Kul der ki, mutasavvıflar (rızvânullâhi aleyhim) hazretlerinin âdeti bu bakış ve i‘tibârda, aralarında az bir benzerlik ve cüz’i bir sıfat sebebiyle istiâreler ya’nî benzetmeler ve mecâz türünden Arab’ın sözlerindeki mecrâsında geçerli oldu.
Ve Kur’ân’da bu türden çoktur. Çünkü Kur’ân Arapça lügatı üzerine geldi. Nitekim (Sav) Efendimiz “Kur’ân benim lisânımla indi ki, apaçık olan Arapça lisânıdır” buyurdu. Ve onun misâli Hak Teâlâ’nın ;
“veştealer re’su şeyben” ya’nî “ve baş ihtiyar olarak tutuştu” (Meryem, 19/4) ve “ke serâbin bi kîatin” ya’nî “çöllerdeki serap gibidir” (Nûr, 24/39) ve “ke remâdinişteddet bihir rîhu” ya’nî “şiddetli rüzgârın savurduğu kül gibidir” (İbrâhim, 14/18) ve “ke meseli safvânin aleyhi turâbun” ya’nî “onun misâli düz kaya üzerindeki toprağa benzer” (Bakara, 2/264) ve “cidâren yurîdu en yenkadda”ya’nî “yıkılmayı irâde eden bir duvar” (Kehf, 18/77) ve “Ves’elil karyetelletî künnâ fîhâ vel îrelletî akbelnâ fîhâ” ya’nî “Ve içinde bulunduğumuz beldeye ve bizimle berâber olan kāfileye sor” (Yûsuf, 12/82) ve “fe lemmâ tecellâ rabbühü lil cebeli” ya’nî “Rabb’i dağa tecellî ettiği zaman” (Arâf, 7/143) sözüdür.
Allah Teâlâ onlardan râzî olsun! Sûfiler i‘tibârlarında bu yol üzere devâm etti. Şimdi biz daha önce bahsedildiği üzere, insan hakkında âlimin nasıl baktığını, sana kısaca ve yaklaşık olarak anlatırız. Ve bu, senin mevcûtlardan, senden hâriç olan şeye bakmandır. Ne zamanki senin gözün her hangi bir mevcûd üzerinde o mevcûda gâlib olan sıfat üzerine oldu ki, o sıfat sebebiyle tanındı. Ve ne zamanki ondan haber veren ve ona delîl olan bu sıfatı ârif oldun, gerek onun nefsî ya’nî kendine âit sıfatı olsun ve gerek onun üzerine gâlib olan sıfat olsun… Daha sonra bu sıfata ayniyle bakarsın, ister istemez onu insanda bulursun. Şimdi ondan insana gidilir. Bu sıfatın müşâhedesi onun sıfatı olan bir isimdir. Ahmaklık gibi ki, o eşek üzerine gâliptir. Hayvandan ondan başkasında yoktur. Şimdi biz onu “ahmak” olarak gördüğümüzde, insan hakkında, eşektir, deriz. Yâhut onu şiddetli olarak parçalamaya istekli gördüğümüzde, arslandır, deriz. Ve bu bakış açısının benzeri aynı şekilde mübârek sırlar hakkında da vardır. Meselâ güneş ve aya bakarsın. Güneşi rûh ve ayı nefis için yaparsın. Ve bunun beyânı budur ki, bu kitab dâhilinde bildirilen şey gereği üzere, nefis kemâl ve noksan sâhibidir. Onun kemâli akıl ve ilim iledir. Ve noksânı cehâlet ve şehvetler iledir. Ve nitekim ayın noksânına yeryüzü sebep olur. Ve o, âlemden en aşağı olandır. Aynı şekilde nefsin noksânı ancak şehvetlere girişmektendir. Ve onun mahalli aşağıların aşağısıdır. Ve yeryüzü güneşin nûru ile parladığı gibi cisimler de, rûhun nûru ile parlar. Şimdi bunun benzerlerine varıncaya kadar, eşyâyı olduğu hâl üzere keşf edersin. Bu, zikri uzun olan şeydir. (14)
“Kul der ki” ta’bîriyle Hz. Şeyh (ra) kendi mübârek nefislerine işâret buyurur. Çünkü tasavvuf ehlinin en son makamı “Abdullâh” olmaktır. Ve zâhirî ve bâtınî bağlantılardan kurtulmadıkça “Abdullâh” olmak mümkün değildir. Ve insan, kalbinin bağlı olduğu şeyin kuludur. Kalbinde nefs muhabbeti olanlar “nefsin kulu” ve mâl muhabbeti olanlar “mâlın kulu” ve makâm ve mevkî’ muhabbeti olanlar “makâm ve mevkî’nin kulu”dur. Diğerlerini de buna kıyâs et! Beyt:
Tercüme: “Bir kıl ucu kadar bağlılık olursa mahrûmluk yerindedir. Her kimin bu bağlılık kuşağı varsa, ilâhî haremde nâ-mahremdir.”
