“Amelleri temizleyin ve yükselin ve geliştirin”

Ey kerîm efendi, kalbe ve cisme âit hazretten sana ve senden Allah Teâlâ’ya olan hâsılatın esâsı usûlü üzerine olan tenbîh bizim üzerimizde taayyün etti. Cisme âit hazrete gelince, bu hazret daha önce bahsettiğimiz şekilde duyulardan çıkanları toplar. Ve onun emîri hayâldir; ve onun harâc toplayıcısı histir. Şimdi duyular, izâfî ihtilâf üzere hissedilebilir şeyleri alıp onları harâc toplayıcı olan hisse aktarır. Onları hayâl hazînesine yükseltir. Burada kendisine yükseltilen şey cinsinden bir isim kazanır. Ve onlardan “hissedilebilirler” ismi gidip onlara “hayâl edilebilirler” ismi verilir. Daha sonra hayâl, zikir sultânının altında aynı şekilde harâc toplayıcı olur. Onları muhâfaza eder. Burada “hayâl edilebilirler” ismi onlardan “hâtırlananlar”a yâhut “muhâfaza edilmişler” ismine intikâl eder. Daha sonra fikir sultânı altında harâc toplayıcı olan zikir, onları ona arz eder. Onları tetkîk eder ve ayırır. Ve onlardan idâre altındakilere soru sorar. Ve bunda hak ve bâtılın arasını ayırt eder. Çünkü hissin bir çok yanıltmaları vardır. Ve “hatırlananlar” ismi onlardan “tefekkür edilenler”ismine intikâl eder. Ne zamanki onları tetkîk eder ve kendisinde yanlışlık gördüğü şeyi hisse geri gönderir ve onlardan doğru olan şeyi alır ve onlar ile akıl hazretine dâhil olur. Fikir, akıl sultânının altında harâc toplayıcı olur. Şimdi akıl hazretine ulaştığı ve ona dâhil olduğu zaman, bu kulağın amelidir, bu gözün amelidir, bu dilin amelidir, diye bunların hepsinden çıkan, ayrıntılı bilgilerden ve amellerden getirdiği şeyi ona arz eder. Ve onların ismi “akledilebilirler” ismine intikâl eder. Yardımcı olan akıl onları alır; ve onları kudsî küllî rûha getirir. Şimdi nefs-i nâtıka onun için izin isteyerek dâhil olur. Elleri arasında olan bütün akledilebilirleri koyar da ona der ki: “Kerîm efendi ve halîfe üzerine selâm olsun! İşte vergi toplama görevlilerinin eli üzerinde hazretinin köylerinden sana ulaşmış olan şey budur.” Onları rûh alıp kudsî hazrete girer; secde edici olarak yere kapanır. Ve bu secde yakınlık secdesidir; ve Hakk’ın kabûl hazretinin kapısını çalmaktır. Kapı açılır, başını kaldırır. Bu tecellîde ona hâsıl olan dehşetten dolayı elinden ameller düşer. “Ne getirdin?” diye seslenilir. “Falân çocuğu falânın amelleridir ki, senin sultânın beni onun üzerine halîfe kıldı. Köylerinden bana toplamayı emrettiğin bütün harâcı bana yükseltti” der. Hak da: “Onu imâm-ı mübîne kabûl edin ki, onu halk etmezden evvel Ben onu yazmış idim” der. Bir harf bile eksik olmaz. “Onun yularını İlliyyîn’e çekiniz!” buyurur; yükseltilir. Ve bu Sidretü’l-müntehâdadır. Fakat eğer bu amellerde zulümler ve lâyık olmayan şey olursa, onlara semânın kapıları açılmaz. Ve onların ulaştığı mahal “esîr feleği”dir. Ve yukarıda olan gibi burada da hitâb olur. Daha sonra onlara emredilir de Siccîn’e gönderilir. Hak Teâlâ buyurur: “inne kitâbel fuccâri le fî siccîn” ya’nî “muhakkak günahkârların kitâbları elbette siccîndedir” (Mutaffifîn, 83/7). Ve yine buyurur: “inne kitâbel ebrâri lefî illiyyîn” ya’nî “muhakkak ebrârın kitâbları elbette illiyyîndedir” (Mutaffifîn, 83/18). Ve Hak kudsî rûha Sidre-i müntehâda buyurur ki: “Ey kulum, işte bu ameller seni bize yükseltti; ve seni bu yüksek mahalle çıkardı. Kardeşine ve arkadaşına semâdan aşağıya bak!” Şimdi ona bakar. Kendi üzerine olan ilâhî ihsâna ârif olur. Bundan dolayı müşâhededen minnet ile meşgûl olur. Böyle olunca perdelenir. Ve eğer bu olmasa idi, bu hazretten ayrılması mümkün olmazdı. Fakat Allah Teâlâ kelimenin tamamlanması için, her bir şeye sebep kıldı. Hak Teâlâ “ve kelimetuhu, elkâhâ ilâ meryeme” (Nisâ, 4/171) ya’nî “Kelimesini Meryem’e nakletti” buyurdu. Ve “ileyhi yes’adul kelimut tayyibu vel amelus sâlihu yerfeuhu” (Fâtır, 35/10) ya’nî “Temiz kelimeler ona yükselir. Ve sâlih amel onu yükseltir”buyurdu. Ve “ameller” ismi rûha ulaştığında “akledilirler“ isminden intikâl eder. Ona “rûh” ismi verilir. Bundan dolayı Hak Sübhânehû ve Teâlâ onlara baktığında güzellik elbisesi giydirir. Ve onları Celâl minberi üzerine oturtur. Ve isimlerini de “rûhlar” isminden “sırlar” ismine nakleder. İşte söyleyenin “Amelleri tezkiye edin!” ya’nî “temizleyin ve yükselin ve geliştirin” sözünün ma‘nâsı budur. Şimdi onların intikâlleri sebebiyle isimler onların üzerine intikâl eder. Oysa onlar zâtında birdir.

