15.Bölüm-Bu Mertebe Sayıların Gâlib Olduğu Sır Beyânındadır ve Ona Tenbîhdir

besmele

ONBEŞİNCİ BÖLÜM

Bu Mertebe Sayıların Gâlib Olduğu Sır Beyânındadır ve Ona Tenbîhdir

Bilinsin ki, muhakkak sayı, vücûdda Allah Teâlâ’nın sırlarından bir sırdır. Ve Kur’ân’da, yâhut şerîatta, her bir sayı ma’nâsından dolayı zikredilmiştir. Ve böylece Allah Teâlâ “iki”den “on iki”ye kadar çeşitli mevcûdları halk etti. Ve sayı mertebelerinin nihâyetini belirtti. Çünkü sayı mertebeleri dörttür. Birler, onlar, yüzler ve binlerdir. Ve dört en kâmil sayıdır. Ve onlardan her birinin nihâyeti “dokuz”a kadardır; ve tekrar başlar. Ve biz ancak “on iki” nihâyettir dedik. Çünkü insânî âlem oluşumunun nihâyeti “on iki”dendir. Çünkü o “dört esâslar”dan ve “dört doğurulmuş”tan ve “nefis” ve “akıl” ve “insan” ve “mertebe”den terkîb oluşmuştur. Ve bir sınıf insan bu sayılara düşkün olup onlardan bir çok ilimler çıkarırlar; ve onlar ile tevhîde delîl gösterirler. Ve bunun şerhi bu kısaca açıklamaya çalıştığımız yerde uzun olur. Biz geri dönüp deriz ki, muhakkak vâhid ya’nî bir “fî” ya’nî “çarpı” vâsıtasıyla değil, “vâv” ya’nî “artı” vâsıtasıyla benzeri üzerine ilâve edilirse “iki”nin vücûdu ortaya çıkar. Ve “bir” sayı değildir; sayı ondan oluşur ve onun yokluğuyla yok olur. Onun “iki”nin üzerine ilâve edilmesi “üç”ün vücûdunu ortaya çıkarır. Ve “üç” üzerine ilâve olursa “dörd”ün vücûdu ortaya çıkar. Ve onu “bin”den çıkarırsan “bin” bozulur. Bundan dolayı o asıldır. Ve çift sayıların ilki “iki” ve tek sayıların ilki “üç”tür. Ve “iki” her bir çift ve eşin aslıdır. Ve “üç” her bir ferdin ve tekin aslıdır. Şimdi çift sayılar tabîî öncelik ile tek sayıların üzerine önceliklidir. Onun tersi mümkün değildir. Çünkü onun önceliği tabîîdir. “Üç”ten evvel senin “dörd”ü ve “dört”ten evvel “beş”i bulman ebeden mümkün değildir. Şimdi bu karar kılınca sayılar, çift ve tek içinde mahsûr olur. Şimdi ba’zı mevtınlarda tek çifte gâlib olur; ve ba’zı mevtınlarda çift teke gâlib olur. Ve insana hevâsıyla ve başkalarının hevâsıyla savaşmak vâcibdir. Şimdi o savaşa giriştiği vakit, mubâh olan bir şeyde veyâ âsilik olan bir şeyde çarpışmaktan hâriç değildir. Şimdi eğer kendi hevâsıyla bir âsilikte veyâ mubâh olan bir şeyde savaşırsa, çift teke gâlib olur. Ve eğer başkasının hevâsıyla savaşırsa tek çift üzerine gâlib olur. Şu kadar var ki, eğer âsilikte olursa çift tek üzerine gâlib olur. Çünkü tevhîd ikidir: Biri ahadiyyet tevhîdidir. Ve o islâmî ümmetten olan âsîlerin tevhîdidir. Ve o bozuk asıl üzerine oluşmuş olan geçerli tevhîddir. Ve diğeri ferdâniyyet ya’nî ferdlik üzere tevhîddir. Ve o Muhammed (s.a.v) ve Mûsâ (a.s)ın ve âriflerin ve islâmî ümmetten olan âlimlerin tevhîdidir. Ve geçerli asıl üzere oluşmuş olan geçerli tevhîddir. Şimdi ahadiyyet tevhîdi her bir mevtında her bir şeye gâlib gelir. Bundan dolayı sen düşmanını onun senin üzerine çekmesinden kendini koru! Ve ferdlik üzere olan tevhîd ba’zı mevtınlarda gâlib olur ve ba’zı mevtınlarda mağlûb olur. Şimdi onun gâlib olduğu mevtınlarda onu gerekli kıl; ve mağlûb olduğu vakit ahadiyyet tevhîdini gerekli kıl! Ve bu bölüm çok büyük sırları ihtivâ edicidir. Biz kısa kesme maksadımızdan dolayı onları terk ettik. Çünkü onların ba’zısı ba’zı şubelere ayrılır ve ba’zısının anlaşılması ba’zısının anlaşılmasına bağlıdır. Ve bu işâret ârife yeterlidir.

