ŞEYTÂNÎ TEZKİRE (FERMÂN-HATIRLATIŞ)
Emrî değil, ilâhî irâdî emir geçerli olur. İnsânî halîfe üzerine sınırların aşılması ile ve haramları içe saymakla ve küfür ve şirk ve zulüm ve hased ve meşrû olmayan şeylerle ve benim gayrıma ibâdet ile in! Eğer her hangi bir emirde sana vefâ ederse, ondan diğer bir emre geç! Sen onu elbette üç halden birisi üzerine bulursun: Ya benim ile; ya melek ile; ya nefs ile. Eğer benim ile bulursan o hangi kısımda ve hangi isimdedir? Ona bak! Ve mülkün olan memleketinden in; hakîkat cinsinden olan hayâl âleminden sakın ki, o onda benim ile berâberdir, tâ ki evliyâm için mâsumluğumun ve onlar için korumamın ve onlar üzerine olan kıskanmamın nasıl olduğunu göresin. Şimdi fiillerime ve sıfatlarıma tenezzül ettiği vakit, fermânında olan şeyden ona naklet! Eğer kabûl ederse, bu vakitte o senin içindir. Daha sonra tövbe edip döndüğünde onun günâhı senin üzerinedir ki, sen onunla cehennem ateşinde dâimî olarak ebedî azâb görücü olursun. Ve eğer bana şirk koşarsa o senin içindir. Ve onun azâbı onun ve senin üzerinedir. Ve eğer onu melek ile berâber bulursan, onunla savaş! Eğer üstün gelirsen, ben kalırım. Eğer kulumu zelîl edersem, onun nâsıyesi senin mülkündür. Ve eğer onu yardım görücü kılarsam iki husûs olur: Ya senden kabûl etmemesi, yâhut kabûl edip ondan dönmesidir. Ve ben onun için bana yakınlık olarak uzaklık ta’yin etmem. Ve senin hîlen sana döner. Ve eğer onu nefs ile berâber bulursan, o nefse hemen olacak şeyleri süslü göster ve ona emeli kolaylaştır! Ve eğer onunla meşgûl olursa naklet! Çünkü o senin için bu hâl içinde itâat edici kuldur. Oysa ben yardım etmekle etmemek arasında onunla berâberim. Onun hakkında ilmim ile hükmederim. Ve ben Alîm ve Kadîr’im.
Ya’nî bu şeytânî fermân, teklîfî emrin değil, ilâhî irâdî emrin geçerliliği içindir. Bilinsin ki, cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) efendimizin Fusûsu’l-Hikem’de Ya’kûb Fassı’nda beyân buyurdukları üzere emir ikidir:
Birisi teklîfî emirdir ki, bu emir enbiyâ (aleyhimü’s-selâm) vâsıtasıyla şehâdet âleminde kullara tebliğ buyrulur.
Diğeri irâdî emirdir ki, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri kulların sâbit ayn’larının isti’dâdlarıyla taleb ettikleri hâlin açığa çıkmasını irâde buyurur. Kulun isti’dâd lisânı ile taleb ettiği hâl saâdet ise saâdetine ve şekâvet ise şekâvetine ilâhî hüküm bağlanır.
Da’vet esnâsında enbiyâ (aleyhimü’s-selâm)dan kader sırrı örtülü olduğu için, onlar teklîfî emri herkese eşit düzeyde teblîğ ederler. Onlar da’vet ettikçe şakîlerin şekâveti ve saîdlerin de saâdeti artar. Bundan dolayı enbiyâ (aleyhimü’s selâm) hazarâtı tabîbler gibidirler. Bir hastanın sonu kesin olarak helâke ise, tabîb onu tedâvî ettikçe hastalığı şiddetlenir; ve tabîb hayrette kalır.
Şimdi Hâdî isminin görünme yeri olan enbiyâya teklîfî emir ulaştığı gibi, Mudill isminin görünme yeri olan İblîs’e de aynı şekilde teklîfî emir ulaşır. Ve her iki tarafta da bu teklîfî emir değil, ilâhî irâdî emir geçerli olur. Çünkü hakîkatte hidâyet enbiyâ (aleyhimu s-selâm)’ın ellerinde olmadığı gibi, dalâlete sürüklemek de İblîs’in elinde değildir. Nitekim Nebiyy-i zî-şân hakkında Hak Teâlâ hazretleri:
“İnneke lâ tehdî men ahbebte ve lâkinnallâhe yehdî men yeşâ’” (Kasas, 28/56) ya’nî “Ey Habîbim, sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin; velâkin Allah Teâlâ dilediğini hidâyete ulaştırır.”
Ve aynı şekilde İblîs hakkında buyurur: “İnne ibâdî leyse leke aleyhim sultânun” (Hicr, 15/42) ya’nî “Ey İblîs, benim kullarım vardır ki, onlar üzerinde senin kuvvetin geçerli değildir.”
