ONDÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Düşmanla Karşılaşma Ânında Savaşların İdâresi ve Orduların Tertîbi Beyânındadır.
Ey kerîm efendi, şerefli zâtının muhâfaza edilmesinden ayrılma! Bundan dolayı indindeki mevzi’in en nezîhine yönel; ve onu kuvvetlendir; ve onu gerekli kıl; ve onu sâkinliğin için mevzi‘i edin! Haberin olsun, o Kürsî’dir ki, iki ayağı olan mevzi‘dir. Ve bu menzil sünnet mekânıdır. Ve mâni’ olucu ve himâye edici ve zirvesi yüksek olan şerîat kalesidir. Ve bizzât savaşa kalkışma! Çünkü sen helâk olursun, mülkün helâk olur. Ve eğer sen hazretinde kalıp da bahsettiğimiz ve sana tertîb ettiğimiz kumandanların ve emîrlerin ba’zılarını savaşmak için yöneltirsen, onlar hezîmete uğrasalar bile sen kalırsın. Ve mülkün ve senin indindeki erler ve senin yardım ettiğin ordular geriye kalır. Görmez misin? Dal kuruduğu ve kesildiği zaman kök onu telâfî eder ve dallanır. Ve eğer kök bozulursa, ağacın hepsi helâk olur. Şimdi melik mülkün köküdür; ve devlet cisimdir; ve onun rûhu meliktir. Şimdi ne vakit rûh helâk olursa cisim de helâk olur. Ve cisimde bir şey bozulduğu ve rûh geriye kaldığı zaman, tabîb onu ıslâh eder. Ve tedbîr senin tabîbindir. Bundan dolayı kendini muhâfaza et; ve tuzağa düşerek onunla düşmanına karşı çıkma! Düşmanın senin üzerine geldiği ve senin ve onun orduları karşılaştığı zaman ilim sâhilinde dur! Daha sonra himmet asâsı ile bu ilim denizinin yüzüne vur! Sana bir yol açılınca oraya gir! Çünkü düşmanın senin izini ta’kîb edecektir. Çünkü ilim, reislik ve kibir kapısıdır. Ve şeytan ona tamah ettirir. Bundan dolayı düşman arkandan ilim denizinin ortasına gelince, o zarûrî olarak onun üzerine kapanır. Böyle olunca çatışma ve vuruşma olmaksızın boğulur. Ve işte bunun için âlimlerin ba’zısı “İlmi Allah’ın gayrı için taleb ettik, ilim çekindi. Bizi ancak Allâh’a döndürdü” dedi. Ve bu ilâhî hîlenin en güzelindendir; ve Allah Teâlâ hîle edenlerin hayırlısıdır. Çünkü Firavun Mûsâ’nın peşinden gitti; ve Allâh’ın hîlesini görmedi de helâk oldu. Eğer sana düşmanın “İlim taleb et, tâ ki zamânının nebîleri üzerine yükselesin; ve melikler sana karşı alçak gönüllü olsunlar; ve halk sana muhtaç bulunsun” derse bu, şeytânî emirdir, deme! Düşmanını hemen farket; fakat ilim talebini hızlandır! Çünkü şeytan ve senin hevân amel yeri olmayan amelin ile ferahlanırlar. Ve muhakkak ilmin, kendi hakîkatinin verdiğinin dışında bir şeyi kabûl etmeyişi onlardan gâib oldu. Ve bu mes’elede İblîs’te gözüken cehâlet budur ki, o ilim ile dalâlette bırakacağını hayâl etti. Ve “kâle ene hayrun minhu, halaktenî min nârin ve halaktehu min tîn” (A‘râf, 7/12) ya’nî “Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten halk ettin ve onu topraktan halk ettin” sözünü zannetti. Ve muhakkak kulluk yolu üzerinde Allâh’ın gayrı için secde etmek böyledir. Oysa bunun hepsi salt cehâlettir, ilim değildir. O ise onun ilim olduğunu hayâl etti de, ilim ile dalâlette bıraktım, dedi. İşte bunun için ilim taleb ettirmeye hırslandı. Oysa bilmez ki, ilim onun ayıbını ve cehâletini ortaya çıkarır.”
