“Bir şeyi görmedim, illâ ki o şeyden evvel Allâh’ı gördüm” hali hakkında.

Biz deriz ki, bu kâtib, halîfenin kendi nefsi için seçtiği şerefli bir mevcûddur. Ve ünsü için onu arkadaş edindi. Bundan dolayı ezâya çok sabır göstermesi ve dayanıklı ve melekûte âit sırları saklayıcı olarak huyunun güzel olması onun üzerine vâcib olan şeydendir. Kısa ibâreler içinde bir çok ma’nâları düzgün ve anlaşılır olarak derecelendirip onlardan açıkça haber verir. ‘Ikabından emîn olduğu makāmın dışında kitâbına bir kesinlik yazmaz; eğer emîn olmazsa, kitâbında sözlerden iki ve daha fazla ma‘nâlara ihtimâli olan şeyi yazar, tâ ki imâma onun kitablarının ba’zısından bir şey zâhir olup, sözün ihtimâl dâhilinde olan şeylerinden birisi o şeyi verir ve imâm bunu çirkin görürse, imâm bu sözün ihtimâl dâhilinde olduğu ikinci ihtimâle dönsün. Ve Allah kesîrü’l-afv ve’t-tecâvüzdür. Şimdi ihtimâl dâhilinde olduğunda, onun belirli bir şey’ üzerine delîl oluşu düşer. Ve işte bu, kâtibin mahâreti ve zekî oluşudur; ve harflerin ve ma’nâlarının i’tidâli arasını cem‘ etmesidir. Ve o yazmasında ancak açık alışılmış hitâb sözlerini kullanır ki, onların nefse uygunluğu ve kalbe bağlantısı vardır. Ve eğer kitaplarına hamd ve senâ ve salât ile başlarsa, daha sonra imâmın adâletini ve onun şerefli güzel vasıflarını ve yüksek makâmını beyâna başlar ve ona rağbet ettirir. Daha sonra, gerek rağbet edilmiş olan hayır olsun ve gerek bunun gayrı olsun, emrolunduğu şeyi zikreder. Ebû Yezîd’e: “Ârif isyân eder mi?” denildi. “Ve kâne emrullâhi kaderen makdûrâ” ya’nî “Allâh’ın emri, takdîr edilmiş bir kader idi (yerine getirildi)”(Ahzâb, 33/38) buyurdu.

Ey birâder bilesin ki, kâtib bizim anlattığımız şey üzerine olduğu vakit, o doğruluk kapısını çalar. Bu, kime olursa ona “Bir şeyi görmedim, illâ ki o şeyden evvel Allâh’ı gördüm” hâli hâsıl olur.

Biz kâtibin sıfatları hakkındaki beyânlarımıza devâm ile deriz ki: Bu kâtib halîfe olan rûhun kendi nefsi için seçtiği şerefli bir mevcûddur. Ve kendisine arkadaş olarak onu arkadaş edindi ki, o kâtib halîfenin nefs-i nâtıkası ya’nî konuşan nefsidir. Bundan dolayı o kâtibe, ezâya çok sabretmesi ve tahammüllü olması ve melekûte ve gayba âit sırları saklaması sûretiyle huyunun güzel olması vâcib olan işlerdendir.

Kısa ibâreler içinde bir çok ma’nâları düzgün ve anlaşılır olarak derecelendirir de, o ma’nâlardan açık bir şekilde haber verir. ‘Ikabından, ya’nî fitne çıkmasından, emîn olduğu makāmın dışında kitabına, ya’nî sûret âlemine, kesin bir şey yazmaz. Fitne çıkmasından, emîn olmadığı yerde sûret âlemi olan kitâbına sözlerden iki veyâ daha fazla ma’nâlara ihtimâli olan şeyi yazar. Nitekim (Sav) Efendimiz bir gün ashâb-ı kirâmı arasında buyurdular ki:

“Cehennem dağlarının birinin zirvesinden bir kaya kopup yuvarlandı. Yetmiş yılda cehennemin dibine ulaştı.”

Anlayanlar anladılar; anlamayanlar cehennem dağlarının iriliğine hayret ettiler. Daha sonra yetmiş yaşında olduğu halde münâfıkların reîsinin ölüm haberi duyuldu. Ve (Sav) Efendimiz bu mübârek sözleriyle bunu haber buyurmuşlar idi. Fakat münâfıkın ölümünün fitne çıkarmasından çekinerek kesin olarak haber buyurmadılar da, ikinci ihtimâle geçilmesi mümkün olan sözü kullandılar.