Bu ön bilgiler anlaşıldıktan sonra şeytânî fermânın ifâdesi anlaşılır:
Ey İblîs, insânî halîfe üzerine in de, ona şerîat sınırlarını aşmayı ve ilâhî emirlere hürmetsizliği ve küfür ve inkârı ve şirki ve türlü zulmü ve hasedi ve türlü rezîlliği ve meşrû olmayan işleri ve benim gayrıma ibâdeti ihtâr eyle; ve bunları yapmaya teşvik et! Eğer bunlardan her hangi bir emirde sana vefâ eder ve senin ihtârına uyarak bunu yaparsa, diğer bir emre geç! Meselâ ona şarap içmeyi ihtâr et! Eğer buna uyarak içerse zinâyı ihtâr et! Onu da yaparsa birini öldürmeye teşvik et; ve onu da yaparsa nebîleri ve şerîatları yalanlamaya da’vet et; bunu da kabûl ederse Hâlık’ı inkâr etmeyi naklet!
Ey İblîs, indiğin vakit, insânîyi elbette üç hâlin biri üzerinde bulursun: Ya benimle; ya melekle; veyâhut nefisle bulursun.
Eğer benim ile bulursan onun hangi kısımda ve hangi ismin tecellîsi altında bulunduğuna bak! Ya’nî benim ile bulduğun insan tevekkül ve sabır ve rızâ gibi muhtelif kısımlardan hangi kısımda benim ile berâberdir. Ve bu kısımlarda ilâhî isimlerimden Mu’izz ve Müzill ve Mu‘tî ve Mâni’ gibi hangi isimlerin tecellîsi altında bulunmaktadır. Senin mülkün olan tabîat ve kesâfet memleketinden onun o hâline göre in! Çünkü o her ne kadar benim ile berâber ise de, senin memleketin olan tabîat âlemi içindedir. Bundan dolayı bu maddesel kesâfet içinde, örneğin tevekkül kısmında duran ve Mâni’ isminin tecellîsi altında olup fakr ve zarûrete düşmüş olan insana, tevekkülünü bozacak nakillerde bulun. Fakat hakîkat cinsinden olan hayâl âlemine girmekten sakın ki, o insan o latîf olan hayâl âleminde benim ile berâberdir. Çünkü bu insan senin memleketin olan kesâfet ve tabîat âleminden çıkıp hakîkat âlemine dâhil olmuştur. Ve şeytanlar hakikat semâsına çıkamazlar. Ve orada şeytalar için aslâ musallat olma ve tasarruf yoktur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur: “Ve hafıznâhâ min külli şeytânin recîm; İllâ menisterakas sem’a fe etbeahu şihâbun mubîn” ya’nî “Ve Biz, onu kovulmuş şeytanların hepsinden muhafaza ettik; Ancak kim duyma hırsızlığı yaptıysa, o zaman onu açıkça yakıcı bir ateş parçası tâkip etti.” (Hicr, 15/17-18)
Bilinsin ki, yukarıda da ilgisi dolayısıyla bildirildiği üzere, “hayâl” biri hak, diğeri bâtıl olmak üzere iki kısım sayılmıştır. Hak olan hayâl Hâdî isminin ve bâtıl olan hayâl de Mudill isminin etkileri altındadır. İblîs hakîkat cinsinden olan hayâl âlemine giremez ise de, evhâm cinsinden olan hayâl âlemine dâhil olur; ve onda dilediği gibi tasarruf eder. Şimdi evliyâullâhın tuzağı olan hayâller, Mesnevî-i Şerîf’te beyân buyrulduğu üzere, ilâhî ilimde sâbit olan sâbit ayn’ların yansımaları ve gölgeleridir. Mesnevi:
Tercüme ve izâh: Evliyânın tuzağı olan o hayâller Hudâ bostanının ay yüzlülülerinin yansımasıdır. Yânî evliyânın hayâller tuzağı nefsânî hevâ olmayıp, belki Hudâ’nın bostanı olan ma’nâlar âleminin ay yüzlülerinin yansıması, yânî ilâhi ilmi sûretlerdir
İblîs’in bu hayâllerde aslâ tasarrufu olamaz; çünkü bunlar sâbit hakikatlerdir. Ve ilâhî kıskanma İblîs’i bu âlemden uzaklaştırı. Nitekim fermanda buyrulur: “Tâ ki evliyâm için mâsumluğumun ve onlar için korumamın ve onlar üzerine olan kıskanmamın nasıl olduğunu göresin!”