Ey kerîm efendi olan rûh! İlâhî halîfeliği taşıyıcı olması i’tibârı ile şerefli olan zâtının muhâfazasına devâm et! Bundan dolayı nezdinde bulunan mevzi’lerin en pâk ve nezîhine yönel; ve o mevzi’i kuvvetlendir; ve o mevzi’e devâm et! Ve o mevzi’i kendin için sâkin olacağın bir mahal olmak üzere seç ki, orada kendini muhâfaza edebilirsin. Seni îkâz edeyim va haber vereyim ki, o Kürsî mevzi’idir, ya’nî bağlanmış olduğun nefsânî kesîf vücûddur. Ve o Kürsî iki ayağı olan mevzi’dir, ya’nî ilâhî emir ve yasakların bağlandığı bir vücûd mertebesidir. Ve bu menzil sünnet mekânıdır; ve şerîat kalesidir. Ve bu kale seni himâye eder; ve düşmanın saldırmasına engel olur. Zirvesi yüksek olduğundan düşman oraya çıkamaz.
Bilinsin ki, şerîatın sonsuz faydalarından biri de rûhun bağlandığı unsûrî kesîf vücûdun sür’atle bozulmasına mâni’ olmaktır. Örneğin şerîat sarhoşluk veren içecekleri men’ etmiştir. Şerîatın bu yasağından çekinmeyenlerin tutuldukları hastalıklar doktor raporlarıyla sâbit ve binlerce nümûneleriyle meydandır. Ve aynı şekilde şerîat domuz eti yenilmesini yasaklar. Buna devâm edenlerin “tirişin” illetine mübtelâ oldukları tıbbî araştırmalar ile ortaya çıkmıştır. Ve aynı şekilde şerîat şehvetin giderilmesinde isrâf edilmemesini tavsiye; ve zinâ ve livâtayı men’ eder. Ve bu isrâfa tutulanların türlü bulaşıcı hastalıklar ile hastalandıkları tıbben sabittir. Ve zinânın çokluğu toplumsal bir belâdır. Ve aynı şekilde şerîat kumarı men’ eder. Bu yasaklardan çekinmeyenlerin hayâtta ne ağır cezâlara tutuldukları binlerce numûnesiyle sâbittir.
Sonuç olarak şerîatı koymuş olanın emir ve yasakları dünyâ ve âhiretçe, seni düşmanın olan İblîs’in sataşmasından muhâfaza etmek için konulmuştur. Ve bu emir ve yasaklar, bu âlemde taayyün etmiş olup, bütün ilâhî isimlerin hükümlerinin açığa çıkmasına müsâid olan izâfî kesîf vücûdun gereğinden dolayı konulmuştur.
Ve bu kesîf vücûdun gereği hayvâniyyete meyildir. O bu âlemde hiç bir kayıt ile kayıtlanmaksızın dik kafalılıkla hareket etmek ister. Ve onun böyle dik kafalılıkla hareket etmesi helâkine sebep olur. Onun helâki hâlinde de, insânî sûretten beklenen ve istenen olan gâye yitirilmiş olur. Düşmanın maksadı da ancak budur. Nitekim ezelde kendisini vücûda getirene karşı böyle ahd ederek “Kâle fe bi izzetike le ugviyennehüm ecmaîn” (Sâd, 38/82) ya’nî “İzzetin hakkı için ben onların hepsini ayartayım ve azdırıp yoldan çıkarayım” demiştir.
Ey kerîm efendi olan rûh! Bu unsûrî cisim senin için Kürsî’dir. Ve bu Kürsî îzâh ettiğimiz şekilde emir ve yasakların bağlandığı bir mevzi’dir. Ve bu emir ve yasakların menzili sünnet mekânıdır, ya’nî şerîatı getirmiş olan Hz. Resûlullah (sav) Efendimiz’in sözlerinin ve fiillerinin ve yüksek hallerinin tatbîk mahallidir. Ve değerli sünnetler düşmanın saldırmasına mâni’ olan bir himâye edicidir; ve zirvesi yüksek olan şerîat kalesidir.
Şimdi sen bu kaleye sığınıp düşmanın saldırması hâlinde bizzât savaşmaya kalkışma ve savaşı bizzât idâre etme! Çünkü sen helâk olursun, mülkün de harâb olur. Çünkü memleket idâresi çözülmeye uğrar. Ve hükümet reîsinin helâki üzerine memleketin nüfûzlu olanları ayrı ayrı bağımsızlık hevesine düşerler. Ve bu idâre dağınıklığından düşman faydalanarak mülkünü tam ele geçirir.