İşte bu sebeple şân-ı âlîlerinde “Mâ zâgal basaru ve mâ tegâ” ya’nî “Bakış kaymadı ve haddi aşmadı” (Necm, 53/17) buyrulan (Sav) Efendimiz hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de
“Subhânellezî esrâ bi abdihî” ya’nî “Sübhandır O ki kuluna esrâ ettirdi (gece yürüttü)” (İsrâ, 17/1) ve
“E leysallâhu bi kâfin abdehu” ya’nî “Allah kuluna kâfi değil mi?” (Zümer, 39/36) ve
“Tebârekellezî nezzelel furkâne alâ abdihî” ya’nî “Ne mübârektir O ki kuluna Furkân’ı indirdi” (Furkân, 25/ 1) buyrulmuştur.
Ve Hz. Şeyh (ra) “Kul der ki” ta‘bîriyle kendilerinin “Mâ zâgal basaru ve mâ tegâ” ya’nî “Bakış kaymadı ve haddi aşmadı” (Necm, 53/17) vasfında (Sav) Efendimiz’in vârisi olduğuna işâret buyururlar. Ve diğer taraftan da yukarıda “Allah Sübhânehû ve Teâlâ sübhân olan zâtı vitr ya’nî tek olmaklıkla münferid olmak için âlemi şef’iyyet ya’nî çift olmaklık içinde meydana çıkarmayı murâd eyledi. Bundan dolayı Vâhid, Ferd ismi sâbit oldu; ve Efendi köleden ayrıldı” ibâresinde beyân buyurdukları ma’nâyı ihtâr ederler. Ya’nî salt ilâhî kul olan bu kitabın yazarı der ki:
Allah Teâlâ hepsinden râzî olsun, mutasavvıflar hazretlerinin âdetleri bu bakış ve i’tibârda, ya‘nî âlem ile insana bakmakta ve bu bakış neticesinde ibret almakta, Arab’ın sözlerinde riâyet ettikleri mecrâda geçerli oldu. O mecrâ da budur ki, Araplar az bir benzerlik ve cüz’î bir sıfat sebebiyle sözlerinde istiâre ya’nî benzetme ve mecâz kullanırlar. Ve Kur’ân’da bu tür benzetme ve mecâz çok kullanılmıştır. Çünkü Kur’ân Arapça lisânı üzere indi. Ve Arab’ın âdeti, kelâmda benzetme ve mecâz kullanımı olduğundan Kur’ân’da da bu âdete riâyet buyruldu. Kur’ân’daki misâllerden birisi Meryem sûresinde olan:
“veştealer re’su şeyben” (Meryem, 19/4) ibâresidir. Zekeriyya (as)’dan naklen buyrulur ki “Baş ihtiyar olarak tutuştu.” Bundan “saçlarım ağardı” ma‘nâsı murâd olunur. Saçların ağarması ateşin tutuşmasına benzetilmiştir. Benzetme yönü beyazlıktır. Bu ise az bir benzerliktir.
Ve diğer bir misâl, “Vellezîne keferû a’mâlühüm ke serâbin bi kîatin yahsebühüz zam’ânu mâe” (Nûr, 24/39) âyet-i kerîmesidir ki Nûr sûresindedir. Ma’nâsı “Kâfirlerin amelleri çöllerdeki serap gibidir ki, susayan kimseler onu su zannederler” demektir. Burada kâfirlerin amelleri “serâb”a benzetilmiştir. Benzetme yönü istifâde etmeyi ummaktır. Çünkü susamış olan kimse sudan istifâde umar; ve kâfirler de amellerinden istifâde etmeyi ümîd ederler. Serâbı su zannedip ondan istifâde etmeyi ümîd edenlerin amelleri nasıl boşa çıkarsa, amellerinden istifâde etmeyi ümît eden kâfirlerin ümîdleri de öylece boşa çıkar.