Ya’nî bu on beşinci bölüm bir sırrın beyânında ve o sır üzerine akılların bakışını çekicidir ki, içinde bulunduğumuz bu şehâdet mertebesinde sayıların hükmü o sır sebebiyle gâlib olur.

Bilinsin ki, muhakkak sayı, vücûdda ve varlık içinde, Allah Teâlâ hazretlerinin sırlarından bir sırdır. Ve Kur’ân’da;

“Allâhullezî halaka seb’a semâvâtin” ya’nî “O Allah ki yedi kat gökleri halk etti” (Talâk, 65/12) ve;

“İnne iddeteş şuhûri indallâhisnâ aşere şehren fî kitâbillâhi” ya’nî “Muhakkak Allah’ın kitâbında ayların sayısı Allah’ın indinde on ikidir” (Tevbe, 9/36) ve;

“Ve inne yevmen inde rabbike ke elfi senetin mimmâ teuddûn” ya’nî “Ve Rabb’inin katındaki bir gün, sizin saydığınız bin sene gibidir” (Hac, 22/47)

ve benzeri âyet-i kerîmeler ile şerefli şerîatta sabah namazının “iki” ve öğlenin “dört” ve akşamın “üç” rek’at olması; ve namazın “beş” vakitte farz oluşu ve benzeri sayısal hükümlerin zikredilmesi bu sayıların ma’nâlarından dolayı olmuştur. Bu sayılar vücûd sırrı olduğu için ashâb-ı kirâm hazarâtı tarafından sabah namazının niçin “iki” ve akşamın “üç” rek’at olduğu (Sav) Efendimiz’den sorulmamıştır. Çünkü bu sır terakkî edip yükselen nefslerin her birerlerine Hak tarafından açılan ledünnî ilimlerdendir.

Ve böylece Allah Teâlâ hazretleri;

“Ve min külli şey’in halaknâ zevceynî“ ya’nî “Ve Biz herşeyden çift halk ettik” (Zâriyât, 51/49) ve;

“Halakal arda fî yevmeyni” ya’nî “Yeryüzünü iki günde halk etti” (Fussılet, 41/9) ve;

“Kaddere fîhâ akvâtehâ fî erbeati eyyâm” ya’nî “Onların rızıklarını dört günde takdîr etti” (Fussılet, 41/10) ve;

“Halakas semâvâti vel arda fî sitteti eyyâmin” ya’nî “Gökleri ve yeri altı günde halk etti” (Hûd, 11/7) ve;

“Halakaküm min nefsin vâhıdetin summe ceale minhâ zevcehâ ve enzele leküm minel en’âmi semâniyete ezvâcin, yahlukuküm fî butûni ümmehâtiküm halkan min ba’di halkın fî zulumâtin selâs” ya’nî “Sizi tek bir nefsten halk etti. Sonra ondan, onun eşini. Ve sizin için en’âmdan sekiz çift indirdi. Sizi annelerinizin karnında, bir halktan sonra başka bir halk edişle üç karanlık içinde halk eder” (Zümer, 39/6) ve;

“Fe men lem yecid fe sıyâmu selâseti eyyâmin fîl haccı ve seb’atin izâ reca’tüm tilke aşaratun kâmiletun” ya’nî “Fakat kim bunu bulamazsa, o zaman üç gün hacta, döndüğünüz zaman da yedi (gün) oruç tutması gerekir ki bunların tamamı on olur” (Bakara, 2/196) ve;

“İnne iddeteş şuhûri indallâhisnâ aşere şehren” ya’nî “Muhakkak ayların sayısı Allah’ın indinde on ikidir” (Tevbe, 9/36)

âyet-i kerîmelerinde beyân buyrulduğu üzere “iki”den “on iki”ye kadar çeşitli mevcûdları halk etti; ve sayı mertebelerinin nihâyetini belirtti.