Fakat savaş esnâsında hazretinde, ya’nî kalbgâhda kalıp da yukarıda bahsettiğimiz şekilde sana tertîb ettiğimiz, kumandanlarının ve emîrlerinin îcâb edenlerini savaşmak için düşmana yönlendirirsen, onlar hezîmete uğrasalar bile sen kalırsın. Ve senin indindeki erlerin ve idâre ettiğin ordularının diğer bir kısmı geriye kalır. Daha sonra gereken tedbîri alırsın. Ve mülkün dağılmaktan kurtulur.
Görmez misin? Bir ağacın dalı kuruduğu veyâhut kesildiği vakit kök onu telâfi eder ve yeniden dallanır. Ve eğer kök çürüyüp bozulursa, ağacın tamâmı helâk olur ve kurur. Melik ve hükümet reîsi mülkün köküdür; ve devlet cisim mesâbesindedir; ve onun rûhu melik ve hükümet reîsidir. Bundan dolayı ne zaman rûh helâk olursa cisim de helâk olur.
Ve cisimde vücûd a’zâlarından biri bozuk olduğu ve rûh geriye kaldığı vakit tabîb onu ıslâh eder. Ve tedbîr senin tabîbindir. Bundan dolayı tedbîr vâsıtasıyla kendini muhâfaza et! Ve tuzağa düşerek bizzât kendin düşmanla savaşma ve bizzât düşmana karşı çıkma! Ve düşman ordusuyla senin üzerine geldiği ve senin orduların ile düşmanın ordusu karşılaştığı vakit, sen ilim denizinin kenârında dur! Ondan sonra himmet asâsı ile bu ilim denizinin yüzeyine vur! Bu ilim denizinden sana bir yol açılınca, hiç tereddüd etme, bu yola gir! Çünkü düşmanın seni ta’kîb edecektir.
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber;
“Rûh”u cenâb-ı Mûsâ’ya;
ve İblîs’i de Firavun’a;
ve “ilmi” de “deniz”e benzetmişlerdir.
Nitekim Firavun kendi tâbi’leriyle Mûsâ (as)ı Kızıldeniz’in sâhiline kadar ta’kîb etmiş; ve cenâb-ı Mûsâ asâsı ile denize vurup kendisine bir yol açılmakla o yola dâhil olarak karşı tarafa geçmiş; ve Firavun da onu ta’kîben bu yola girmiş ise de deniz kapanıp helâk olmuştur.
Rûhun da İblîs’in saldırması hâlinde ilim denizinden açılacak bir yola girmesi îcâb eder. Çünkü “ilim” reîslik ve kibir doğuracağından ve Benî Âdem’in helâki reîslik ve kibir sebebleriyle olduğundan şeytan Benî Âdem’in ilim tarafına meylini pek fazla arzû eder; ve onu reîslik ve kibir sebepleriyle helâk etmeye çalışır. Bundan dolayı sen ilim sâhiline gelip açılan yola girince düşman da arkandan gelir. Ne zamanki ilim denizinin ortasına gelir, deniz onun üzerine kapanır, çatışma ve vuruşma olmaksızın kolaylıkla boğulur ve helâk olur.
Ve işte bu hakikate binâen âlimlerin ba’zıları:
“İlmi, Allâh’ın gayrı için taleb ettik; ilim çekindi ve bizi ancak Allâh’a çevirdi” dedi.
Ya’nî biz ilmi reîsliğe nâil olmak ve insanlara üstünlük kurarak bu sâyede dünyevî ni’metlere ve refâha ulaşmak için istedik; ilim tahsîl ettikçe bu maksad kayboldu gitti. Ve ilim bizi Allâh’ın gayrı olan bu maksada ulaşmaktan ferâgat etti. Ve nihâyet bizim elimizden tutup halk edilişimizin aslî maksadı olan ma’rifetullâha sevk etti.
Bu sözün doğruluğu bir çok örneklerle açıkça gözükmektedir. Nitekim felsefe, kîmyâ, matematik ve astronomi gibi ilimlerin mütehassısları ve muhtelif meslek erbâbı, bu ilimleri ve fenleri kişisel hırs ve servet kazanmak maksadıyla öğrenmeye niyet ettikleri halde, netîcede hakîkî vücûda getiriciyi idrâk ile vahdet-i vücûdu tasdîk etmeye mecbûr kalmışlardır.
