Bilesin ki, muhakkak senin devlet ehlin dünyâda hak ve adâlet ve insâf ile yaşar ve açık şerîat yolu üzerinde onlar ile yürür ise, muhakkak Allah Teâlâ onları senin için kıyâmet gününde adâlet ve güzel fiil ve davranış ve sîret ve yaşantı ile lehine şâhid olarak ikâme eder. Ve eğer onlar muhâlefet yollarına ve yasak olanlara saparlarsa aleyhine yansıyıp, Hak Teâlâ onları kıyâmet gününde sîretin çirkinliğine ve yaşantı ile aleyhine şâhid yapar.
Şimdi Allah’dan kork, sakın! Allah Teâlâ buyurur: “El yevme nahtimu alâ efvâhihim ve tukellimunâ eydîhim ve teşhedu erculühüm bimâ kânû yeksibûn” (Yâsîn, 36/65) ya’nî “O günde biz onların ağızlarını mühürleriz. Kazandıkları şeyi bize elleri söyler ve ayakları şehâdet eder.” Ve yine buyurur: “O günde onların dilleri, elleri ve ayakları amel ettikleri şeyler ile onların aleyhine şehâdet eder” (Nûr,24/24). Ve yine buyurur: “innes sem’a vel basara vel fuâde küllü ulâike kâne anhu mes’ûlâ” (İsrâ,17/36) ya‘nî “Kulak ve göz ve kalbin her birinden ameli sorulur.”
Ve senenin mevsimlerinden her bir mevsimde bedenlerde ve yaşları dolayısıyla illetler ve hastalıklar meydana geldiği gibi, rûhâniyyette de illetler vardır. Bundan dolayı her bir mevsimde sana ta‘rîf ettiğimiz rûhânî gıdâlara dikkât et! Çünkü seninle onların alınması arasına ve onların alınmasına engel olup sana mâni’ olan şey ki, ta‘yîn edilmeksizin her ne olursa olsun, o senin illetindir. Bundan dolayı sen kendin için onu ta‘yîn et! Çünkü sen seninle kendisinde hayâtın ve sıhhatin ve devâmlılığın olan bu gıdânın arasına engel olan sebebi bilirsin. Ve biz ancak gıdâlardaki ilimlerden bahsettik; ve amellerden yana sustuk; ve ameli gıdâ edinmedik. Çünkü rûh amel sebebiyle değil, ilâhî ilim sebebiyle hayât bulur. Ve ilâhî ilim ise ancak amel ile zâhir olur. Şimdi bu muhtelif zamanlarda ilâhî ilimlerin kazanılmasıyla emrettiğim vakit ameller ile de emretmiş olurum. Nitekim tabîb: “Senin gıdan zîrbâc yemeği olsun!” der. Ve onun “zîrbâc yemeği” sözü ile gıdâlanmak mümkün değildir. Ve zîrbâc yemeğinde ancak sana, onu sebep olan konulmuş bir rûhâniyyet esâsı vardır ki, cisim ayakta kalır. Böyle olunca sen eti alırsın; ve yanına şeker ve bâdem ve safran ve sirke ve biber; ve et biraz piştikten sonra, mümkün olduğunca temiz cinsinden ve hafîf orta ateş üzerinde bu karışımı yeterli miktarda katarsın. Kıvâma geldiği vakit onu indirip yersin. Sana rûhâniyyetini verir. Ve o Allah Teâlâ’nın kendisinde senin için verdiği emânettir. Bundan dolayı sen onunla canlanırsın; ve sıhhatini takviye edersin. Ve cismin amel ve hizmet ettiği her bir şey fazla olarak dışarı çıkar ki, sen onu tuvalette atarsın.