Şimdi ey İblîs, insânî halîfe fiillerimin ve sıfatlarımın mertebesi olan tabîat ve kesâfet âlemine beşeriyeti dolayısıyla tenezzül ettiği vakit, seni bu mertebede tasarrufa me’zûn kılışım yönüyle, fermânında olan şeyden ona bir şey naklet; eğer kabûl ederse, bu vakit o senin içindir. Nitekim biraz yukarıda bu husûsta bunu ifâde eden îzâhlar verilmiş idi. Eğer o kimse senin nakillerinden bir şey kabûl ettikten ve bunu yaptıktan sonra, o âsilikten tövbe edip dönerse onun günâhı senin üzerine olur; ve sen o günâh sebebiyle cehennem ateşinde dâimî olarak ebeden azâb görücü olursun. Ve o, “Günâhından tövbe eden kimse günâh yapmamış olan kimse gibidir” hadîs-i şerîfi gereğince bu âsilikten kurtulur. Ve eğer sen ona şirki nakledersen ve o da onu kabûl ederse, o senin için olur. Ve o şirkin azâbı hem onun üzerine ve hem de senin üzerinedir.
Ve eğer onu melek ile berâber bulursan, o melek ile savaş! Çünkü onun nakilleri senin nakillerinin zıddıdır. İki zıd ise bir arada olmaz. Eğer bu savaş netîcesinde meleğe gâlib gelirsen ve meleğin nakilleri kesilirse, zâtî ihâtam dolayısıyla, Ben kalırım. Ve eğer sana fırsat vererek kulumu senin kahır ve tasarruf elinde zelîl edersem, onun nâsıyesi senin mülkündür. Çünkü sana mağlûb olan kullarımın nâsıyeleri Mudill isminin elindedir. Ve bu isim onları kendi doğru yolu üzerinde çekip götürür. Ve eğer kulumu yardım görücü kılarsam iki hâl oluşur:
Ya senin nakillerini kabûl etmez ve yapmaz;
Veyâhut kabûl edip yaptıktan sonra onda ısrâr etmeyerek salâh hâline döner.
Ve Ben bu iki halden dolayı onun için Bana yakınlık olarak uzaklık ta’yîn etmem. Ya’nî zâtî ihâtası dolayısıyla Hak Teâlâ her şeye o şeyin kendisinden daha yakındır. Uzaklık, kulun bakışına ve Hakk’ın mâsivâsında gark oluşuna göre, izâfî ve i’tibârîdir. Hakîkatte Hak’tan yakın hiç bir şey yoktur. Bundan dolayı şeytânî nakillere uyarak, kul bir fenâlık yapıp tövbe edince, Hak Teâlâ bu hakîkî yakınlık içinde, ona izâfî ve i’tibârî uzaklığı ta’yîn etmez. Çünkü şeytânî nakilleri kabûl etmeyen; ve kabûl edip yaptıktan sonra da tövbe ve istiğfâr eden kimsenin bakışı Hakk’adır. Bu ise hakîkî yakınlık içinde i’tibârî yakınlıktır. Bundan dolayı o kimse için uzaklık yoktur. Şimdi ey İblîs, kulumun bu hâli içinde senin hîlen sana dönük olur; ve sen onunla azâblanırsın.
Ve eğer onu nefs ile berâber bulursan, o nefse dünyânın hemen olan lezzetlerini süslü bir halde göster. Ve ona bir takım dünyevî amelleri kolaylaştır! Örneğin o nefse de ki:
“Sen fakirsin, nefis yemekler yemeye ve güzel bir evde oturmaya kudretin yoktur. Ticâret et!” Ve ticârete de başlayınca de ki:
“İşte görüyorsun ki, doğruluk içerisinde alıp satmak ancak kendine yetecek kadarına yardımcıdır. Bundan dolayı çok para kazanmak için hîle lâzımdır. Malı müşterilere eksik ver ki, sermâyen artsın!..” O kimsenin eline böyle gayr-i meşrû’ şekilde bir miktâr fazla meblağ geçince de, de ki:
“Bu para ile kumar oyna ki, bir anda eline daha çok meblağ girsin!” Kumarda para kazanınca da, de ki:
“İşte bak, şimdi oldukça zengin oldun. Umûmhânelerde güzel kadınlar var. Oraya git ye iç ki, dünyevî hemen gerçekleşen lezzetlerden istifâde edersin.
Ve eğer o kulum senin durmaksızın yaptığın nakillerini yavaş yavaş kabûl ederse ve yaparsa, ona istediğin kadar nakillerde bulun! Çünkü o bu hâl içinde sana itâatkârdır. Ben ise o kuluma yardım etmekle etmemek arasında onunla berâberim. Onun hakkında ilmim ile hükmederim. Ya‘nî sen kulumu mağlûb ederek onu helâke sürüklediğin zaman, benim onun hakkındaki hükmüm, onun ezelde ilâhî ilmimde sâbit olan hakîkatine ve sâbit ayn’ına göredir. Eğer ezelde isti’dâd lisânı ile şekâveti taleb etmiş ise şekâvetle hükmederim; ve eğer saâdeti taleb etmiş ise, ona yardım edip onun yakasını senin elinden kurtararak saâdetine hükmeylerim.
Ve ben Alîm-i Kadîr’im. Ya’nî kudretim irâdeme; ve irâdem de ilmime; ve ilmim de ma’lûm olan kulların sâbit ayn’larına tâbi’dir.
VAllâhü’l-Hâdî!