Ve diğer misâl, İbrâhîm sûresinde olan “Meselüllezîne keferû bi rabbihim a’mâlühüm ke remâdinişteddet bihir rîhu fî yevmin âsıfin, lâ yakdirûne mimmâ kesebû alâ şey’in, zâlike hüved dalâlül baîd” (İbrâhim, 14/18) âyet-i kerîmesidir. Ma’nâsı “İnkâr edenlerin hayırlı amelleri fırtınalı günde külün fırtına ile savrulmasına benzer ki, hiç bir şey kazanamazlar. O çalışma, uzak şaşkınlıktır.” Bu ibârede kâfirlerin hayırlı amelleri savrulan küle benzetilmiştir. Benzetme yönü eserin dâimiliğinin olmayışıdır. Çünkü rüzgâr ile külden eser kalmadığı gibi fırtınaya benzetilen küfür ile kül gibi olan hayırlı amellerden eser kalmaz.
Ve diğer misâl, Bakara sûresinde olan “Yâ eyyühellezîne âmenû lâ tubtılû sadakâtiküm bil menni vel ezâ, kellezî yunfiku mâlehu riâen nâsi ve lâ yu’minu billâhi vel yevmil âhıri, fe meselühü ke meseli safvânin aleyhi turâbun” (Bakara, 2/264) âyet-i kerîmesidir. Ma‘nâsı “Ey mü’minler, malını insanlara gösteriş olarak infâk eden ve Allâh’a ve âhiret gününe îmân etmeyenler gibi, sadakalarınızı başa kakmak ve eziyet etmek sûretiyle geçersiz kılmayın! Onun durumu, düz kaya üzerindeki toprağa benzer.” Bu ibârede geçersiz sadaka düz kaya üzerinde bulunan toprağa benzetilmiştir. Benzetme yönü düz kaya üzerindeki toprakta zirâat ve istifâde olunamamasıdır. Çünkü biraz şiddetli yağmur gelse toprakları süpürür, düz kaya kalır. Ekilen tohumlar da onunla berâber yok olur. Bundan dolayı geçersiz sadaka ile böyle bir toprak üzerine zirâat boşuna bir ameldir.
Ve diğer misâl, Kehf sûresinde olan “fîhâ cidâren yurîdu en yenkadda” (Kehf, 18/77) âyet-i kerîmesidir. Ma’nâsı “Mûsâ ile Hızır (aleyhime’s-selâm) orada bir duvar buldular ki yıkılmayı irâde eder.” İrâde akıl sâhiplerinde olur. Duvarda ise akıl yoktur. Bundan dolayı hakikatte yıkılmayı irâde etmez. Burada duvarın meyli irâdesiz meyleden insanın meyline benzetilmiştir. Mahallin zikrinden hâlin anlatılmak istenmesi türünden mecâz-ı mürsel ya’nî mecâzî ma’nâ ile asıl ma’nâ dışında bir alâka bulunmasıdır; veyâhut benzetme vardır.
Ve diğer misâl, Yûsûf sûresinde olan “Ves’elil karyetelletî künnâ fîhâ vel îrelletî akbelnâ fîhâ” (Yûsuf, 12/82) âyet-i kerîmesidir. Ma’nâsı “Bizim içinde bulunduğumuz beldeye ve bizimle berâber olan kāfileye sor!” demektir. Belde ve kāfile kelimeleri civârında oluşluk alâkasıyla mecâz-ı mürsel ya’nî mecâzî ma’nâ ile asıl ma’nâ dışında bir alâkadır. Belde ve kafilenin civârında olan kimselerden sor, demek olur.
Ve diğer misâl, A’râf sûresinde olan “fe lemmâ tecellâ rabbühü lil cebeli” (A‘râf, 7/143) âyet-i kerîmesidir. Ya’nî “Ne zamanki onun Rabb’i dağa tecellî buyurdu” demektir. Oysa dağın Allah’ı görmeye kudreti yoktur. Ve görmeyi talep eden Mûsâ (as) idi. Ve tecellî de dağ için değil, Mûsâ (as) için idi.
Sonuç olarak Kur’ân-ı Kerîm’de böyle benzetme ve mecâz yoluyla pek çok yüce beyânlar mevcûttur. Allah râzî olsun, sûfîyye hazarâtı da sözlerinde böyle benzetme ve mecâz kullanmakta devâm etti.