Ve muhammedî vârislerden olan kâmiller de böylece cevâmi’u’l-kelimdir. Onlar da sözlerini Resûlullâh (s.a.v)’in izine uyarak, îcâb eden hallerde ve makamda çeşitli ma’nâlara yüklenmek üzere söylerler. Tâ ki imâm olan rûha, onun kitapları olan sûret âleminin ba’zısında bir şey zâhir olup, sözün ihtimâli dâhilinde olduğu ma’nâların birisi, o zâhir olan şeyi verdiği zaman ve imâm da bu zâhir olan şeyi çirkin gördüğü zaman, imâm bu sözde bulunan ikinci ihtimâle geçsin!

Bu hâl evliyâullâhın hakîkatlere dâir söz söyledikleri veyâ yazdıkları zaman çok gerçekleşir. Nitekim Ebu’l-Vefâ hazretlerine birisi: “Mansûr’un Ene’l-Hak demesi hakkında ne buyurursun?” diye bir soru sormuş; hazret de: “Ene’l-bâtıl mı desin?” buyurmuşlardır.

Şimdi, “Ene’l-Hak” sözündeki “Hak” kelimesinden “zorunlu vücûd” hazretleri kastedilebileceği gibi, “bâtıl”ın karşılığı olan “doğru” ma’nâsı da kastedilebileceğinden; ve soruyu soranın isti’dâdı, veyâhut o andan çevrede olanların varlığı Mansûr’un sözünü îzâh etmeye müsâid olmayıp, fitne çıkması ihtimâl dâhilinde olduğundan, cenâb-ı Ebu’l-Vefâ “hak” kelimesindeki ikinci ihtimâle yöneldiler.

“Ve Allah Teâlâ kesîrü’l-afv ve’t-tecâvüzdür ya’nî affetmesi ve geçmesi çok olandır.”

Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) hazretlerinin bu ibârelerinde de üzerinde konuşmakta olduğumuz bahse uygun olarak iki ihtimâl düşünülür.

Birinci ihtimâl şudur ki: İmâmdan kader sırrı gereğince fitne ve dalâlete sebep olan bir söz çıkarsa, kesîrü’l-afv ya’nî affetmesi çok olan Allah Teâlâ imâmın mâ’zeretine dayanarak onu affeder ve ondan geçer, demek olur.

İkinci ihtimâl şudur ki: Halîfe kendisini halîfe kılanın aynıdır. Bundan dolayı halîfenin yaptığı gibi kendisini halîfe kılmış olan Hak Teâlâ da, hakîkat-i muhammediyye mertebesinden indirdiği ve muhammedî taayyünün saadetli ağzından çıkardığı kelâmında, bir çok yönler ve ihtimâller derecelendirmiş; ve onu kısa ibâreler ve sözlerin en iyisi ile ulaştırmıştır.

Ve “afv” sözlükte “bir şeyin en iyisi ve en güzîdesi” ma‘nâsına da gelir. Bundan dolayı Efendimiz (s.a.v)’in saadetli ağızlarından söz elbiselerine bürünerek çıkan Kur’ân’da, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri bol bol ibârelerin en iyisini kullanmış ve tarz olarak ihtimâllere geçmiştir, ma‘nâsı da ulaşmıştır. Mesnevî:

Tercüme: “Gerçi Kur’ân Peygamber (s.a.v)in saadetli ağzından çıkmıştır. Her kim Hak söylemedi derse, o kâfirdir ve hakîkati örtücüdür.”

Şimdi sözlere ihtimâl dâhil olduğunda o sözün belirli bir şey’ üzerine delîl olması düşer. Örneğin Kur’ân-ı Kerîm’de kadına temâsın temizlenmeyi gerektirdiği beyân buyrulmuştur. Oysa “temâs” sözünde iki ihtimâl vardır:

Birisi, kadının vücûduna dokunma ile olan temâstır; diğeri cinsel ilişkiden kinâyedir. Bundan dolayı bu söz temâs ve cinsel ilişkiden birinin üzerine belirli olarak kat’î delîl değildir. Bu sebeple mezhepler arasında ihtilâf çıkmıştır. Şâfiîler “temâs” ma‘nâsına alıp temâs olduğunda tahâret yenilerler. Ve Hanefîler “cinsel ilişki” ma‘nâsına alıp, temâs ile abdest ve tahâret yenilemezler.

