NEFSÂNÎ TEZKÎRE (FERMÂN-HATIRLATIŞ)
Berzâha âit nefse gelmeyen ilâhî emir geçerli oldu. Dünyâda kendisinin râhatı onda olan ve âhirette onun hakkında onun üzerine taleb olmayan ve onun için bizim indimizde mükâfât bulunmayan şeyi işlememeyi insânî halîfeye ihtâr et! Eğer sana icâbet ederse o senin içindir, benim için değildir. Ve eğer senden yüz çevirirse o benim içindir, senin için değildir. Yâhut vaktine göre onun için olan kimse içindir. Ve muhakkak sen onu, üçün biri üzerine bulacaksın. Ya benim ile; ya melek ile; yâhut şeytan ile. Şimdi onu benim ile bulursan ona git! Çünkü senin fariğ olman bir meşgâle olur ve perdesini kaldırır ve onu saîd eder. Eğer onu melek ile bulursan edebli ol! Ve melek azarlamayla ya onun gaflet ve hatâsı ile ayrılıncaya kadar, bekle! Ve bu durumda bunu ona ihtâr et! Ve eğer onu şeytân ile bulursan şeytana zahmet verip ikisinin arasına gir ve levm etme ile gel! Ve sen onun üzerine şeytanı gâlib kılma! Onun hakkında kuvvetini kullan ve ona hîle et! Çünkü onun hîlesi zayıftır. Ve getirdiğin şey üzerine sâbit ol; ve onun üzerine çeşitlenme! Çünkü o sana dönecektir.
Ya’nî bu nefsânî fermânda, latîf olan berzâha âit nefse değil, belki kesîf olan dünyevî nefse ilâhî emir geçerli oldu. O emir de şudur:
Ey nefis, sen insânî halîfeye öyle bir şey ihtâr et ki, o şey içinde onun dünyada râhatı ve lezzeti vardır. Ve insânî halîfe dünyâda kendisinin râhatı ve lezzeti olan o şeyi yaptığı zaman artık âhirette o şey hakkında ve onun yapılması üzerine bir bedel taleb edemez. Ve o şey için bizim indimizde aslâ mükâfât yoktur. Örneğin, insan ben dünyâda tam bir iştihâ ile lezzetli yemekler yedim; ve lezzetli şerbetler içtim; ve kaba döşeklerde rahat rahat uyudum. Bundan dolayı âhirette de bu fiillerimin bedelini beklerim, diyemez. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur: “Ve men kâne yurîdu harsed dünyâ nû’tihî minhâ ve mâ lehu fîl âhireti min nasîb” (Şûrâ, 42/20). Ya’nî “dünyâ kazancını murâd eden kimseye biz onu veririz. Ve onun için âhirette nasîb yoktur.”
Eğer o insânî halîfe, senin bu ihtârlarını kabûl ederse, o sana mahsûs olur; ve senin tasarrufun altında bulunur. Benim için değildir, ya’nî o kimse nefsin kuludur, Allâh’ın kulu değildir. Ve eğer senin dünyevî râhat ve lezzete olan da’vetine icâbet etmeyip de, şerefli rızâm için senden yüz çevirirse, o kimse bana mahsustur, senin için değildir. Ya’nî o, Allâh’ın kuludur, nefsin kulu değildir. Yâhut senden yüz çevirmesi ve senin ihtârlarını kabûl etmemesi ve yapmaması, bir kimsenin te’sîrinden dolayı olursa, bu insan kendisine te’sîri olan kimse içindir. Bu bahsi îzâh etmek için cenâb-ı Mevlânâ (ra) efendimizin Fî-hi Mâ-fih ismindeki yüce eserlerinden aşağıdaki yüksek beyânlar yeterlidir:
“Peygamber’imiz (sav) Efendimiz “Âlimlerin şerlisi emîrlerin ziyâretine gidenler; ve emîrlerin hayırlısı âlimleri ziyâret edenlerdir. Fakîrin kapısına giden emîr ne güzel emîrdir; ve emîrin kapısına giden fakîr ne fenâ fakîrdir!” buyurmuşlardır. Halk bu hadîs-i şerîfin zâhirini alıp âlimlerin şerlilerinden olmamak için, bir âlimin emîrin ziyâretine gitmesinin câiz olmadığını söylerler. Oysa bu yüksek sözün şerefli ma‘nâsı onların zannettikleri gibi değildir. Ve belki onun ma‘nâsı budur ki, âlimlerin şerlisi emîrlerden yardım uman ve salâhı ve doğruluğu emirler vâsıtasıyla olan ve onların korkusundan salâha gayret eden kimsedir. Ve onun emîrleri ziyâret husûsunda bildiği niyyet, emîrlerin kendisine ihsân etmesi ve hürmet eylemesi ve mevki’ vermesidir. Bundan dolayı o âlim, emîrler sebebiyle salâh kazanır ve cehâletten ilme gider. Ve âlim olunca onların idâresinin korkusundan dolayı edebli olur. Ve ister istemez bu hâle uygun olan yol üzerinde yürür. Görünüşte, gerek emîr onun ziyâretine gelsin ve gerek o emîrin ziyâretine gitsin; her şekilde o, emîri ziyâret eden ve emîr onun tarafından ziyâret edilen olur. Fakat bir âlim, emîrler sebebiyle ilim ile vasıflanmış olmayıp, belki onun ilmi evvelen ve âhiren Hak Teâlâ hazretleri için olmuş olursa, gidişi ve çalışması doğru yol üzerinde olur. Çünkü onun tabîatı ancak budur. Balıklar sudan başka bir mahalde yaşayamadıkları gibi, o âlim de o tavırdan başkasına kādir olamaz. Ve ondan o hâl gözükür. Böyle bir âlimin aklı tedbirli ve koruyucu olur. Çünkü onun zamanındaki bütün halk, gerek bilsinler gerek bilmesinler, onun heybetinden korunmuş olup yansıyan ışığından yardım isterler. Eğer böyle bir âlim, görünüşte emîrin ziyâretine gitse bile, emîr ziyâret eden ve o âlim ziyâret edilen olur. Çünkü bütün hallerde emîr ondan istifâde eder ve yardım görür. Ve o âlim ise emîrden ganîdir; güneş gibi nûr bahşedicidir. İşi lütuf ve bahşiştir.”