Ey kerîm efendi olan rûh! Kalbden, ya‘nî ma‘nâdan ve cisimden, ya’nî sûretten, sana ve senden de Allah Teâlâ’ya olan bir takım hâsılât ve gelirler vardır. Bunların asıllarının ne esâsla gerçekleştiğine dâir tenbîh ve îkâz lüzûmu bizim üzerimizde taayyün etti ve onları îzâh etmek lâzım geldi. Şöyle ki;

Cisim hazreti, Onuncu Bölüm’de anlatılan duyulardan çıkanları toplar. Ya’nî göz ve kulak ve dil ve burun ve el gibi zâhir duyulardan; ve mide ve cinsel organ ve ayak gibi a’zâ ve organlardan çıkan amelleri toplar.

Ve bu hazretin emîri ve hâkimi hayâldir. Çünkü duyuları sevk ve idâre eder.

Ve harâcı toplayan da müşterek histir. Bundan dolayı zâhir duyular, sınıflarının ihtilâfı üzere muhitindeki hissedilebilirleri alıp onları harâcın ve verginin toplayıcısı olan müşterek hisse aktarır.

Örneğin el buzu tutar ve ateşe temâs eder. Birinin soğukluğunu diğerinin sıcaklığını müşterek hisse nakleder.

Ve müşterek his de onları hayâl hazînesine yükseltir.

Ve bunlar burada kendisine yükseltilen mertebe cinsinden ve o mertebenin hâline uygun bir isim kazanır.

Ve artık onlardan “hissedilebilirler” ismi gidip “hayâl edilebilirler” ismi verilir. Çünkü her ne zaman buz ve ateşten bahsedilse, elin temâs etmesine gerek kalmaksızın onların soğukluk ve sıcaklıklarını insan hayâl edebilir.

Daha sonra hayâl, zikir sultânının, ya’nî “hâfıza kuvveti”nin altında harâc toplayıcı olur, ya’nî vergileri toplayıcı olur. Ve onları muhâfaza eder.

Bu mertebede de “hayâl edilebilirler” ismi “hatırlananlar”a yâhut “muhafaza edilmişler”e intikâl eder.

Daha sonra fikir sultânının tasarrufu altında harâc toplayıcı olan “hâfıza kuvveti” bu hatırlananları veyâ muhâfaza edilenleri bu “tefekkür etme kuvveti”ne arz eder.

