RABBÂNÎ TEZKÎRE (FERMÂN-HATIRLATIŞ)
Bu insânî halîfe, benliğim ve hüviyyetim arasında gidip gelici olan ulûhiyyet sırrım kendisinde yayılmış olan kendisine itâat edilen ilâhî emirdir. Ve ben vechimi irâdesiz olarak murâd eden kimseye mubâh kıldım. Ve perdeleri bir yırtış yırttım ki yama ve eklenti kabûl etmez. Ve kalblerden korku kaldırılır da gayb alâmetleri ile ziynetlenir. Hazretimde secde edici olarak sebât et! Çünkü sen devâm üzere müşâhede edicisin. Muhakkak secde etmede görme ve durmada perde vardır. Muhakkak ben kazandığı şey sebebiyle her bir nefis üzerine kâim olan kayyûmum. Şimdi yazdığım şeyi iyi anla; ve resmettiğim şeye bak! Çünkü görüşte hitâb ve hitâbda da görüş yoktur. Ve selâm ve müşâhede rahmeti ve vücûd bereketleri senin üzerine ve senden ayrılmayan kimsenin üzerine olsun; ve sana ulaşmayana değil!
Bilinsin ki, her bir ma‘nâ ilk önce kalbe gelir. Ve ondan sonra beyne yansıyıp akıl o ma’nâlarda tefekkür eder. Ve ma’nâların hatıra gelmesi insanın kendi irâde ve arzûsuyla gerçekleşen bir şey değildir. Bu ma’nâlar irâdesiz olarak kalbe gelir. Bu hâtıralar dört kısımdır:
Rabbânî veyâ rahmânî hâtıralar
Melekî hâtıralar
Nefsânî hâtıralar
Şeytânî hâtıralar.
Cenâb-ı Şeyh (ra) bu kâtib bahsinde “tevkî’” ismi altında bu dört çeşit hâtıranın esâslarını beyân buyururlar. Fakîr “tevkî’” kelimesini kâtibler arasında kullanılan “fermân” (hatırlatış) kelimesiyle tercüme ettim. Bu fermânlarda (hatırlatışlarda) her bir vücûd mertebesinin gereği üzerine esâs kâideler ve toplu emirler bulunmaktadır.
Rabbânî fermânın içeriği şudur:
Bu rabbânî fermân, insânî halîfe olan kâmile benliğim ile, ya’nî zâtî rütbem yönünden aynî vücûdumun tahakkuku ile, hüviyyetim ya’nî bütün hakîkatleri içine almış olan mutlak hakîkatim, arasında gidip gelici olan ulûhiyyet sırrım kendisinde yayılmış olan kendisine itâat edilen ilâhî emirdir.
Bilinsin ki, vücûd mertebeleri hakkında yukarıda geçen îzâhlardan da anlaşılmış olacağı şekilde Hakk’ın mutlak vücûdunun “taayyünsüzlük,” ya’nî “zâtî ahadiyyet ya’nî zâtî teklik” mertebesinde bütün nitelikler ve sıfatlar yok olmuştur.
Ne zamanki mutlak olan zât isimleri ve sıfatları dolayısıyla mertebelere tenezzül ederek görünme yerlerinin sûretleriyle taayyün edici olur, “vahdet mertebesinde” sâbit olan ulûhiyyet sırrı, bu taayyün âlemine ulaşan kendisine itâat edilen ilâhî emirde yayılır. Çünkü ilâh me’lûhu ya’nî ilâhı olanı gerektirir. Ve me’lûh ya’nî ilâhı olan onun taayyün mertebeleridir.
Bundan dolayı bu kendisine itâat edilen ilâhî emir “taayyün” ile “taayyünsüzlük” arasında gidip gelir.
Şimdi insân-ı kâmil hüviyyeti i’tibârı ile Hak’tır; ve taayyünü i’tibârıyla da kuldur. Bundan dolayı bu emirler kâmilin kendi hakîkatinden kendi taayyününe iner ve ulaşır. Ve asâleten insân-ı kâmil (Sav) Efendimiz olduğundan “Beni gören muhakkak Hakk’ı gördü” yüksek kelâmı ile yüce hüviyyetlerinin Hakk’ın zâtı; ve taayyünlerinin de zâtıyla berâber sıfatlarının Hak olduğuna işâret buyururlar.
Ve Kur’ân-ı Kerîm, kendilerinin hüviyyetleriyle taayyünleri arasında gidip gelici olan kendisine itâat edilen ilâhî emirdir.