Ve bu hâl ilâhî hîlenin en güzelindendir. Ve Allah Teâlâ hîle yapanların hayırlısıdır. Çünkü aslî maksadı olan ma’rifetullâhın gayrına niyet etmek şerrdir; ve şerre ulaşamamak ise hayırdır. Ve şerre kastedildiği halde netîcede hayır çıkması ilâhî mekrin en güzel olan kısmındandır. Bu ise ilmin özelliğidir. Ve Hak Teâlâ hazretlerinin “hel yestevîllezîne ya’lemûne vellezîne lâ ya’lemûn” (Zümer, 39/9) ya’nî “Bilen ile bilmeyen bir olur mu?” buyurmasındaki hikmetin sırrı budur.
Şimdi İblîs Benî Âdem’i ilme teşvîk edip, onu o ilim sahasında dalâlette bırakmak için arkasından gelir. Fakat ilmin özelliği netîcede insanı ma’rifetullâha sevk etmek olduğundan İblîs dâlalette bırakma kastını îfâ edemez. Şerri istediği halde netîcede hayır ortaya çıkar.
Ve nitekim Firavun Mûsâ’nın izini yeterli görerek denizde açılan yola girdi; ve deniz kapanarak kendisi helâk oldu. Eğer deniz kapanmayıp Hz. Mûsâ’ya yetişseydi, onunla savaşıp çarpışacak idi. Ülü’l-azm bir şân sâhibi peygamber ile çarpışmak ise salt şerr idi. Ve onun, bu şerrin gerçekleşmesine mâni’ olan helâki ise hayrın aynı idi. Özellikle boğulacağını idrâk ettiği vakit “âmentu ennehu lâ ilâhe illellezî âmenet bihî benû isrâîle” ya’nî “Îmân ettim, İsrâiloğullarının îmân ettiği o ilâhtan başka ilâh olmadığına” (Yûnus, 10/90) dedi. Ve îmân ettikten sonra boğuldu. Ve bu şekilde Allah’ın mekrinden gâib oldu.
Şimdi eğer düşmanın sana:
“İlim taleb et, tâ ki zamânının nebîlerinin üzerine yükselesin! Ve melikler senin önünde alçak gönüllü ve mütevâzî olsunlar; ve halk sana muhtaç bulunsun!” derse;
Sakın, bu şeytânî bir iştir deyip ilim tahsîli yolundan yürümekten yüz çevirme; ve düşmanın bu nakildeki kastını farket ve ilim talebini hızlandır! Çünkü düşmanın olan İblîs ile senin hevânın ferahı ve mutluluğu, ancak senin male yeri olmayan amelin iledir. Ve ilim ise amel yeri olmayan bir ameldir. Ya‘nî sen ilim öğrenmekle meşgûl olduğun vakit, başka türlü amel ile meşgûl olmaya vaktin müsâid olmaz. Vakitlerini ilim öğrenmek işgâl eder. Düşmanların seni başka amelden alıkoydukları için sevinirler. Oysa o zavallılar bilmezler ki, ilim kendi hakîkatinin verdiği şeyin dışında bir şeyi kabûl etmez.
Ya’nî ilim öyle bir şeydir ki, yukarıda îzâh edildiği üzere netîcede ma’rifetullâha ulaştırır. Onun hakîkatinin verdiği şey ancak budur. Bundan dolayı bu mes’elede, ya’nî ilme teşvik ve rağbet ettirme mes’elesinde, İblîs’in câhilliği ilim ile dalâlette bırakmayı hayâl etmesidir. Oysa ilmin hakîkatinin dalâlete değil, hidâyete sevk ettiğini İblîs bilemedi. Çünkü İblîs’in bâtın gözü kördür, hakîkate bakamaz. O yalnız zâhir göz sâhibidir. “Şeytanın bir gözü kördür” denilmesi bu i’tibâr iledir.
