iki kısımdır:

Birisi süflî âlemden ulaşır ki, ona “zâhirî ilimler” de denir.

Ve diğeri ulvî âlemden ulaşır ki, ona da “bâtınî ilimler” ve “ledünnî ilimler” denir.

Bundan dolayı sen ilimlerden ayağının altının aldığı şeyi taleb etme! Ya‘nî süflî âlemden ulaşan ilim ile yetinme! Ve ilimlerden ancak bir ilmi taleb et ki, Hak Teâlâ hazretleri kullarından ba‘zılarını milyarlarca kulları arasından ayırıp rahmetini onlara tahsîs etti. Ve bu rahmetin eseri olarak ledünnî ilmi ona ihsân eyledi. İşte onlara mahsûs olan bu ilmi ve onun artışını taleb et! “Vallâhu yahtassu bi rahmetihî men” ya’nî “Ve Allah, rahmetini dilediği kimseye tahsîs eder” (Bakara, 2/105).

Çünkü süflî âlemden ve ayağının altından ulaşan muâmelât ilimleri, her ne kadar latîf ve yüksek ise de, onların yüksekliği ve cemâli ve güzelliği ve letâfeti, aklî bakışın ve düşüncelerin hükmü ile kirlenmiş olan fikirlere âit ilimlere göredir. Çünkü fikirler genellikle evhâmın te’sîri altındadır. Ve vehim veren kuvvet, fikirleri doğru gittikleri yollarından ayırıp yanlış yola saptırır. Nitekim aklî bakışın ürünü olan felsefî mesleklerdeki uyuşmazlıklar meydandadır. Ve aynı şekilde bilimsel teoriler de aynı mes’elede ihtilâfa sebep olagelmektedir. Bu ihtilâflar, aklî bakışın ve fikirlerin vehim veren kuvvet ile kirlenmiş olmasından başka bir şey değildir.

Fakat ulvî âlemden ulaşan ledünnî ilimler aklın tavrının ötesi olup Hakîm-i Zü’l-Celâl hazretleri tarafından geldiği için ve kendisinde akıl ve fikirlerin bir katkısı olmadığı için nûru parlak ve aynası gâyet temizdir. Onun nûru parlak olduğu için, rûh gözü kör ve yalnız akıl gözü açık olan kimselerin, yarasa gibi gözlerini kamaştırır. Tabi’ki onlar bakamadıkları bu ilmi inkâr edip, süflî âlemin karanlıklarını nûr zannederler.

Şimdi bu ledünnî ilimlerin öğrenilmesi amele bağlı değildir; lâkin ameli de barâberinde bulundurmakla olur. Ya’nî zâhirî ilimler gibi öğrenme zorluklarıyla oluşmaz. Fakat buna nâil olanlar amel edenler arasında bulunur. Ve zâhirî ilimler ile bâtınî ilimler arasındaki fark açıktır. Çünkü amellere âit ilimler gayret göstermeye bağlıdır. Ya’nî gayret sarf edilmeyince amellere âit ilimler öğrenilemez.

Ve işte bunun için ameller gayret göstermenin yollarından bir yol üzerine hâsıl olur. Çünkü gösterilen gayretler birbirinde farklıdır. Kiminin gayreti şiddetli ve kiminin zayıf ve kiminin orta derecede olur. Hangi derecede olursa olsun, mâdemki şerîatın sâlih amellerine âid bir ilimdir, hepsi saâdet ilimleridir. Bundan dolayı bu ilimlerde mahlûkun kazancının katkısı açıktır.

Fakat bu benim sana tenbîh ettiğim ilimler, mahlûkun kazancıyla, riyâ ve gösteriş gibi nefsânî sıfatlarla kirlenmemiş mutlak uyma, ya’nî Hakk’a tam yöneliş, üzerine bağlı olan ledünnî ilimlerdir.

Ve gerçi kulunu o ilimlere Hakk sevk eder. Ve kul da Hakk’ın sevk ettiği bu yol üzerinde gayreti ile yürür ise de, burada Hak Sübhânehû’nun rûh aynası üzerine yansıttığı kazanılmış bir latîfe olur. Ya’nî ledünnî ilimler için kulun sarf ettiği gayreti aklî bakışına ve fikirlerine dayalı değildir. Belki Hak Sübhânehû hazretleri onun rûh aynasına kazanılmış bir latîfe yansıtır.

Kulun ameli ve hareketi de ona göre olur ki, bu ancak ilâhî ilhâmdır. Ve ilhâmda ise evhâmın katkısı ve te’sîri olmaz. Nitekim nebîlerde bu hâle “vahy” derler. “Ve mâ yentıku anil hevâ; İn huve illâ vahyun yûhâ” ya’nî “Ve o, hevâsından konuşmaz; O’na ancak vahyolunan vahiydir” (Necm, 53/3-4) Çünkü zâhir ilimler cismânî gıdâ sebebiyle beyne yükselen buharlar ve beyin semâsında doğan bulutlar dolayısıyla hevâ âleminden olan süflî bir oluşumdur. Bu gibi kimselerin konuşması hevâ âlemindendir, ilhâm yoluyla değildir. Beyt:

Tercüme:

“Şâirin şiiri tokluk harâretidir; âşıkın şiiri ise ilhâm yoluyla Kur’ân tefsîridir.”

Şimdi unsurlar altına dâhil olan her bir şey çabuk bozulur. Ve beyin ise cismânî gıdâ vâsıtasıyla kuvvet ve sıhhat bulan bir şey olduğu için unsurlar altına dâhildir. Bundan dolayı o da sür’atle bozulmaya istidâdlıdır. Meğer ki onun sâhibi, sıhhat ve kuvvetinin dengesini bozmamak için muhâfazasında kuvvetli ola. Hareketlerinde ve duruşlarında ve yiyeceğinde ve içeceğinde gâyet dikkat edip onun i’tidâl derecesini muhâfaza eder. Örneğin vücûdunu çok yormaz; ve unutkanlık verecek gıdâları yemez; ve tıbben beyni zaafiyete uğratacak şeylerden sakınır. İşte bu duruma göre beynini bu şekilde koruyan kimse için zâhirî ilimlerde hâlis bir makâm karar kıldığı zaman saîd olur ki, bundaki zahmet ve külfet îzâh bile istemez.

Oysa bu ledünnî ilimler Hakk’ın inâyetinden dolayı bu gibi külfetli beşerî korumadan yana bir takım tedbîrlere muhtâc olmaz. Hattâ âriflerden birisine:

“Kerâmet mi üstündür, ma’rifet mi?” diye sormuşlar.

“Elbette ma‘rifet üstündür. Çünkü kerâmet abdest almayı istemekle gider; onun için dâimâ abdestli bulunmak lâzımdır. Ma‘rifet ise abdeste ihtiyâç hâlinde bile âriften ayrılmaz” demiştir.

Çünkü birisi amel ve diğeri Hakk’ın inâyetinin neticesidir.