Ameller de böyledir. Onları yaparsın. İlimlerden ve derecelerden onların rûhâniyyetlerini alırsın. Ve zâhiri yemeğin işe yaramayan fazlasını terk ettiğin gibi cehennemde kâfirlere terk edersin ki, onlar da bu amellerde seherlerde kalkmaktan ve mescîdlere gitmekten ve Allah yolunda çalışmaktan ve soğukta abdest almaktan ve bütün nefsine nâhoş gelenleri işlemekten yana nâil olduğun zahmetler ve zorluklardır. Ve onlar bu dünyâda şiddetli şer’î amellerdir. Şimdi onların hepsini terk edersin; ve âhirete ancak Allah Teâlâ’nın onlara verdiği onların latîfliklerini çevirirsin ki, onların kaynaklarını onun “Vellezîne câhedû fînâ le nehdiyennehüm subulenâ” ya’nî “Bizim yolumuzda mücâhede edenleri elbette Biz yolumuza hidâyet ederiz” (Ankebût, 29/69), “vettekûllâhe ve yuallimukumullâhu” ya’nî “Allah’tan sakının ki Allah size öğretsin” (Bakara, 2/ 282) sözünde burada görürsün. Şimdi cismânî gıdânın sebebini yapmadıkça ona ulaşamadığın gibi, aynı şekilde bu rûhânî gıdâyı da bilmedikçe ona ulaşamazsın. Ve onun amellerinin şiddetlisi onu yemendir. Onun yenmesi ameldir. Ve onun ameline, onun hakkında dişleri ve dili ve boğazı ve yemek borusunu ve mi’deyi ve bağırsakları ve ciğerleri etkileyecek cinsinden hizmetkâr lâzımdır. Ondan sana hayât rûhu yayılır. Ve başkaları onu yediğinde sana ondan bir şey hâsıl olmaz. Şimdi bu rûhânî gıdâ da böyledir. Onu ancak bizzat senin alıp yemen lâzımdır. Ve bu durumda Allah Teâlâ onu sana verir. İnsanların geneli bu şer’î amelden olan ilâhî gıdâ sebebiyle bu rûhânî oluşumu ikâme etmekten ne acâib bir şekilde kör oldular. Ve biz kesinlikle bildik ki, muhakkak cisim, kıyâmet gününde amelinin sûreti üzerine; ve nefis de amelinin sûreti üzere haşrolunur. Şimdi saîd iki güzel sûrettendir ve iki kelime arasını toplar. İşte bu ameller yönünden hâsıl olan gıdâdır.
Ey rûh bilesin ki, muhakkak senin devlet ehlin, ya’nî a’zâ ve organların, dünyâ dediğimiz fiiller âleminde hak ve adâlet ve insâf içerisinde yaşar ve açık bir yol olan şerîat caddesi üzerinde bu sıfatlar ile yürür ise, Allah Teâlâ o a’zâ ve organları kıyâmet gününde senin için adâletli bir şâhid olarak ikâme edip, senin dünyâdaki güzel fiil ve davranışlarını ve sîretinin güzelliğini ve yaşantının güzelliğini beyân ile lehine şehâdet ederler.
Ve eğer bu a’zâ ve organların ilâhî emirlere muhâlefet eder ve şerîatın men’ ettiği yola saparlarsa, bu durumda onların şehâdeti aleyhine yansıyıp, Hak Teâlâ onları kıyâmet gününde dünyâdaki kötü sîretine ve fenâ yaşantına şâhid yapar. Çünkü a’zâ ve organların, dünyâda unsurlardan oluşmuş olan mâdenden ibârettir. Ve onların hareket ettiricisi sensin; ve sen onları isteğine göre kullanırsın. Onlar senin irâden altında zebûndur. Örneğin sen onları itâat yoluna sevk edersen, onların bu irâdene aykırı olarak âsîlik yoluna gitmeleri mümkün değildir.
Böyle olunca ey rûh, Allah’dan kork ve muhâlefetten sakın! Hak Teâlâ hazretleri bu hâli beyânen Kur’ân-ı Kerîm’inde buyurur: “El yevme nahtimu alâ efvâhihim ve tukellimunâ eydîhim ve teşhedu erculühüm bimâ kânû yeksibûn” (Yâsîn, 36/65) ya’nî “O günde biz onların ağızlarını mühürleriz. Kazandıkları şeyi bize elleri söyler ve ayakları şehâdet eder.” Ve yine buyurur: “innes sem’a vel basara vel fuâde küllü ulâike kâne anhu mes’ûlâ” (İsrâ,17/36) ya‘nî “Kulak ve göz ve kalbin her birinden ameli sorulur.”