Çünkü sayı mertebeleri dörttür. Ve onlar;

Ve “dört” en kâmil sayıdır.

Ve bu sayı mertebelerinden her birinin nihâyeti “dokuz”a kadardır. “Dokuz” tamam olduktan sonra tekrâr başlar. Ya‘nî;

Tek hâneli sayılar “bir”den “dokuz”a; ve

Onlar hânesi “on”dan “doksan”a; ve

Yüzler hânesi “yüz”den “dokuz yüz”e; ve

“Binler” hânesi “bin”den “dokuz bin”e, ve “on bin”den “doksan bin”e, ve “yüz bin”den “dokuz yüz bin”e, ve “dokuz yüz bin”den “dokuz yüz doksan dokuz bin”e kadardır. Ve ondan sonra “milyon” gelir. Ve “milyon” binlerin tekrarlanmasından ibârettir. Ve Arapçada “milyon” yerine “elfü elf” ta‘bîrleri kullanılır. Ve firenkçede “milyon” kelimesi “bin” ma’nâsına olan “mil” kelimesinden türemiştir. “Milyar” dahi böyledir.

Ve biz halk etme işinde sayı mertebelerinin nihâyeti ancak “on iki”dir dedik. Çünkü insânî âlemin oluşumunun nihâyeti “on iki”dendir. Çünkü insan dört esâslardan, ya’nî “katı,” “sıvı‘” ve “gaz” ve “normal vücûd ısısı”ndan ibâret olan dört rükûndan; ve dört doğurulmuştan ya’nî “safrâ” ve “kan” ve “sevdâ” ve “balgam”dan ibâret bulunan dört karışımdan; ve “nefis” ve “akıl” ve “insan” ve “mertebe”den terkîb olmuştur.

“Nefis”ten kasıt “hayvânî nefs;” ve

“Akıl”dan kasıt “nefs-i nâtıka ya’nî konuşan nefs”; ve

“Rûh;” ve “insan”dan kasıt “hayvânî nefs” ile “nefs-i nâtıka”nın bütün hepsi; ve

“Mertebe”den kasıt da;

Nefsin “kâmil nefse ve diğerleri”ne kadar olan mertebeleri;

Ve aynı şekilde “akl”ın “maâş ya’nî geçimlik akıl” ve “maâd ya’nî ileriyi gören akıl” ve “akl-ı küll”e kadar olan mertebeleri;

ve “insan”ın “insân-ı hayvân” mertebesinden “insân-ı kâmil” mertebesine kadar olan mertebeleridir.

Ve bir sınıf insan bu sayıların sırları üzerine meşgûl olup onlardan bir çok ilimler çıkarırlar ki, matematik ilimleri bunların içindedir. Ve bu matematik ilimleri ile meşgûl olanlar bu ilmin işâretiyle vahdet-i vücûdu ve vücûdun sonsuzluğunu idrâk ederler. Ve bu ilmin şerhi uzun ve burada konumuzun dışındadır. Bundan dolayı biz konumuza geri dönüp deriz ki;

Muhakkak “bir” “fî” ya’nî “de” vâsıtasıyla değil “vâv” ya’nî “ve” vâsıtasıyla benzeri üzerine yüklenirse “iki”nin vücûdu ortaya çıkar. Ya’nî;

“Birde bir” dediğimiz zaman yine “bir” olduğu için sayı oluşumunda “fî” ya’nî “de”nin vâsıtalığına mürâcaat edemeyiz.

Belki sayı oluşturma kastıyla “bir”e “bir” ilâve etmek için “vâv” ya’nî “ve” kullanarak “bir” “ve” “bir” “iki” deriz. Matematiksel şekillerde “vâv” yerine (+) artı işâretini kullanıp 1 + 1 = 2 yazarız. Ve aynı şekilde “bir” “iki”ye “vâv” vâsıtasıyla ilâve olunursa “üç”ün vücûdu ve “üç” üzerine ilâve olunursa “dörd”ün vücûdu ortaya çıkar.

Eğer “biri”i “bin” sayısından çıkarırsak “bin” mertebesi bozulup başka bir sayı peydâ olur. Bundan dolayı “bir” asıldır ve bütün sayıların menşeidir.