İşte bu bahsedilen haller kâtibin yazma işinde mahâreti ve zekî oluşudur. Ve harflerin ve ma’nâlarının i’tidâli arasını cem’ etmesidir.

Kâtib yazmasında nefse uygunluğu ve kalbe bağlantısı olan açık alışılmış hitâb sözleri kullanır. Nefsin hallerine uymayan ve tuhaflığı dolayısıyla kalbe bağlantısı olmayan alışılmamış sözleri kullanmaz. Aksi halde yazmaktan ve hitâbdan amaçlanan şey oluşmaz. Nitekim Arab’ın çok güzel ve süslü hitâbı olanlarından birisi acâib bir kıyâfet ile eşeğe binmiş ve acâib görünüşü seyretmek için halk etrâfına toplanmış. Îmâ edilen bu çok süslü hitâb ile onlara alışılmadık sözler ile hitâb edip: “Size ne oldu ki, bir delinin başına toplandığınız gibi toplandınız? Dağılınız!” ma’nâsına gelen süslü kelimeler kullanmış. Halk bu alışılmamış sözleri işitince bu adama cinnîler musallat olmuş diyerek gülüşmüşler, ne demek istediğini anlamamışlardır.

Kâtibin yazma işinde kendine mahsûs bir üslûbu vardır. İlk olarak kitâbına hamd ü senâ ve salât ile başlar. Daha sonra imâmın adâletini ve onun güzel ve şerefli olan vasıflarını ve yüce olan makāmını beyân eder. Ve imâma ve onun makāmına yönelmeye rağbet ettirir. Ondan sonra da, gerek rağbet edilmiş olan hayır olsun ve gerek zemmedilmiş olan şer olsun, emrolunduğu şey ne ise onu zikreder. Ya’nî kâtib kitâbına kulun yakınlık gösterdiği ilâhî isim ne ise ilk olarak onunla başlar.

Ebû Yezîd Bistâmî (kAs) hazretlerine: “Ârif isyân eder mi?” diye sordular, “Ve kâne emrullâhi kaderen makdûrâ” ya’nî “Allâh’ın emri, takdîr edilmiş bir kader idi” (Ahzâb, 33/38) âyet-i kerîmesini okuyarak cevap verdi.

Ubeydullâh Ahrâr (kAs) hazretleri Risâle-i Vâlidiyye’lerinde şöyle buyururlar: “Şeyh-i Ekber Muhyiddîn ibn Arabî (ks) ba’zı kitaplarında yazmışlardır ki, keşif erbâbının ba’zılarına isti’dâdlarında olan şey açılıp, kendi isti’dâdlarından âsilik çıkacağını görürler. Evliyâya göre ma’sûmluk şart olmayıp “kazâ ve takdîr olunan geri çevrilemez” hükmü gerçekleşeceğinden isyân zulmetinin gözükmesinden ve onun perde oluşundan rahatsız olurlar. Tövbe ve istiğfârın, o zulmeti yok edeceğini yakînen ve tahkîkan bildiklerinden, tövbe ve istiğfâr ile o zulmeti gidermek için, o sûretin hemen olamsını arzû ederler; ve o âsiliği işlerler. Şeyh Rükneddîn Alâü’d-devle hazretleri: “Bu söz insanı cür’etkâr kılar. Hallerini muhâfaza eden ve kendilerini karışıklıktan koruyan kimselere bu sırrı açmak câiz değildir” diye i’tirâz etmiştir.”

Ey birâder bilesin ki, kâtib bizim bu fasılda beyân ettiğimiz vasıflar üzere olduğu zaman, o doğruluk kapısını çalar. Ve bu vasıftaki kâtib her kime zâhir olur ve gerçekleşirse o kimseye “Bir şeyi görmedim, illâ ki o şeyden evvel Allâh’ı gördüm” deme hâli oluşur. Çünkü o kimse yukarıdan beri îzâh edildiği yönle bilir ki, varlığın vücûdu hayâlden ibârettir. Ve bu hayâlî sûretlerde zâhir olan Hakk’ın hakîkî vücûdudur. Bundan dolayı eşyânın sûretlerine baktıklarında irfânın tâm oluşu dolayısıyla ilk önce Hakk’ın hakîkî vücûdunu müşâhede eder; daha sonra eşyâ sûretlerini müşâhede eder. Bu ise cenâb-ı Sıddîk-ı Ekber Ebû Bekir (ra) efendimizin ârifâne meşrebleridir.