Bilinsin ki,
“Ve eşrekatil ardu bi nûri rabbihâ ve vudıal kitâbu ve cîe bin nebiyyîne veş şuhedâi ve kudıye beynehüm bil hakkı ve hüm lâ yuzlemûn” (Zümer, 39/69-70) ya’nî “Mahşerde arz Rabb’inin nûruyla aydınlanır; ve kitâb konulur; ve nebîler ve şâhidler getirilir. Ve onların arası hak ile kazâ olunur; ve onlara zulmedilmez. Ve her nefse işlediği şeyin tam karşılığı verilir. Ve Allah Teâlâ onların işledikleri şeyi bilir”
âyet-i kerîmesi gereğince kıyâmet gününde yeryüzüne öyle bir ilâhî tecellî olur ki, bütün içindekileri zuhûra çıkarır. Çünkü Rabb’inin nûruyla parlar ve aydınlanır. Nûr kendi zâhir olup ve eşyâyı da zâhir edici olduğundan, yeryüzünün Rabb’ının nûruyla aydınlanması da, kendisinin rûhânî oluşumda zuhûrundan ve gizlediklerini de rûhânî oluşumda açığa çıkartmasından ibâret olur. Ve beşer ve diğer cesedler yeryüzünün gizlediklerindendir. Bundan dolayı beşer cesedleri de rûhânî oluşumda açığa çıkar.
Ve “kitâbın konulması”ndan kasıt hesâb ve mîzândır. Hesâb ve mîzân denilince zannedilmesin ki, Hak Teâlâ hâkimler gibi bir yerde durup, onun huzûrunda milyarlarca beşer ferdlerinin birer birer hesâbı ve sorgu suâli görülecek ve amel defterleri okunacak ve amelleri dünyâda bildiğimiz şekildeki terâzîlere konulup tartılacak; ve netîce de onların lehinde veyâ aleyhinde hükmedilecektir. Bu, kesinlikle böyle değildir.
Hak Teâlâ hazretleri “serî’u’l-hisâb” ya’nî “hesâbı serî görücü”dür. Ve hesâb odur ki, Hak Teâlâ “Mâ halkuküm ve lâ ba’suküm illâ ke nefsin vâhıdetin” ya’nî “Sizin halk edilmeniz ve yeniden diriltilmeniz, ancak tek bir nefs gibidir” (Lokmân, 31/28) âyet-i kerîmesi gereğince tek bir tecellî ile her bir nefiste gizli olan amellerin sûretlerini onların etrâfında açığa çıkartır. Çünkü ameller ağacın meyvesi gibidir. Nitekim tek bir tecellîden ibâret olan baharda her bir ağaç kendisinde gizli olan yaprakları ve çiçekleri ve meyveleri açığa çıkarır; ve hepsi “Bende bu vardır” diye cevabıyla hesaplarını verirler.
Ve mîzân odur ki, her bir amelin sûreti ancak kendi sâhibine bağlanıp sâhibinden başkasına gitmez.
“Ve lâ teziru vâziretün vizre uhrâ” ya’nî “Kimse bir başkasının yükünü yüklenmez” (En’âm, 6/164) ve;
“Fe men ya’mel miskâle zerretin hayren yereh; Ve men ya’mel miskâle zerretin şerren yereh” ya’nî “Artık kim zerre kadar hayır işlerse onu görür ; Ve kim zerre kadar şerr işlerse onu görür “ (Zelzele, 99/7-8)
âyet-i kerîmeleri gereğince her bir ferde âid olan ameller ve ahlâk ve vasıflardan bir zerre eksik ve fazla olmaz. Bundan dolayı bu genel tecellî netîcesinde “hesâb” ve “mîzân” berâberdir. “Yevme tubles serâir; Femâ lehu min kuvvetin ve lâ nâsır” ya’nî “Gizli şeylerin açıklanacağı gün; Artık onun kuvveti olmaz ve yardımcı da yoktur” (Târık, 86/9-10) âyet-i kerîmesi bu ma‘nâyı haber verir.
Nitekim bu hâlin benzeri âlemde görülür. Baharda her bir ağacın yaprakları ve çiçekleri kendisinde gözükür. Kayısının yaprağı ve çiçeği kızılcık ağacında gözükmez. Ve her ağacın meyvesi kendi isti‘dâdı nisbetinde olup fazla ve eksik değildir. Bir elma fidanında beşyüz kilo elma çıkmaz. Ve aynı şekilde meyvesi olmayan kavak ve söğütte meyve olmaz. “Vel veznu yevme izinil hakk” ya’nî “Kıyâmet günü mîzân haktır” (A’râf, 7/8).