İşte yukarıdaki îzâhlar gereğince, böyle bir kimse salâh ve doğruluk yolunda sâlik olsa bile “Allâh’ın kulu” değildir; belki kendi üzerinde te’sîr edici olan kimsenin kuludur.
Şimdi ey nefs, sen insânî halîfeyi üç hâlin birisi içinde bulacaksın: Ya‘nî ya benim ile; veyâ melek ile; veyâ kendi şeytanı ile berâber bulacaksın.
Eğer onu benim ile berâber bulursan ona git ve yönel! Çünkü senin sıfatından fariğ olman bir meşgale teşkîl eder; ve perdeni kaldırır, ve o sebeple saîd olursun. Ve insânî yükselmeler nefs sebebiyledir. İnsan durmaksızın kendisine saldıran nefsî sıfatlar ile mücâhede ettiği için ilâhî yakınlığa nâil olur.
Eğer onu melek ile bulursan edebli ol; ve aralarına girme! Bekle ki, melek azarlamakla, ya‘nî “Bu fiilin hoş değildir, niçin yaptın, bu fiil sana lâyık değil idi?” tarzında nakillerde bulunsun; veyâhut dünyevî tantana gafletine dalsın ve işlerinde hatâlı olsun da melek ondan ayrılsın ve naklettiklerini katletsin. Bundan dolayı melek ondan ayrılınca, sen bu nakilleri ona ihtâr et; ve onu gaflet ve hatâdan îkaz eyle!
Ve eğer onu şeytan ile bulursan şeytana zahmet verici ol; ve ikisinin arasına gir! Ve levvâme sıfatı ile zâhir ol! Ya‘nî onun şeytânî nakillere uyarak işlediği fiilinden dolayı ona pişmanlık naklet! Ve onun üzerine şeytanı gâlib kılma! Ve onu şeytanın tasarrufu altında bırakma! Ve onun hakkında kuvvetini kullan ve ona hîle eyle! Çünkü şeytanın hîlesi ve tuzağı zayıfıtr. Nitekim “inne keydeş şeytâni kâne daîfâ” ya’nî “Muhakkak ki şeytanın hîlesi zayıftır” (Nisâ, 4/76) buyrulur.
Bilinsin ki, şeytan zâhir değildir ve onun fiili ancak naklettiklerinden sâbittir. Nefs ise zâhirdir. Bundan dolayı nefs amellerini şerîat hükümlerine uydurdukça şeytana üstün gelmesi muhakkaktır. Örneğin şehvete âit kuvvet kendisine gâlib olan bir kimseye şeytan zinâyı nakleder. Bu ancak bir hâtıradır. Nefs şehvetini nikâhlısıyla kazâ ettiği takdîrde, hem şeytana üstün gelir ve hem de mükâfât kazanır. Diğer fiiller de buna kıyaslansın.
Şimdi ey nefs sen bu şekilde insânî halîfeye getirdiğin şey ne ise onun üzerine sâbit ol! Onun üzerine çeşitlenerek ve halden hâle geçerek zâhir olma ki, ne yapacağını bilemeyerek şaşırıp kalmasın. Çünkü bütün mertebelerde onun dönüşü sanadır. Ya’nî senin nefs-i emmâre, nefs-i levvâme, nefs-i mülhime ve nefs-i mutmainne ve nefs-i râzıyye ve nefs-i marzıyye ve nefs-i kâmile mertebelerinde, o insânî halîfe hep seninle berâberdir.