Tefekkür kuvveti onların mâhiyyetlerini tetkîk eder; ve birer birer ayırır. Ve bu tetkîk ve ayırma esnâsında onlar hakkında doğru hüküm verebilmek için idâre altındakilere, ya’nî duyulara ve a’zâya, onlardan soru sorara.

Ve daha sonra hak ve bâtıl arasını ayırt eder. Çünkü hissin bir çok yanıltmaları vardır. Örneğin göz hissi güneşi bir kalkan kadar görür.

Bu görüşünü hayâle verir.

Daha sonra hayâl, hâfıza kuvvetine verir;

Ve hâfıza da tefekkür kuvvetine arz eder.

Ve fikir kuvveti güneşin büyüklüğünün bu kadar olduğunu kabûl edip derhâl hükmetmez, tetkîk eder.

Ve güneşin gâyet uzak mesâfede olduğunu ve büyük bir cismin uzaktan küçük görüneceğini düşünür.

Ve bundan dolayı göz hissinin güneşin büyüklüğü hakkında aldandığına hükmeder.

Ve “hatırlananlar” ismi artık “tefekkür edilenler” ismine intikâl eder.

Ve fikir kuvveti onları tetkîk edip kendisinde yanlışlık olan şeyi yalanlayarak âid olduğu hisse geri gönderir; ve ancak doğru olan şeyi kabûl eder.

Ve doğru olarak aldığı şeyler ile aklın huzûruna girer.

Ve fikir, akıl sultânının tasarrufu altında harâc toplayıcı olur.

Ve fikir elindeki şeyler ile aklın huzûruna ulaştığı ve ona dâhil olduğu zaman: “Bu kulağın amelidir; ve bu gözün amelidir; ve bu dilin amelidir” diyerek ve bütün duyuların ve a‘zâların hepsinden çıkan amelleri beyân ederek, ayrıntılı bilgilerden ve amellerden getirdiği şeyleri akla arz eder.

Ve bu şeylerin isimleri artık tefekkür edilenlerden “akledilenler” ismine intikâl eder.

Yardımcı olan akıl da onları alıp kudsî küllî rûha getirir. Ve rûh hakkındaki beyânlar bu kitabın Birinci Bölümün’de geçti.

Daha sonra nefs-i nâtıka, ya’nî insânî nefs, akıl için kudsî küllî rûhdan izin isteyip, müsâadeden sonra akıl huzûra dâhil olur.

Ve ellerinde bulunan bütün akledilebilirleri rûhun önüne koyup ona der ki: “Es- selâmu aleyke ey kerîm efendi ve halîfe olan rûh! İşte vergi toplama görevlilerinin eli üzerinde hazretinin köyleri olan duyular ve a’zâlardan sana ulaşan şey budur.”

Rûh da onları alıp kendisini halîfe kılmış olan kudsî hazrete girer.

Ve secde edici olarak yere kapanır. İşte bu secde “vescud vakterib” ya’nî “secde et, yakın ol!” (Alak, 96/ 19) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulan yakınlık secdesidir. “Ve lillâhi yescüdü men fis semâvâti vel ardı” ya’nî “Yerdekiler ve göktekiler Allah’a secde ederler” (Ra’d, 13/15) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulan ibâdet secdesi değildir. Çünkü evvelki secde huzûrda ve ikinci secde gıyâbda olmuşturr. Ve huzûrda yakınlık; ve gıyâbda ise uzaklık vardır.

Ve huzûrda olan bu secde Hakk’ın kabûl hazretinin kapısını çalmak, ya’nî huzûra konulan şeylerin kabûlünü niyâz etlemektir.

Daha sonra kabûl kapısı açılır.

Ve halîfe olan rûh da başını kaldırır. Bu kabûl tecellîsinde kendisinde oluşan dehşetten dolayı elinden ameller düşer. Çünkü dehşete düşmüş olanda tasarruf kudreti kalmaz.

Kudsî hazretten “Ne getirdin?” diye seslenilir.

Rûh da “Falân çocuğu falânın amellerini getirdim ki, senin kudsî kudretin beni onun üzerine halîfe kılmış idi. Onun duyularından ve a’zâlarından bana toplamakla emrettiğin bütün harâcı ve hâsılâtı görevlilerim vâsıtasıyla bana yükseltti” der.

