11.Bölüm – Toplanan Vergilerin Hazret-i İlâhiyyeye Yükseltilmesi

ONBİRİNCİ BÖLÜM

Toplanan Vergilerin Hazret-i İlâhiyyeye Yükseltilmesi ve Kudsî İmâmın Onlara Vâkıf oluşu ve Onları Melikü’l-Hak Sübhânehû Hazretlerine Yükseltmesi Beyânındadır

Ey kerîm efendi, bilesin ki, —bilmediğini öğretmek değil, bildiğini hatırlatmaktır— muhakkak Allah Teâlâ mülklerin Melik’dir ve Rabbü’l-erbâb ya’nî rabbların Rabb’ıdır ve efendilerin Efendisi’dir. Ve kül ise varlığıyla berâber yokluktur. Çünkü mutlaklık üzere mevcûd olan ancak O’dur. O’nun vücûduna bir başlangıç ve devamlılığına bir son yoktur. Onun hakkında, ilminde zâhir ve bâtın yoktur. Belki eşyânın hepsi, kadîmi ve sonradan olanı; evveli ve âhiri; ve suflîsi ve ulvîsi ancak O’nunla açığa çıktı; ve ancak O’ndan O’na döndü. Ve O’ndan çıkan bir şey ancak O’na çıktı. Şimdi Hak Sübhânehû senin bütün hallerine, gizlisine ve açığına, hepsine vâkıftır. Senden çirkin gördüğü bir şeye vâkıf olmasın; ve seni yasak ettiği yönde bulmasın ve seni emri yönünden kaybetmiş olsun! Sen ise işitir ve itâat edersin.

Ey kerîm efendi olan rûh! Bu bahse “bilesin ki” diye başlamam, sana bilmediğin şeyi öğretmek için değil, belki bildiğin ve fakat cisme yakınlığından dolayı unuttuğun şeyi hatırına getirmek içindir. Çünkü sen aslın olan Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerini ârifsin. Nitekim Mesnevî-i Şerîf’te cenâb-ı Mevlânâ (ra) buyururlar:

Tercüme: “Elbise tenden haberdâr olmadığı gibi, can da tenden ve cisimden haberdâr değildir. Onun dimâğında Allah gamından başkası yoktur.”

İşte sana bu cisim âlemi içinde îkâz ve tenbîh olarak derim ki, muhakkak Allah Teâlâ hazretleri mülklerin Melik’idir; ve rabların Rabb’ıdır; ve efendilerin Efendisi’dir.

Ya‘nî Allah Teâlâ “Ve lillâhi mülküs semâvâti vel ard” ya’nî “Ve göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır” (Âl-i İmrân, 3/189) âyet-i kerîmesi gereğince bütün mülklerin Melik’i ve tasarruf edicisidir.

Ve izâfî vücûdlar âleminde bir diğeri üzerinde tasarruf edici ve terbiye edici olan şeylerin Rabb’ıdır. Çünkü bunlar isimlere âit görünme yerleridir; ve her birinin te’sîri başkadır. Bundan dolayı rabblar farklı farklıdır. Onların hepsinden hayırlı olan Rabb’ül-erbâb ya’nî rabbların Rabb’ıdır. “E erbâbun müteferrikûne hayrun emillâhul vâhidül kahhâr” (Yûsuf, 12/39), ya‘nî “Farklı farklı rabblar mı hayırlıdır, yoksa Vâhid-i Kahhâr olan Allah Teâlâ mı hayırlıdır?”

Ve bu i’tibâr ile efendilerin Efendisi’dir.

Ve O’nun vücûduna ve varlığına bir başlangıç ve devamlılığına bir son da yoktur. Ya’nî O’nun varlığının başlangıcı ve sonu yoktur.

Ve O’nun ilminde zâhir ve bâtın i’tibârları yoktur. Ya’nî şu şey Hak Teâlâ’nın ilminden bâtındır; ve şu şey O’nun ilmine zâhirdir denemez. Oysa bizim ilmimizde bu i’tibârlar mevcûddur. Çünkü bize göre ma’lûm vücûd bizim vücûdumuzun gayrıdır. Fakat Hak Teâlâ hazretlerine göre böyle değildir.

Belki eşyânın hepsi, kadîmi ve sonradan olanı; ve evveli ve âhiri; ve suflîsi ve ulvîsi, ancak O’nun vücûdu ile açığa çıktı. Bundan dolayı Hak Teâlâ hazretleri “e lâ innehu bi külli şey’in muhît” (Fussılet, 41/54) âyet-i kerîmesinde buyrulduğu üzere zâtıyla bütün eşyâyı ihâta etmiştir. Ve O’nun mutlak vücûdu bütün eşyâya sirâyet etmiştir. “ve hüve meaküm eyne mâ küntüm” ya’nî “Ve siz neredeyseniz O sizinledir” (Hadîd, 57/4). Böyle olunca O’nun ilminde bâtın olma ve zâhir olma i’tibârları olamaz. Zâhir olma ve bâtın olma i’tibârları ancak O’nun vücûdunun mertebelerine göredir.