Ve 2, 4, 6, 8, 10, 12 gibi çift sayıların ilki “iki;”

Ve 3, 5, 7, 9, 11, 13 gibi tek sayıların ilki “üç”tür.

Şu halde “iki” sayısı, ne kadar çift sayı varsa hepsinin aslıdır.

Ve “üç” de bütün ferd ve tek sayıların aslıdır.

Çift sayılar, tek sayılar üzerine tabîî öncelik ile öncelikli olmuştur. Tekin çift üzerine önceliği mümkün değildir. Örneğin “iki”den evvel “üç”ü ve “dört”ten evvel “beş”i bulmak mümkün olmaz.

Bundan dolayı çift ve tek tabîî tertîb üzeredir. Kendi sıralarında birini bulmadıkça diğerine geçmek mümkün değildir. Örneğin “üç”ten evvel “dört” ve “dört”ten evvel “beş” bulunmaz.

Bu esâs karar kılınca, sayının çift ve tek içerisinde mahsûr olduğu anlaşılır.

Şimdi sayıların hükümrân olduğu mevtın şehâdet mertebesidir. Çünkü şehâdet mertebesi çokluklar âlemidir. Ve çokluklar âleminde sayıların etkileri olduğunu îzâha kalkışmak dahi anlamsızdır.

Ve çokluklar adetlenmeyi gerektirir. Böyle olunca bu şehâdet mertebesinde ba‘zı mevtınlarda tek sayı çift sayıya ve ba’zılarında çift sayı tek sayıya gâlib olur.

Örneğin eşyâyı tekvînde ya’nî var etmede çiftlilik tabîî öncelik ile öne geçmiş ve bütün var edilenler üzerine gâlibdir. Çünkü tekvîn ya’nî var etmede bir taraftan zât ve diğer taraftan, şeyin şey’liği lâzımdır. Ve çift sayıların aslı “iki”dir. Bundan dolayı var etme de bu asıl üzerine dayanmaktadır.

Ve ondan sonra eşyânın tekevvününde ya’nî vücûda gelmesinde ferdiyyet gâlibdir. Çünkü eşyânın vücûda gelmesi üçlü ferdiyyet üzerine dayalıdır. Ve üçlü ferdiyyet de Hak tarafından;

“Zât,” ve “irâde” ve “söz”;

ve “şey” tarafından da

Şeyin ilâhî ilim mertebesinde yokluğu hâlinde sâbit olan “zât”ı, ve “Kün-Ol! sözünü işitmesi,” ve “emre uyması”dır.

Nitekim Hak Teâlâ “İnnemâ kavlünâ li şey’in izâ erednâhu en nekûle lehu kün fe yekûn” ya’nî “Bir şeyin (olmasını) istediğimiz zaman Bizim sözümüz, ona sadece “Ol!” dememizdir. O, hemen olur” (Nahl, 16/40) buyurur.

Şimdi üç “üç”e karşılık gelmekle eşyâdan her biri kendi nefsini Hakk’ın vücûdunda ve Hakk’ın vücûdu ile var eder.

Ve aynı şekilde insânî kesîf vücûd mertebesinde de bu esâs geçerlidir. Şöyleki;

İnsana kendi hevâsıyla ve başkalarının hevâsıyla savaşmak vâcibdir.

Ve savaşa girişen insan ya mubâh veyâ âsilik olan bir husûsta hevâsıyla savaşır. Bu şekilde çift teke gâlib olur. Çünkü insan bir tek ayn olup ferddir. Fakat aklı, hevâsıyla savaştığı için bu ferdiyyetin hükmü kalmaz. Belki vücûdunda olan bu savaşta “iki”nin hükmü geçerli olur.

Ve eğer insan kâmil ve irşâda ehil olup, kendi mürîdlerinin hevâsıyla bir mubâh husûsta savaşırsa, o vakit tek çift üzerine gâlib olur. Çünkü şerîat hükümleri mubâhı men’ etmemiştir. Ve şerîat ikilik üzerine dayalıdır. Çünkü şerîat bir taraftan Hak ve diğer taraftan kul ve arada resûl mertebelerini; ve melekler ve kitap ve emir ve yasak gibi vâsıtaları gerektirir. Bunlar ise çokluktur. Şimdi nefsleri kemâle erdirme kasdıyla bir insân-ı kâmil müridin hevâsının, şerîatın müsâade ettiği mubâhlara karşı meylini kırarsa, ferd olan insân-ı kâmil çift üzerine gâlib olur.