“Nebîler”den kasıt dünyâda ilâhî emir ve yasakları teblîğ eden saâdetlilerdir ki, onlar kendilerine tâbi’ olan rûhların imâmı olan “küllî rûh”lardır.
Ve “şâhidler”den kasıt rûhânî oluşum üzere zâhir olan nefislerin a’zâ ve organlarının ve onların sâbit ayn’larının açılmasıdır.
Şehâdet âleminin madde bedenindeki el ve ayak konuşmaz, ancak dil söyler. Çünkü bu âlemin âdeti böyledir. Fakat rûhânî oluşum üzerine taayyün eden bedenlerin elleri ve ayakları konuşur. Çünkü kelâm rûhun özelliklerindendir.
Ve aynı şekilde görmek de böyledir. Bu âlemde gören ancak gözdür. Fakat rûh her yönden görür. Bundan dolayı mahşerdeki bedende rûhî hükümler ve eserler zâhir olur.
Ve bu hâl dünyâ hayâtında türlü mücâhedeler ve riyâzât ile hayvânî sıfatlardan temizlenmiş olan ve tabîî kesîfliğinden kurtulup cisimleri ile rûhları arasındaki muhâlefeti giderebilen evliyâullah indinde bizzât hakîkatinin yaşanmasıyla âşikârdır. Hayvânî hükümlerde gark olmuş olan kesâfet ehli bu hâli inkâr ederlerse ma’zûrdurlar. Çünkü onlar bu zâtları da kendileri gibi zannederler.
Ve senenin dört mevsiminden her bir mevsimde cisimlerde her yaşın gereğine göre bir takım illetler ve hastalıklar meydana geldiği gibi, bu mevsimlerin her birinde rûhlarda da bir takım illetler ve hastalıklar ortaya çıkar. Örneğin ilkbaharda cisimde hayvânî şehvet artar. Ve her yaşın îcâbına göre bu şehvetin şiddeti, rûhu ma’nâları mütâlaadan yana engelleyip şehveti dindirme yoluna meylettirir. Ve bu hâl rûhun hastalığı ve illeti olur.
Bundan dolayı her bir mevsimde sana ta‘rîf ettiğimiz rûhânî gıdâlara dikkât et; ve onların tedârik etmekle meşgûl ol! Çünkü senin ile o rûhânî gıdâların alınması arasına giren ve onların alınmasına engel olup rûhunun kuvvetlenmesine mâni’ olan şey, senin illetindir.
Ve bu mâni’ler şudur ve budur diye belirlemek ve burada sayıp ve îzâh etmek mümkün değildir. Çünkü o mâni’ler şahsa ve yaşa göre değişir. Örneğin ilkbahar mevsiminde şehvetin şiddeti bir delikanlıyı son derece meşgûl eder. Fakat bir ihtiyara olan şehvet te’sîri başka şekilde olur. Ve onun rûhunu diğer bir takım fikirler ile meşgûl eder.
Böyle olunca herkes her mevsimde kendi mâni‘lerini zekâ ve kavrayışına göre kendisi belirler. Çünkü insan kendine basîret üzeredir. Ve sen, seninle rûhunun hayâtı ve sıhhati ve devamlılığı için lâzım olan rûhânî gıdâların arasına engel olarak giren sebepleri çok iyi bilirsin. Ve bunlar bir takım mâsivâya ilgilerdir ki, kalbin perdeleridir.
Ve biz bu rûhânî gıdâlar bahsinde ilimleri anlattık, amellere dâir bir şey söylemedik; ve ameli rûhun gıdası edinmedik. Çünkü rûh ameli sebebiyle değil, ilâhî ilmi sebebiyle hayât bulur. Ve ilâhî ilim de ancak amel ile zâhir olur. Ve ilimsiz amel taklîd olup taklîdin âfetleri çoktur. Ve amelsiz ilim ise sâhibine mâl olmamış olan bir ilim olduğu için iğretidir. Ve iğreti olan elbise ölüm hâlinde nasıl ki vücûddan çekip alınırsa, bu ilim de öylece vücûddan çekip alınır.