Ve aynı şekilde eşyânın tamâmı ancak O’ndan O’na döndü. Çünkü O’nun vücûdundan peydâ olan kâinât bozulduğu vakit, yine kendi aslı olan O’nun vücûduna döner. Ve O’ndan çıkan ve peydâ olan bir şey, ancak yine O’na çıktı. Çünkü O’nun vücûdunun sınırı yoktur ki, O’ndan çıkan şey o sınırı geçip başka bir mahalle çıksın.

Bilinsin ki, Hakk’ın mutlak vücûdu latîfin daha latîfinden daha latîftir; ve bu mertebe “zât’ın özü”dür. Tefekkür ile aslâ idrâk edilemez; ve bu mertebeden bahsetmek mümkün olmadığı için câiz değildir.

Ve bizim “fezâ” dediğimiz sâha vücûdun aynı olup sonsuzdur. Sayısız ve hesapsız bir şekilde var olup bozulmakta olan âlemler bu vücûdda var olur ve bozulur. Bu vücûdun tenezzül mertebeleri vardır ki, “vahdet mertebesi,” “vâhidiyyet mertebesi,” “rûhlar mertebesi,” “misâl mertebesi,” “şehâdet âlemi mertebesi” ve “insan mertebesi”dir. Bu mertebeler hakkındaki ayrıntılar fakîr tarafından Fusûsu’l-Hikem’e yazılan şerhin Önsöz’ünde açıklanmış ve beyân edilmiştir. Vücûdun “vâhidiyyet” mertebesinden sonraki tenezzüllleri ve tecellîleri, bu vâhidiyyet mertebesinde sâbit olan isimlere âit sûretler dolayısıyla ve i’tibârî gayrılık sûretiyledir. Bundan dolayı her bir mertebe Hakk’ın mutlak vücûdunun kesîfleşmesiyle olmuştur. Nitekim Ebu’l-Hasan Gûrî hazretleri buyurur:

“Tenzîh ederim o ecell ve a’lâ zâtı ki, nefsini latîf kılıp ona Hak ismini verdi; ve kesîf kılıp ona da halk ismini verdi.”

Bundan dolayı eşyânın hepsi kadîmi ve sonradan olanı, evveli ve âhiri ve suflîsi ve ulvîsi ancak O’nun vücûduyla açığa çıktı.

SORU: Sen her şeye Hakk’ın, zâtıyla sirâyet ettiğini söyledin. Oysa vücûdda leş ve pislik vardır. Bunlar da Hakk’ın vücûdu mudur?

CEVAP: Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) bu soruya “Men Arefe Nefsehû fakad Arefe Rabbehû” risâlelerinde cevap verip buyururlar ki: “Bizim sözümüz leşi leş ve pisliği pislik görmeyen kimseyedir. Leşi leş ve pisliği pislik gören kimseye sözümüz yoktur.”

SORU: Leş, leş olduğu halde onu leş görmemek nasıl olur?

CEVAP: Leş insanın taayyününe göre leştir. Leş içinde yaşayan hayvânlara göre leş değildir, belki ni’met ve rızıktır. Nitekim pislik böceği, insan indinde mu‘teber ve güzel olan gülün içine konulursa helâk olur. Fakat pislik içinde yaşar ve ni’metlenir. Bundan dolayı vücûdda mutlak çirkinlik yoktur. Belki çirkinlik ve güzellik i’tibârîdir. Hakîkate bakıcı olan kimse leşi mutlaka leş görmez. Leşi leş gören kimse hakîkatten yana perde içinde kalan kimsedir ki, bu gibi kimselere ilâhî hakîkatleri ve bilgileri açmak câiz değildir. Ve bunlara karşı bu konuda söz söylemek uygun olmaz.

Şimdi Hak Sübhânehû senin bütün hallerine, gizlisine ve açığına, kısaca hepsine vâkıftır. Çünkü yukarıdaki îzâhlara göre sâbit oldu ki, Hak Sübhânehû hazretleri seninle berâberdir. Belki senin zâhirin ve bâtınındır. Böyle olunca, senden açığa çıkmasını çirkin gördüğü bir şeye vâkıf olmasın. Ve seni yasak etmiş olduğu şeylerin tarafında bulmasın. Ve seni emrettiği şeyler tarafından kaybolmuş bir halde görmesin. Ey rûh, senin halîfe kılıcın olan Hak Teâlâ sana işitme sıfatı ve itâat koymuştur. Emrini işitir ve itâat edersin.