Ve Kur’ân-ı Kerîm’de kendi hüviyyetlerinin Hak olduğuna;
“Ve mâ remeyte iz remeyte ve lâkinnallâhe remâ” (Enfâl, 8/17) ya’nî “Attığın zaman sen atmadın, velâkin Allah attı” âyet-i kerîmesinde;
Ve taayyünlerinin kul olduğuna da;
“Kul innemâ ene beşerun mislüküm“(Kehf, 18/110) ya’nî “Yâ Habîbim de ki: Ben de ancak sizin gibi bir beşerim” âyet-i kerîmesinde işâret buyrulur.
Bu hakîkat bütün eşyâ hakkında da böyledir. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de mü’minlerin genelini içine alacak şekilde “Fe lem taktulûhüm ve lâkinnallâhe katelehüm” (Enfâl, 8/17) ya’nî “Onları siz katletmediniz, velâkin Allah katletti” buyurur.
Ve Hz. Şeyh-i Ekber (ra) Fütûhât-ı Mekkiyye’lerinde: “O Allâh’ı tesbîh ederim ki, zâhir ettiği eşyânın ayn’ıdır(hakîkatidir)” tesbîhi ile bu hakîkate işâret buyururlar.
Ancak insan, isimlere âit toplayıcılığa mazhar olduğu için ve onun ahsen-i takvim üzere ya’nî en güzel kıvamda mahlûk olan taayyünü bu isimlerin hükümlerinin açığa çıkmasına müsâid olduğu için, diğer eşyâdan daha fazîletli ve mükemmeldir.
Bu sebeple rabbânî fermânda buyrulur ki:
“Ben vechimi murâd eden kimseye irâdesiz olarak mubâh kıldım.”
Ya’nî mâsivâ sayılan sıfatlarıma ve isimlerime âit görünme yerlerinde ve eşyâda vücûdunu bağımsız zannetme vehminden yüz çevirip, bunların kayyûmu olan zâtıma yönelen kimselere, ilâhî irâdem ve meşiyyetim bağlanmaksızın vechimi ve zâtımı mubâh kıldım. Çünkü bu mubâh kılışım onun yönelmesinin tabîî ve zarûrî netîcesidir. Ve bu gibi netîcelerin oluşmasına tabi’ki irâde bağlanmaz, irâde yönelenindir.
Ve sıfatlara ve isimlere âit perdelerimi bir yırtış yırttım ki yama ve eklenti kabûl etmez.
Şimdi bu perde yırtılınca kalblerden, isimlere âit tecellîlerden hâsıl olan korku kaldırılır. Ve artık böyle kalbler gayb alâmetleriyle ziynetlenir. Ve benim vechime perde olan isimler ve sıfatlar perdeleri yırtılınca, benim i’tibârî olan gayb oluşum senin bakışından kalkar; ben senin karşında hâzır olurum. Bundan dolayı bu halde sen benim huzûrumda secde edici olarak sebât et! Çünkü sen artık benim vechimi devâm üzere müşâhede edersin.
Muhakkak secde etmede görme ve durmada perde vardır. Nitekim bir azîmü’ş-şân pâdişâhın huzûrunda bulunan kimse huşû’ ve tevâzu’ hâlindedir. Bundan dolayı secde ve huşû’ hâlinde görme vardır. Ve o pâdişâhın azametini bilmekle berâber, huzûrdan hâriç olanlar, huşû’ ve secde işinde perde içindedir.
Muhakkak ben kulun bulunduğu bütün yurtlarında kazandığı şey sebebiyle her bir nefis üzerine kâim olan kayyûmum. Çünkü kulun ilk olarak isti’dâd lisânı ile taleb ettiği şey ilmim sûretinde; ve daha sonra rûhlar âleminde; ve daha sonra misâlde; ve daha sonra sâbit ayn’ı gereğince kazandığı şeyler şehâdet âleminde peydâ oldu. Bundan dolayı onun nefsi her bir yurdunda benim hakîkî vücûdum ve zâtım ile kâimdir. Ve ben onun bütün mertebelerinde ve yurtlarında kayyûmuyum. Şimdi bu fermânımda yazdığım şeyi iyi anla!
Ve senin izâfî vücûdunda ve hayâlinde ve fiillerinde ve amellerinde resmettiğim şeye dikkatle bak!
Ve bu müşâhede hâli içinde benden hitâb bekleme!
Çünkü görmede ve huzûrda hitâb olmaz; ve hitâb olan mahalde de görme ve huzûr bulunmaz. Ya’nî görülenin ve hâzır olanın vücûdundan ve vasıflarından bahsedilmez.
Ve vücûd ve vasıflarından bahsedilen şey de görülür ve hâzır değildir.
Ve Selâm ismi ile tecellîm ve müşâhede rahmeti ile zuhûrum ve mutlak vücûdumun bereketleri senin üzerine olsun; ve senden ayrılmayan kimselerin üzerine olsun. Ve sana ulaşmayarak huzûrumdan uzağa düşenler, bu tecellilerimden mahrûm olsunlar.