FASIL
KÂTİP HAKKINDADIR
Allah Teâlâ seni muvaffak eylesin! Bilesin ki, muhakkak Allah Sübhânehû en büyük memleket bir muhâfazalı levhanın ve hokkanın mürekkebi içinde bir ma’lûm ya’nî bilinen kalem vücûda getirdi. Ve onda dâim oldukça tafsîl kabûl etmez. Ne zamanki mürekkeb ondan kaleme geçer, onunla harfler levhada tafsîllenir. Ve ilim onunla, kendisi için bir son olmayan şeye kadar tafsîllenir. İnsanın maddesi olan nutfe gibi ki, Âdem’in belinde dâim oldukça insânî sûretlerin hepsi onda toplu idi, ve onda oldukça tafsîl kabûl etmez. Ne zamanki rahim levhasına insânî kalem ile intikâl eder, insânî sûret tafsîllenir. Yücedir; ve onu başka bir şeyle karışmaktan ve değişimden yana mukaddes olan yemîn ya’nî sağ el ile var etti. Şimdi Hak tarafından ilim sebebiyle olan irâde emri muhâfazalı levhanın yüzeyi üzerine kalemi harekete geçirmekle, mevcûd olan ve olmayan ve mevcûd olacak ve olmayacak olan şeyin ilmi sağ ele geçer. Ne zamanki bu kitâb iki nüshanın karşılaştırması üzerine ve onların karşılaştırması da iki oluşum üzerine binâ edildi, “kâtib”in bizden nerede olduğunu ta‘rîf etmeyi murâd eyledik.
İlâhın kalemi ve onun muhâfazalı levhası, benim kalemim ve levhama yardım eder. Ve benim elim onun melekûtunda Allâh’ın sağıdır. Ben dilediğim şeyi icrâ ederim. Ve resimler hazlardır.
Allah Teâlâ seni bu beyân ettiğimiz hakîkatleri anlamaya muvaffak eylesin! Bilesin ki, Allah Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri en büyük memlekette, ya’nî büyük insân olan âlemde, bir “levh-i mahfûz ya’nî muhâfazalı levha” ve hokkanın mürekkebi içinde bir “malûm kalem” vücûda getirdi ki;
O muhâfazalı levha büyük âlemin “küllî nefs”i;
Hokka “tabîat;”
“Mürekkeb” unsurlardan oluşmuş olan “madde”dir.
Ve “ma’lûm kalem,” “akl-ı evvel ya’nî ilk akıl”dır. Ve bu ilk akıl vâhidiyyet mertebesinden ibâret olan “insânî hakîkat”tir. Ve bu kalemin “ma’lûm” vasfı ile vasıflanması vâhidiyyet mertebesinin, ilâhî ma’lûmât ya’nî ilâhî bilinenler olan “sâbit ayn’lar”ı taşıyıcı olmasındandır. Çünkü sâbit ayn’lar ilmî sûretlerden ibârettir. Ve ilâhî ilim bu ma‘lûmâta tâbi’dir.
Ve “kalem” hokkanın mürekkebi içinde bulundukça, harfler ve kelimeler o mürekkebden ayrılıpta tafsîl kabûl etmez. Mürekkeb hokkadan kaleme geçtiği zaman, o kalem sebebiyle harfler ve kelimeler cisim kâğıtları üzerinde tafsîllenir.
Ve isimlere ve sıfatlara âit ilim, mürekkeb mesâbesinde olan basît unsurlardan akıl kalemi vâsıtasıyla o kadar tafsîllenir ki, küllî nefs levhası üzerinde yazılmış olan maddî sûretlere aslâ bir son ve nihâyet bulunmaz. Ve icmâlî ilim o kalem vâsıtasıyla tafsîlî ilim olur.
Küçük âlem olan Âdem’de bunun karşılığı “nutfe”dir. İnsanın maddesi olan nutfe Âdem’in belinde bulundukça insânî sûretlerin hepsi onda topludur. Ve Âdem’in belinde bulundukça tafsîl kabûl etmez. Ne zamanki insan kendi benzerini var etmeye meyledip muhabbetin sürüklemesiyle nutfesini, belinden bilinen kalemi ile rahim levhasına nakleder, o zaman rahim levhasında kendi benzeri var olarak insânî sûret icmâlden tafsîle gelir. Çünkü nutfede insanın bulunduğu icmâlî olarak bilinmekte idi. Fakat onun kaşı, gözü, boyu ve endâmının biçimi ve halleri ve işleri gizlide idi. Ne zamanki kuvvetlerin muhtelif kalemleri, onu tabîat sayfaları üzerinde unsurlar mürekkebi ile devamlı olarak yazdı, nutfedeki icmâlî ilim tafsîle geldi. Ve insanın bütün eşkâli ve halleri ve işleri ayrıntılı olarak bilindi.