Şimdi bu muhtelîf zamanlarda ilâhî ilimlerin kazanılmasıyla emrettiğim vakit, ameller ile de emretmiş olurum. Çünkü amel ilmin netîcesidir. Ve öncelikle emretmek netîce ile de emretmek demektir.
Bunun zâhirî örneği budur ki, tabîb “Senin gıdân zîrbâc yemeği olsun!” der. Oysa tabîbin söylediği “zîrbâc yemeği” sözü ile cismin gıdâlanması mümkün değildir. Çünkü bu sözde ancak ma‘nâ bulunmaktadır. Oysa sûrî olan senin cismin sûrî bir gıdâya muhtaçtır. Bu sözün ma’nâsıyla cismin gıdâlanmaz. Afrika’nın kuzeyi olan Batı tarafında meşhûr bir yemek olan “zîrbâc”a bir rûhâniyyet konulmuştur ki, yenildiği zaman, cisim o rûhâniyyetle kâim olur. Bundan dolayı ondaki rûhâniyyeti cismine geçirmek için o yemeğin sûretini tedârik etmeye mecbûrsun. Böyle olunca sen bir miktâr et alırsın. Ve bu ete şeker ve bâdem ve safran ve sirke ve biber ve diğer bir takım kokulu baharlar katarsın. Ve bu karışımı, hafif ve orta ateş üzerinde pişirirsin. Kıvâma geldiği zaman ateşten indirip yersin. İşte bu yemeğin sûreti sana rûhâniyyetini verir. Ve o rûhâniyyet Allah Teâlâ’nın bu yemeğin sûretinde senin için verdiği bir emânettir ki, sen o rûhâniyyet ile canlanırsın; ve sıhhatini takviye edersin.
Ve cisminde mi‘de ve bağırsaklar gibi organlar o gıdâyı hazmedip cismine lâzım olan maddeleri vücûda yayar. Ve lüzûmsuz kalan maddeleri de dışarı çıkarır. Ve sen bu fazla olan maddeleri tuvalet yoluyla dışarıya atarsın.
Ameller de zâhirî yemekler gibidir. O amelleri işlersen ma’nevî ilimler ve dereceler cinsinden olan rûhâniyyetlerini alırsın. Ve âhiret rûhânî oluşumu gâlib olan bir âlem olduğundan, bu zâhir ve şehâdet âleminden gözünü kapadığın zaman, kazandığın ma‘nevî dereceleri o âlemde bulursun.
Bundan dolayı bu âlemde zâhirî yemeğin fazlası olan dışkıları, fâre ve pislik böceği gibi, süflî hayvânlara terk ettiğin gibi, amellerin âhirete âit şiddetlerini ve zorluklarını da, azâb ve terbiye yurdu olan cehennemde kâfirlere terk edersin. Çünkü bu amellerin rûhâniyyetini almak için, seher vakitlerinde tatlı uykunu terk ettin. Ve mescîdlere gitmek ve Allah yolunda çalışmak zahmetini tercîh ettin. Ve soğuk havalarda titreyerek abdest üzerine abdest aldın. Ve nefsinin nâhoş gördüğü amelleri işlemek zahmetine ve zorluklarına tahammül ettin.
Bundan dolayı “Dünyâ mü’mînin zindanı, kâfirin cennetidir” hadîs-i şerîfi gereğince bu zorlukları seçmekle dünyâyı kendine zindan ettin. Ve gıdâ sıranı savdın. Fakat kâfirler ve günahkârlar dünyâ hayâtına ve onun lezzetlerine güvenmiş ve aldanmış olup râhata meylettiler. Ne zamanki bu zâhir âlemden tabiî ölüm ile gözleri kapandı, şiddet ve zorluk sırası onlara geldi. Böyle olunca amellerin rûhâniyyetlerini almakla sen onların âhirete âit zorluklarını ve şiddetlerini kâfirlere terk ettin.
İşte amellerin dışarı çıkarılan fazlası, dünyâda bu şiddetli şer’î amellerdir ki, sen âhiret hayâtı yönünden onların hepsini terk ettin. Ve âhirete ancak Allah Teâlâ’nın onlara verdiği onların latîfliklerini çevirdin.
