Şimdi kâtib ilmî latîf bir sıfattır; “yemîn ya’nî sağ el” denir. Ve onun maddesi illiyyîndendir. Ve o ebrâr makāmıdır. Ve onun sâhibi karışmış içecektir. Şimdi imâm şehâdet âleminde melekûttan bir emri açığa çıkarmayı murâd eylediğinde kalbe tecellî eder de sadr açılır. Ve bu, örtünün açılmasından ibârettir. İmâmın murâdı onda yazılır. Ve bu kalb aklın aynasıdır. Şimdi akıl bundan evvel görmediği şeyi kendi aynasında görür de imâmın murâdının o olduğunu bilir. Şimdi kâtibi çağırıp onu murâdına vâkıf kılar. Ve ona, kendi zâtına şunu, şunu yaz! der. Şimdi nefiste hâsıl olunca organlar üzerine doğru yükselir. İşte bunun için biz onun hakkında karışmış içecektir dedik. Çünkü o yakınlaşmışların çeşmesi ile karıştı; ve o akıldır. Şimdi bunun için onun hakkında ona tam bir şeref hâsıl oldu.
Bilinsin ki, her insânî ferdin ilâhî ilimde sâbit olmuş bir hakîkati vardır. Ve bu hakîkat ilâhî isimlerden bir ismin gölgesel ve hayâlî sûretidir. Ve bu hakîkatler, hakîkî vücûdun vâhidiyyet mertebesine tenezzülünde sâbit olur. Ve vâhidiyyet mertebesi hakîkat-i muhammediyyeden ibâret olan vahdet mertebesinin ayrıntılanmışıdır. Ve bu mertebeye “insânî hakîkat” ve “ilk akıl” da derler.
Ve bu sâbit olan hakîkat hangi ilâhî ismin gölgesi ise, o isim o insânî ferdin Rabb-i hâssı olup, kendi görünme yeri olan o ferdi bütün mertebelerde alnından çekerek kendi doğru yolu üzerinde yürütür. Bundan dolayı o ismin hazînesinde gizlide olan ilâhî işler nelerden ibâret ise, dünyâda ve âhirette ve bütün duraklarında, bunlar o kulun görünme yerinden açığa çıkar. Şimdi;
O Rabb-i hâssın gölgesi olan sâbit ayn “kâtib;”
Ve ilk akıl “kalem;”
Ve kulun her bir duraktaki izâfî vücûdu “levha”dır.
Ve o sâbit ayn ilmî latîf bir sıfattır; ve emir ve şe’n âlemindendir.
Âlemde “imâm” muhammedî küllî rûhtur.
Ve “kâtib” bütün ilâhî isimlerin gölgesel sûretlerini toplamış olan “insânî hakîkattır.”
Ve “kalem” onların sûretlerini muhtelif mertebelerde yazan “ilk akıldır.”
Bu mertebelerin ilk levhası “küllî nefs”dir ki, “levh-i mahfûz”dur.
Ve Âdem’de “imâm” onun cüz’î rûhu;
Ve kâtib onun “hayâlî kuvveti”;
Ve kalem onun “cüz’î aklı”;
Ve levha izâfî vücûdu olan “cüz’î nefs”idir ki, mahvolma ve isbât levhasıdır.
Şimdi vücûd tecellîleri isimler dolayısıyla olduğundan; ve isim sıfatın zâhiri ve sıfat ismin bâtını bulunduğundan, bu ilmî latîf sıfattan ibâret olan kâtibe “yemîn,” ya’nî vücûda getirici el olan “sağ el” denir.
Ve bu kâtibin maddesi illiyyîn âlemindendir, ya’nî Rahmân’ın istivâ etmiş olduğu Arş’tandır. Ve o Arş sıfatın mahallidir, ya’nî rahmâniyyet sıfatının tecellî mahallidir. Ve o Arş ebrâr makâmıdır. Ve o makāmın sâhibi “karışmış içecek”tir. Nitekim ebrâr hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur “İnnel ebrâra yeşrebûne min ke’sin kâne mizâcuhâ kâfûrâ” ya’nî “Muhakkak ki ebrâr olanlar, içinde kâfur bulunan kadehlerden içecekler” (İnsân, 76/5).
Ve âlem ikidir: Birisi illiyyîn âlemi ve diğeri siccîn âlemidir.
“İlliyyîn” emr âlemi ve
“Siccîn” halk âlemidir.
Ve emr âlemi, şe’n âleminden ibâret olup latîftir.
Ve siccîn âlemi, açığa çıkma âleminden ibâret olup kesîftir.
Ve illiyyîn, bahsedildiği üzere ebrârın makâmıdır. Nitekim “inne kitâbel ebrâri le fî illiyyîn” ya’nî “Muhakkak ebrârın kitapları elbette illiyyîndendir” (Mutaffifîn, 83/18) buyrulur.
Ve siccîn, tabîat âlemi olup günahkârların makâmıdır. Nitekim “inne kitâbel fuccâri le fî siccîn” ya’nî “Muhakkak günahkârların kitapları elbette siccîndedir” (Mutaffifîn, 83/7) buyrulur.
Ve ebrârın rûhları, şerîat hükümleri gereğince amel etmeleri sebebiyle tabîat hükümlerinden kurtulduklarından illiyyîne yükselirler.
Ve günahkârların rûhları, şerîat hükümlerini terk etmekle ve nefsânî hazlara meyletmekle tabîat hükümlerinde gark olduklarından illiyyîne yükselemeyip siccînde kalırlar.
Şimdi gerek ebrârın ve gerek günahkârların kâtibinin maddesi illiyyîndendir. Bundan dolayı imâm ve halîfe olan rûh şehâdet âleminde melekûttan, ya’nî gayb âleminden, ilâhî ilimde sâbit olan bir husûsu açığa çıkarmayı istediğinde, kalbe tecellî eder de sadr açılır.
Ve bu “sadrın açılması” örtünün açılmasından ibârettir.
Ve bu hâli tâkiben imâmın murâdı kalbde yazılmış olur.
Ve bu kalb yardımcı olan aklın aynasıdır. Bundan dolayı akıl bundan evvel görmediği hayâlî sûreti kendi aynası olan bu kalbde görür; ve imâmın isteğinin bu hayâlî sûretin açığa çıkarılması olduğunu bilir.
Şimdi akıl, kâtib olan hayâlî kuvveti çağırıp onu isteğine vâkıf kılar. Ve ona:
Ve hayâlî kuvvetin nefsânî kuvvet üzerinde tesbît ettiği bu sûretler a’zâ ve organların üzerine doğru yükselir. İşte bunun için biz bu kâtib hakkında “karışmış içecek”tir dedik. Çünkü o yakınlaşmışların çeşmesi ile karıştı. Ve o ise akıl dediğimiz yakınlaşmış olandır. Çünkü yardımcı oluşu yönüyle halîfeye onun müntesiblerinin hepsinden daha yakındır. Ve kâtib akıldan yardım alıp ma’nâyı a’zâ ve organlar kalemi vâsıtasıyla sûret âlemine açığa çıkarır. İşte içilecek olan şeyin bu karışımından dolayı kâtib hakkında kendisine tam bir şeref hâsıl oldu.