Şimdi biz yukarıda “Allah Teâlâ senin basîretini nurlandırsın! Şimdi sen en büyük âlemde türlü türlü olan şeye dikkat et!” ibâresinden itibâren zekî ve çabuk kavrayan ve reşîd olan bir âlimin insan hakkındaki bakışının nasıl olduğunu sana kısaca ve yaklaşık anlatarak deriz ki: Bu bakış, senin çevrende ve senin vücûdunun hâricinde bulunan mevcûtlardan bir şeye bakmandır. Ne zamanki senin gözün senden hâriç olan her hangi bir mevcûd üzerinde o mevcûdun kendisine gâlip ve tanınmasına sebep olan bir sıfat üzerine olur; ve ne zamanki o mevcûttan haber veren ve o mevcûda delîl olan bu sıfatı bilirsin; o sıfat, ister onun kendine âit sıfatı olsun, arslandaki yırtıcılık gibi; ister onun üzerine gâlip olan sıfat olsun, eşekteki ahmaklık gibi, sen o mevcûttaki sıfata ayniyle baktığın zaman, onu şüphesiz insanda bulursun. O mevcûttan insana geçilir.
Ve insanda bu sıfatın müşâhedesi bir isimdir ki onun sıfatıdır. Çünkü isim sıfatın zâhiri ve sıfat ismin bâtınıdır. Bundan dolayı isim sıfat ile zâhir olur. Örneğin ahmaklık sıfatı eşek üzerine gâliptir. Onun gayrı olan hayvanlar üzerine bu sıfat gâlip değildir. Biz insanda ahmaklık sıfatını gördüğümüz zaman, ona “eşek” deriz. Ve bu ahmaklık sıfatından dolayı, ahmak ismiyle isimlendirilmiş olan eşek olduğu için, mevcûtlardan bir mevcût olan eşekten insana geçilerek insan hakkında da, “eşek” deriz. Yâhut insanı şiddetli olarak parçalamaya istekli gördüğümüzde, yukarıdaki sebeplere dayanarak “arslan”dır deriz.
Bu bakış sıradan mevcûtlarda böyle olduğu gibi mübârek sırlar hakkında da vardır. Meselâ güneşe ve aya bakarsan “güneş”i insanın mübârek bir sırrı olan “rûh”a ve “ay”ı da “nefs”e benzetirsin. Benzetme yönü budur ki, bu kitapta verilen îzâhlar gereğince, nefis hem kemâl ve hem de noksân sâhibidir. Nefsin kemâli akıl ve ilim iledir. Ve noksanı da cehâlet ve şehvetler iledir. Nitekim ay tutulması vaktinde ayın ışığının azalmasına yeryüzü sebep olur. Çünkü astronomi bilginleri indinde bilindiği üzere ay tutulması, dünyânın güneş ile ay arasına girmesiyle dünyânın gölgesinin ayın yüzüne düşmesi sebebiyle olur. Ve buna benzer şekilde ay önce hilâl olur, sonra yavaş yavaş bedir hâline gelir. Daha sonra gittikçe noksana meyleder. Oysa ay dâimâ güneşe karşılık olup bedir hâlini korur. Fakat dünyânın çevresinde dönmesi dolayısıyla muhtelif vaziyetler kazanmasından dolayı ay böyle noksan ve tam şekillerde görünür. Gerçi ayın dünyâ etrâfında dönmesi de te’sîrli ise de, Hz. Şeyh-i Ekber’in yüksek maksadı dünyânın te’sîrini beyân buyurmaktır. Ve ay tutulmasında dünyânın başlı başına te’sîri açıktır.
Ve dünyâ “ahadiyyet” ve “vahdet” ve “vâhidiyyet” ve “ruhlar” ve “misâl” âlemlerine göre “şehâdet âlemi” mertebesinde olup aşağıların aşağısıdır. Aynı şekilde nefsin noksanı ancak şehvetlere girişmektendir ki, onun mahalli aşağıların aşağısı olan şehâdet âlemidir. Çünkü ruhlar şehvetlerden pâk ve temizdirler. Nitekim Mesnevî-i Şerîf’te buyrulur:
Tercüme: “Elbise bedenden ve can da tenden haberdar değildir. Rûhun dimâğında Allah gamından başka bir şey yoktur.”
Şimdi süflî olan dünyâ ulvî olan güneşin nûru ile parladığı gibi, süflî âlemden olan kesîf cisimler de, ulvî âlemden olan rûhun nûruyla parlar. Bundan dolayı sen kavrayış kemâli ile bunun benzeri olan sıradan şeylere ve mübârek şeylere bu bakış ile bakarsan o şeyleri olduğu hâl üzere keşfedersin. Bunları birer birer saymak ve insana uyarlayarak ayrıntılamak pek uzundur.