Ve bu latîfliklerin kaynaklarını ve menba’larını Allah Teâlâ’nın;
“Vellezîne câhedû fînâ le nehdiyennehüm subulenâ” (Ankebût, 29/69) ya‘nî “Bizim yolumuzda mücâhede edenleri elbette biz yolumuza hidâyet ederiz” ve;
“vettekûllâhe ve yuallimukumullâhu” (Bakara, 2/282) ya‘nî “Allah’dan sakının ki Allah size öğretsin,”
mübârek sözlerinde dünyâda gördün. Ya‘nî Allah Teâlâ bu âyetlerde ulûm ve derecâta nâiliyyetin sebebini sana gösterdi. Şimdi cismânî gıdânın sebebini yapmadıkça ona ulaşamayacağın ve onun rûhâniyyetine nâil olamayacağın gibi, bu rûhânî gıdâyı da bilmedikçe ona ulaşamazsın.
Şimdi cismânî gıdânın amellerinin şiddetlisi onu yemendir. Ve onu yemen ise ameldir. Ve yeme ameli için bu cismânî gıdâ hakkında bir takım hizmetkârlar lâzımdır. Onlar da dişler ve dil ve boğaz ve yemek borusu ve mi‘de ve bağırsaklar ve ciğer gibi organlardır. Bu hizmetkârların hizmeti netîcesinde, o yemekten senin cismine hayât rûhu yayılır. Ve başka bir kimsenin yediği yemekten sana bir menfaat hâsıl olmaz.
İşte bu rûhânî gıdâ da böyledir. Bu rûhânî gıdâyı ancak bizzât senin alıp yemen gerekir. Ve bu durumda o rûhâniyyeti Allah Teâlâ sana ihsân eder. Ne acâibdir ki, insanların çoğu, bu şer’î amelden hâsıl olan ilâhî gıdâ sebebiyle, ikâme edilecek olan bu rûhânî oluşumdan kör oldular.
Bilinsin ki, nebîler ve evliyâ gördüklerini bildiler ve bildiklerini söylediler. Diğer insanların gözleri kapalı olduğundan onlar sâdece dinlediler.
Ve dinleyenlerin bir kısmı inandı ve amel etti.
Ve bir kısmı inanmakla berâber, râhat ve nefsânî lezzetlerden geçemeyip ameli terk ettiler.
Ve bir kısmı da inanmadığı için amel etmedi.
Bu son iki kısım dünyâ hayâtına güvenmiş ve aldanmış olanlardır. Bunlar ölüm ile uyandıkları vakit, görüp pişmân olacaklardır. Ve nebîlerin ve evliyânın bu sözlerine şimdi gülüp onları inkâr edenler, âhiret hayâtının şiddetleri içinde âh edip inleyeceklerdir.
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra), âhirete âit halleri dünyâ hayâtında müşâhede edenlerden olduğu için, insanların körlüğüne hakkıyla şaşırmışlardır. Ve onlar bu müşâhedelerine dayalı olarak buyururlar ki: Biz kesinlikle bildik ki, muhakkak cisim kıyâmet gününde amelinin sûreti üzere ve nefs-i nâtıka da aynı şekilde amelinin sûreti üzere haşrolunacaktır. Çünkü şu an dahi değişim içinde olan dünyâmız, kıyâmet gününde değişerek bir değişim daha geçirecektir. Ve bu değişiminde rûhânî oluşum gâlib olacak ve beşerî nefs-i nâtıkalar da aynı şekilde rûhânî oluşumun gâlib olduğu cisimlere bağlanacaktır. İşte haşr gününde verilecek olan cisimler amellerinin sûretine uygun ve nefs-i nâtıkalar da kendilerine gâlib olan sıfatların sûretine uygun olacaktır.
Bundan dolayı bu âlemde kendisine türlü hayvânî sıfatlar gâlib olanların sûreti de, bu hayvânî sûretlere dönüşecektir. Böyle olunca bu âlemde sâlih ameller işleyen saîdler iki güzel sûretten var olacaktır ki, birisi cismine ve diğeri rûhuna ve nefs-i nâtıkasına âiddir. Ve iki kelime arasını toplayacaktır ki, birisi cismi ve diğeri rûhudur. İşte bu söylediğimiz güzel yön amellerden olan gıdâdan kaynaklanır.