Hak da “Onu imâm-ı mübîne kabûl edin ki, onu kesâfet âlemine çıkarmazdan önce Ben onu yazmış idim” buyurur. İmâm-ı mübîn hakkındaki îzâhlar Birinci Bölüm’de bulunan terimlerin ibâreleri bahsinde verilmiştir.

Şimdi bu ameller levh-i mahfûzdan ibâret olan “imâm-ı mübîn”de yazılmış olan şeyler olup bir harfi bile eksik olmaz.

Eğer bu ameller sâlih olursa, Hak Teâlâ “Onun yularını İlliyyîn’e çekiniz!” buyurur.

Ve bu ameller emir gereğince oraya yükseltilir ki, bu İlliyyîn makāmı Sidre- tü’l-müntehâ’dadır.

Ve Sidretü’l-müntehâ sûretler âleminin son bulduğu bir makāmdır. Ve onun üstü sûret âlemi değildir.

Fakat eğer bu amellerde zulümler ve lâyık olmayan şeyler bulunursa, onlara semâ kapıları açılmaz. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “İnnellezîne kezzebû bi âyâtinâ vestekberû anhâ lâ tufettehu lehüm ebvâbus semâi” ya’nî “Muhakkak ki âyetlerimizi yalanlayanlara ve onlara kibirlenenlere gök kapıları açılmaz” (A‘râf, 7/40).

Ve bu gibi sâlih olmayan amellerin ulaştığı mahal “esîr feleği”dir. Ve “esîr feleği,” “tabîat âlemi”dir.

Ve yukarıda beyân edilen hitâb gibi burada da hitâb olur.

Ve daha sonra bu ameller emir gereğince Siccîn’e gönderilir. Nitekim Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de:

“İnne kitâbel fuccâri le fî siccîn” ya’nî “muhakkak günahkârların kitâbları elbette siccîndedir” (Mutaffifîn, 83/7).

Ve yine buyurur: “inne kitâbel ebrâri lefî illiyyîn” ya’nî “muhakkak ebrârın kitâbları elbette illiyyîndedir” (Mutaffifîn, 83/18) buyurur.

Ve Hak Teâlâ kudsî rûha Sidre-i müntehâ’da buyurur ki: “Ey kulum! İşte benim emrime uyarak işlenmiş olan bu ameller seni bize yükseltti; ve seni bu yüksek ve ulvî mahalle çıkardı. Kardeşlerine ve arkadaşlarına, ya‘nî kesâfet âleminde senin gibi madde beden elbisesine bürünmüş olan benzerlerine ve akrânına, semâdan aşağıya bak ki, onlardan sâlih ameller çıkmadığı için senin çıktığın makāma çıkmadılar.”

Rûh bu emir gereğince onlara bakar. Kendi hakkında esirgenmeden bol bol verilen ilâhî ihsâna ârif olur.

Bundan dolayı müşâhede ve hitâb etme hâlinden, Hudâ’nın ihsânına dalıp onu düşünmesi nedeniyle meşgûl olur.

Ve bu meşgûliyyet ile müşâhededen perdelenir.

Ve eğer bu perdelenme olmasaydı, rûhun bu kudsî hazretten ayrılması mümkün olmaz idi; ya‘nî huzûrdan ayrılması mümkün olmaz idi. Fakat Allah Teâlâ kelimenin tamamlanması için her bir şeye bir sebep kıldı.

Bilinsin ki, her bir taayyün etmiş sûret ma‘nâsından dolayı nakş edilmiş olan bir “kelime”dir. Ve taayyün eden sûretlerin ezelden ebede sonu yoktur. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: ”lev kânel bahru midâden li kelimâti rabbî le nefidel bahru kable en tenfede kelimâtü rabbî” (Kehf, 18/109) ya‘nî “Denizler Rabb’imin kelimelerini yazmak için mürekkeb olsa, Rabb’imin kelimeleri bitmezden evvel denizler biter idi.”