Eğer şerîatın men’ ettiği âsilikte savaşırsa, o vakit ferd olan insân-ı kâmil ikilik üzerine dayalı şerîatın hükmü altında olmakla çift teke gâlib olur. Bunun sebebi şudur ki, tevhîd ikidir:

Birisi “ahadiyyet tevhîdi”dir ki, Hakk’ın zâtını birlemekten ibârettir. Ve bu tevhîd islâmî ümmetten olan âsîlerin tevhîdidir. Ve o bozuk asıl üzerine oluşmuş olan geçerli tevhîddir.

Bilinsin ki, bu kitabın çeşitli yerlerinde de şerh edildiği üzere hakîkî vücûd birdir. Var edilmişlerin vücûdu bu hakîkî vücûdun tenezzül mertebelerinden başka bir şey değildir. Bundan dolayı hakîkî vücûdu bu eşyânın ötesinde aramak ve hâzır iken onu gâib saymak bozuk bir inanç esâsıdır. Ve insânî inancın esâsı bütün amellerinde asıl olduğundan, bu bozuk inanç esâsı bozuk bir asıl olur. Fakat hakîkî vücûsun zâtını birlemek geçerlidir. Bundan dolayı islâmî ümmetten olan âsîlerin eşyâyı her bir yön ile Hakk’ın gayrı görüp sâdece zâtını tevhîd etmeleri bozuk asıl üzerine oluşturulmuş olan geçerli bir tevhîd olur.

Ve tevhîdin diğeri “ferdâniyyet tevhîdi” Bu da Hakk’ın vücûdda ferd oluşudur. Çünkü hakîkî vücûd onun varlığı olduğu gibi izâfî vücûdlar da onun varlığıdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “Huvel evvelu vel âhiru vez zâhiru vel bâtın“ (Hadîd, 57/3) buyrulmuş ve varlıkların hepsi kendi vücûduna katılmıştır. Ve bu tevhîd Muhammed ve Mûsâ (aleyhime’s-selâm)ın ve âriflerin ve İslâmî ümmetten olan âlimlerin tevhîdidir. Ve bu, geçerli asıl üzerine oluşturulmuş olan geçerli tevhîddir. Çünkü geçerli olan zâtî tevhîd ile yine geçerli olan vücûdun ferdliğini toplamıştır. Ve ferdâniyyet tevhîdinde (Sav) Efendimiz ile Mûsâ (as)’ın zikredilmesi, bu zevkin onlarda gâlib gelmesinden dolayıdır. Diğer nebîlerin (aleyhimü’s-selâm) zikredilmemesi, bu zevkten mahrûmiyyetleri sebebiyle değildir. Çünkü (Sav) Efendimiz bu zevkin en kâmili ile zevklenen ya’nî bizzât hakîkatini yaşayandır. Nitekim

“Eğer ipinizi uzatsanız Allâh’ın üzerine düşerdi; ve

“Bu Allâh’ın elidir;” ve

“Beni gören muhakkak Hakk’ı gördü”

Ve Mûsâ (as):

Ve aynı şekilde Hak Teâlâ hazretlerinin cenâb-ı Mûsâ’ya “Hasta oldum, ziyâret etmedin: ve acıktım beni doyurmadın” buyurması onun ferdâniyyet tevhîdine kuvvetli delîldir.

Şimdi dereceleri üzere bu zevklenmeye ya’nî bizzât hakîkatinin yaşanmasına nâil olan İslâmî ümmetin ârifleri ve âlimleri dahi ferdâniyyet tevhîdi üzeredirler.

Bu îzâhlardan anlaşılır ki, ahadiyyet tevhîdi her bir mevtında, ya’nî insânî âlemin “emmâre,” “levvâme,” “mülhime,” “mutmainne” ve diğer mertebelerinde her bir insan üzerine gâlib olur.