Ve aynı şekilde büyük âlemin maddesi fezâda rahmânî nefesden var olan “amâ’,” ya’nî parlak bulutsu ki, güneş sistemimiz onda gizlide idi. Ve bu âlemin küllî nefsinden ibâret olup dünyâ ile diğer gezegenler ve onların üzerlerinde var olmuş ve olacak olan bütün sûretler, kalem-i alâ ile bu levh-i mahfûz üzerine yazılmıştır.
Ve varlıkların tafsîline vâsıta olan bu kalem vasıftan yana yücedir. Onun için kendisine “kalem-i alâ” denilmiştir.
Ve o kalemin vücûdu başka bir şeyle karışmaktan ve değişimden yana mukaddes ve temiz olan “yemîn” iledir, ya’nî Hakk’ın irâdesi iledir. “Yemîn” sağ el ma’nâsınadır. Burada “Hakk’ın cemâli”nden kinâyedir. Çünkü irâde vücûda getirmeye bağlanır, ortadan kaldırmaya bağlanmaz. Ve meşiyyet ya’nî ilâhî üst irâde hem vücûda getirmeye ve hem de ortadan kaldırmaya bağlanır. Ve îcâd lutuf ve cemâl; ve i‘dâm kahr ve celâl olduğu için Mürîd ismine taalluk eden irâde, “yemin” ile ta‘bîr buyrulmuştur. Ve bir şeyin îcâdına irâde-i ilâhî taalluk edince, o irâde te’lîf ve değişimden mukaddestir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “İnnemâ kavlünâ li şey’in izâ erednâhu en nekûle lehu kün fe yekûnu” ya’nî “Bir şeyin (olmasını) istediğimiz zaman Bizim sözümüz, ona sadece: “Ol!” dememizdir. O, hemen olur” (Nahl, 16/40). Ve irâdenin vücûda getirmeye bağlandığına bu âyet-i kerîme delîldir. Çünkü “yekûnu” kelimesindeki “kâne” vücûd kelimesidir.
Şimdi Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri ilâhî ilminde sâbit olan ayn’lar sebebiyle vücûda getirmeyi istediği şeylerin açığa çıkmasını “Kün-Ol!” sözüyle emreder. Ve bu irâde emri Hak’tan sağ ele, ya’nî vücûda getirme eli olan cemâl eline, geçer. Ya’nî “kâtib” mesâbesinde bulunan ve hayâlden ibâret olan sâbit ayn’lar mertebesinin “sağ el”ine, ya’nî vücûda getirme eline geçip, bu kâtib kalemi harekete geçirmekle, akl-ı küllün fa‘âliyeti ile levh-i mahfûzun, ya‘nî küllî nefsin, yüzeyi üzerine;
Mevcûd olan, ya’nî zâhir âlemde izâfî vücûd kazanmış olan;
Ve henüz rûhlar âleminde ve misâl âleminde olup zâhirde mevcûd olmayan;
Ve sâbit ayn’lar mertebesinden diğer mertebelere tenezzül edecek olan;
Ve olmayacak olan, ya’nî ebedlerin ebedi gayb örtüsünde kalacak olan, şeyin ilmini yazar.
Biz burada “kâtib”e sâbit ayn’lar ve ona da “hayâl” dedik. Nitekim cenâb-ı Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (ra) efendimiz Mesnevî-i –Şerîf’lerinde şöyle buyururlar:
Tercüme: “Evliyâ tuzağı olan o hayâller, Hudâ bostanının ay yüzlülerinin yansımasıdır.”
“Hudâ bostanı”ndan kasıt, “ilâhî ilmî sûretler” mertebesidir. Ve onun “ay yüzlüleri” isimlerin gölgeleri olan “sâbit ayn’lar”dır. Ve sâbit ayn’lar ilâhî isimlerin gölgeleri, ve gölgeler ise hayâldir. Şimdi bu hayâllerden Cenâb-ı Hakk’ın dilediği kadarı evliyâullâhın şerefli kalblerine yansıyıp kader sırrına vâkıf olurlar.
Ve biz yine yukarıda “kâtib” ve “levha” ve “kalem”in türleri çoktur, demiş ve sırası geldikçe îzâh edileceğini söylemiştik. Burada bu îzâhların verilmesi uygundur:
Azîz Nesefî hazretleri “levha” ve “kalem” ve “hokka” hakkında yazdıkları Risâle’de der ki: “Mâhiyetler ve hissedilebilirler ve akledilebilirler ve basîtler ve bileşikler ve cevherler ve arazlar ceberût âleminde idiler. Bu yönden ceberût âlemine “hokka” derler.