İnsânî sûret bu taayyün eden sûretler arasında en mükemmelidir. Ve zâhirde ona ilâhî teklîflerin olması bâtında sûretlerin var edilmesi içindir. Bundan dolayı kudsî hazrette dehşete düşmüş olan rûhun his âlemine dönmesi ve kudsî hazretten perdelenmesi lâzımdır ki, onun taayyün etmiş olan sûretinin bozulmasına kadar, ya’nî takdîr edilen eceli gelene kadar kendisinden açığa çıkması takdîr edilen sâlih veyâ sâlih olmayan ameller kendisinde çıksın. Ve bu sûretle de o vücûd kelimesi tamamlansın.

Ve insânî vücûda “kelime” ta’bîr edilmesinin delîli Hak Teâlâ’nın “ve kelimetuhu, elkâhâ ilâ meryeme” (Nisâ, 4/171) ya’nî “Kelimesini Meryem’e nakletti” (Nisâ, 4/71) şerefli sözüdür. Çünkü Hak Teâlâ hazretleri Îsâ (a.s)ın vücûduna “kelime” ta‘bîr buyurmuştur.

Ve amellere “kelime” ta‘bîr edilmesinin delîli de “ileyhi yes’adul kelimut tayyibu vel amelus sâlihu yerfeuhu” (Fâtır, 35/10) ya’nî “Temiz kelimeler ona yükselir. Ve sâlih amel onu yükseltir” âyet-i kerîmesidir. Çünkü temiz kelimelerden olan “Lâ ilâhe illallâh” dilin amelidir.

Ve bu kelimeler kudsî hazrete çıkar.

Ve bu sâlih amele yakın olursa, o sâlih amel onu İlliyyîn’e yükseltir.

Ve ameller ismi rûha ulaştığında akledilirler isminden intikâl eder. Artık ona “rûh” denilir.

Ve soyut rûhlar hâlinde olan o amellere Hak Teâlâ hazretleri baktığında onlara güzellik elbisesini giydirir.

Ve onları Celâl minberi üzerine oturtur.

Ve isimlerini de “rûhlar”dan “sırlar”a nakleder.

Ve zâhirde olan ilâhî teklîfler üzerine, bâtında sûretlerin var edilmesi bu şekilde olur. Ve hûrî ve gılmân ve ağaçlar ve nehirler ve cennet köşkleri, gözlerin görmediği ve kulakların işitmediği ve beşer kalbine gelmeyen bir halde olarak, sırlar âleminde bu sûretle taayyün eder. Ve aynı şekilde bunun aksi olarak yılanlar ve akrepler ve zakkûm ve zebânî ve ateş gibi sûretler de fenâ ve faydasız amellerden peydâ olur. Mesnevî:

Tercüme: “Gönülde yerleşen her bir hayâl, mahşer gününde bir sûret olacaktır. Senin vücûduna gâlib olan bir sîretin sûretiyle senin haşredilmen îcâb eder. Mahşer gününde her arazın bir sûreti vardır. Her bir arazın sûretinin nöbeti vardır. Senin elinden bir mazlûma cefâ eriştiği vakit, o zakkûm cinsinden yetişen bir ağaç olur. Senin bu yılan ve akreb gibi sözlerin yılan ve akreb olup senin nefesini keser.”

İşte “Amelleri tezkiye edin!” ya’nî “temizleyin ve yükselin ve geliştirin!” sözünün ma’nâsı budur. Ve bu söz zavallı gâfil insanlara büyük bir nasîhattır.

Şimdi ameller mertebeden mertebeye intikâl ettikleri için, bu mertebelerin isimleriyle isimlenir. Ya’nî yukarıda îzâh edildiği üzere onlara “hissedilebilirer,” “hayâl edilebilirler,” “hatırlananlar” veyâ “muhâfaza edilenler,” “tefekkür edilenler,” “akledilenler,” “rûhlar” ve “sırlar” isimleri verilir. Oysa o ameller zâtında bir şeydir. Örneğin göz bir sûreti görür. Bu görüş hissedilebilirler mertebesinden “sırlar” mertebesine varıncaya kadar işin aslında gözün amelinden başka bir şey değildir. İsimlerde ihtilâf ancak mertebenin ihtilâfından kaynaklanmaktadır.