Ve Hakk’ın zâtını gerek âsî gerek itâatkâr olsun tevhîd etmeyen bir ferd yoktur. Bundan dolayı bu tevhîd sâhipleri, bir olan hakîkî vücûdun ferdliğini idrâk edemedikleri için, vücûd âleminde kendi düşmanları olan hevâlarının hükümlerine tâbi’ olmaktan kurtulamazlar. Böyle olunca bu tevhîdin düşman olan hevâyı kendi üzerlerine çekmesinden sakınıp kendini korumak lâzımdır.

Fakat ahadiyyet tevhîdi ile ferdâniyyet tevhîdini cem’ eden bir kâmile göre, bu ferdâniyyet tevhîdi ba’zı mevtınlarda gâlib olur ve ba‘zı mevtınlarda mağlûb olur. Şu halde onun gâlib geldiği mevtınlarda onu gerekli kılmak; ve mağlûb olduğu vakitlerde de ahadiyyet tevhîdini gerekli kılmak lâzımdır.

Bilinsin ki, insân-ı kâmilin halleri muhteliftir. Ba’zen bakışında hakîkat ve ba’zen şerîat gâlib olur. Hakîkat şeriata gâlib olduğu zaman, tek çift üzerine gâlib olur. Bunun için “Eğer hakîkat zâhir olursa, elbette şerîat bâtıl olurdu” denilmiştir. Ve şerîat gâlib olduğu vakit, çift tek üzerine gâlib olur. Nitekim Nefehâtü’l-Üns’te anlatılmaktadır ki, iki kâmil velî sefer esnâsında tavla oynamakta olan bir gruba rastlarlar. Birisi derhal onlara uyarak oyun oynamaya başlar. Oyun bittikten sonra yollarına devâm ederler. Bir müddet sonra yine tavla oynayan başka bir gruba rastlarlar. Bu defa daha önce tavla oynamış olan zât onlara hiddetle “Niçin oyun ile meşgûl oluyorsunuz?” diye kızarak oyunlarını bozar. Aralarında çekişme çıkar. Daha sonra oradan ayrılıp yine yollarına devâm ettikleri sırada, arkadaşı önceki ve sonraki hâlinden sorar. O zât-ı şerîf de cevâben der ki:

“Hakîkat bakışıyla baktığım zaman, iş önceki gördüğün gibi olur. Ve şerîat bakışıyla baktığım zaman sonraki gibi olur.”

İşte bu zâtın önceki hâli ferdâniyyet tevhîdinin gâlib gelmesi ve ikincisi mağlûbiyyeti hâlidir ki, bu mağlûbiyyet hâlinde ahadiyyet tevhîdini gerekli kılmıştır.

Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) Üsbû‘iyyelerinin pazar günkü virdinde ferdâniyyet tevhîdine işâreten:

“Ahadiyyet ayn’ında benim vücûdum olmadığı halde ben Sen’i nasıl tevhîd ederim? Benim vücûdum Sen’in hakîkî vücûduna bağlı olan bir vücûd olup, hakikatte benim sûretimle ve her bir şeyin sûretiyle zâhir olan Sen’sin!” buyururlar. Ve yine bu sözün devâmında:

“Ben Sen’i nasıl tevhîd etmem ki, tevhîd kullğun sırrıdır. Çünkü benim kulluksal vücûdumun açığa çıkması ahad olan zâtın bilinmesi ve onun tevhîdi içindir” buyururlar. Bu da ahadiyyet tevhîdine işârettir.

Kitâbın yazarı Hz. Şeyh-i Ekber (ra) buyururlar ki:

Bu bölüm çok büyük sırları içine almıştır. Biz kısa kesmek maksadıyla bu sırların tafsîlini bıraktık. Çünkü o sırların ba’zılarından ba’zı şûbeler doğar. Ve o ba’zıları anlamak ba’zılarının anlaşılmasına, ya’nî bir takım bilgiler verilmesine bağlıdır. Ve bu işâret âriflere yeterlidir.

Gerçekten yukarıda bir nebze şerh ve îzâh edilen sırları lâyıkıyla anlamak için cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra)’in yüksek eserlerini ve bu cümleden olarak Fusûsu’l-Hikem’i ile Fütûhât-ı Mekkiyye’sini incelemek lâzımdır. Bu bölümde bu yüksek eserlerindeki îzâhları aktarmanın mümkün olmadığı ortadadır. Şerhde de bu kadar îzâhât ile yetinilmiştir. Anlayanlar anlar. Anlayamayanlara bunların ön bilgilerini öğretmek gerekir.