Ve İblîs’in sâdece zâhiri görücü olup hakîkati görmemesini ıspatlayan delîllerden biri de Âdem’e secde ve boyun eğme ile emredildiğinde “kâle ene hayrun minhu, halaktenî min nârin ve halaktehu min tîn” (A’râf, 7/12) ya’nî “Ben Âdem’den hayırlıyım. Çünkü beni latîf olan ateşten ve onu kesîf olan topraktan halk ettin” diyerek ona boyun eğmeyi kabûl etmemesidir. İblîs bu sözünün ilme dayandığını zannetti. Oysa Hak Teâlâ meleklere “innî câilun fîl ardı halîfeh” ya’nî “Muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halîfe kılacağım” (Bakara, 2/30) buyurmuş ve İblîs dahi melekler arasında bu hitâbı duymuş idi. Halîfe ise kendisini halîfe kılanın aynıdır. Bundan dolayı geçerli olan şey, Allâh’ın halîfesi olan Âdem’in zâhiri değil, bâtınıdır. Meleklerin Âdem’e secde ve boyun eğme ile mükellef olması, onun hakîkatine göredir. Bâtın gözü kör olan İblîs, Âdem’in hakikatini göremediği için, hakîm ya’nî herşeyi yerli yerinde yapan Mûcid’i olan Allah Teâlâ hazretlerinin emrine muhâlefetle kulluk yolu üzerinde yürüyemedi. Gurur ve kibiri buna da mâni’ oldu.
Fakat Âdem taştan ve topraktan binâ edilen Ka’be’ye secde ile emredildiği vakit bu, Allâh’ın gayrına secde edilmesi câiz değildir, demedi. Kulluk yolu üzerinde yürüyerek Ka’be’ye secde etti. Ve “Beni halîfe olarak halk ettin; ve sekiz ilâhî sekiz sıfatının mazharı kıldın. Ve ma’denden ibâret olan Ka’be’nin taayyünü ile benim taayyünüm arasında fark vardır. Ben yükseğim, o düşüktür. Niçin ona secde edeyim” diyerek dik başlılık etmedi. Çünkü Âdem bilir ki, Hak Teâlâ hazretleri Hakîm’dir. Onun emrine karşı kıyâs yapmak kötü edebdir. Kulluk ancak emre uymaktır.
Şimdi İblîs’in yukarıdan beri îzâh edilen halleri hep salt cehâlettir, ilim değildir. O ise onun ilim olduğunu hayâl etti de, ben Âdem’i ilim ile dalâlette bıraktım, dedi. Bu sebeple Benî Âdem’i ilim taleb etmeye teşvîk etti. Oysa bilmez ki, eğer Benî Âdem ilminde derinleşirse, bu ilim onun ayıbını ve cehâletini ortaya çıkarır. Ve netîcede Âdem, dalâlete düşmek şöyle dursun, belki hidâyet bulur.
SORU: Hak Teâlâ hazretleri “E fe reeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin” (Câsiye, 45/23) ya’nî “Hevâsını ilâh edinen kimseyi görmez misin? Allah Teâlâ onu ilim üzerinde dalâlette bırakır” buyurur. Bundan ilim üzerinde de dalâlette kalınacağı anlaşılır. Oysa ilim hidâyete sevk eder, denildi.
CEVAP: Hidâyete sevk eden ilim kâmil ilimdir. Noksan ilim dalâlette bırakır. Nitekim İblîs’in hâlin zâhirine bakarak olan kıyâsı da bir ilim idi. Fakat noksan bir ilim olduğundan cehâlet ile karışık oldu. Bundan dolayı bu noksan olan ilim aslâ ona fayda vermeyip ilâhî huzûrdan kovulmasına sebep oldu.
Şimdi hevâsını ilâh ve kendi üzerinde tasarruf edici edinen kimse, noksan ilim ile yetinmiş olacağından, ona bu ilmini tamamlaması tavsiye edilse, kendisini kâmil bir âlim zannetiğinden, bunu kabûl etmez. Nitekim yukarıdaki âyet-i kerîmenin devâmında “ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveh” ya’nî “Ve onun işitmesini ve kalbini mühürledi. Ve onun görmesinin üzerine perde çekti” (Câsiye, 45/23) buyrulmuştur. Ve bu noksan ilim cehâletin aynıdır. Ve bu ilim ile vasıflanmış olan kimse cehl-i mürekkeb sâhibidir. Ya’nî “Bilmez, bilmediğini de bilmez.”