Ve büyük âlemin hokkası olduğu gibi küçük âlemin de hokkası vardır. Ve küçük âlemin hokkası “nutfe”dir. Çünkü küçük âlemde mevcûd olan her şey tam olarak onun nutfesinde mevcûd idi. Fakat hepsi örtülü ve icmâl bir halde idi; ve birdiğerinden ayrılmamış idi. Bu yönden “nutfe”ye “hokka” derler. Bu her iki hokkanın kâtibi ve levhası kendisiyle berâberdir ve kendinindir. Ve her iki kâtib, yazmayı hâriçte bir kimseden öğrenmemiştir. Yazmak her ikisinin zâtı ile berâberdir.
Ne zamanki büyük âlemin hokkasına “Yarıl!” diye bir hitâb geldi, iki şâh oldu.
Bir şâhı “akl-ı evvel ya’nî ilk akıl” oldu ki, bu Hudâ’nın “kalem”idir;
Ve bir şâhı “felek-i evvel ya’nî ilk felek” oldu ki, Hudâ’nın “Arş”ıdır. Bundan dolayı;
İlk akıl, büyük âlemin kalemi;
Ve Hudâ’nın Arş’ı büyük âlemin levhasıdır.
İlk akla melekût âleminin “ilk cevher”i derler; ve ilk feleğe de mülk âleminin “ilk cevher”i derler.
Ve ilk akıl nûr deryâsı idi. O deryânın azametini ancak Hak Teâlâ bilir.
Ve ilk felek karanlık deryâsı idi. Onun da büyüklüğünü ancak Hak Teâlâ bilir.
Hudâ’nın kalemi olan bu ilk akla: “Kendi üzerine ve ilk felek üzerine yaz!” diye hitâb geldi. Göz açıp kapama içinde yazdı. “İnnemâ emruhû izâ erâde şey’en en yekûle lehu kün fe yekûn” ya’nî “O, bir şey irade ettiği zaman O’nun emri, sadece ona: “Ol!” demektir. O, hemen olur” (Yâsîn, 36/82).
Sonrasında akıllar ve nefisler ve tabîatlar, ilk akıldan zâhir oldu. Ve felekler ve yıldızlar ve unsurlar ilk felekten peydâ oldu; ve tabakalar hâline geldi; bir diğerinden ayrıldı. “E ve lem yerellezîne keferû ennes semâvâti vel arda kânetâ retkan fe fetaknâhüma, ve cealnâ minel mâi külle şey’in hayy, e fe lâ yu’minûn” ya’nî “Kâfirler, göklerin ve yerin bitişik olduğunu görmediler mi? Sonra Biz, o ikisini ayırdık. Ve her canlı şeyi sudan halk ettik. Hâlâ inanmazlar mı?” (Enbiyâ, 21/30).
Hakîr şerh edici ben derim ki, göklerin ve yerin halk edilmesi hakkındaki ayrıntılar bu âyet-i kerîmeye dayanarak fakîr tarafından Fusûsu’l-Hikem’e yazılan şerhin Önsöz’ünde îzâh edilmiştir.
Bu îzâhlara göre âlemde ve Âdem’de “kâtib” ve “kalem” ve “levha”nın bâtınîsi olduğu gibi, zâhirîsi de vardır. Bâtınî olanların mertebeleri olduğu gibi, zâhirî olanların da mertebeleri vardır. Âlemde bir mertebeye göre;
Bâtınî kâtib isimlere âit sûretlerden ibâret olan “sâbit ayn’lar”;
Ve bâtınî kalem “akl-ı kül;”
Ve bâtınî levha “küllî rûh;”
ve diğer bir mertebeye göre;
Kâtib “küllî rûh;”
Ve kalem “melekler;”
Ve levha “küllî nefs”dir.
Ve âlemde;
Zâhirî kâtib “Tabîî kuvvetler;”
Ve zâhirî kalem “unsurlar;”
Ve zâhirî levha “tabîat sâhası”dır.
Ve Âdem’de bir i’tibârâ göre;
Bâtınî kâtib “akıl;”
Ve bâtınî kalem “fikrî kuvvet;”
Ve bâtınî levha “kalb”dir.
Ve diğer bir i‘tibâra göre;
Bâtınî kâtib “akıl;”
Ve bâtınî kalem “vehim veren kuvvet;”
Ve bâtınî levha “kalb”dir.
Ve diğer bir i’tibâra göre de
Bâtınî kâtib “hayâl;”
Ve bâtınî kalem “kalb;”
Ve bâtınî levha “beyin”dir.
Ve Âdem’de;
Zâhirî kâtib “zâhir duyular;”
Ve zâhirî kalem “a‘zâ ve organlar;”
Ve zâhirî levha fiillerin tecellî sâhaları olan her bir “mahal”dir.
Bunlar bütünselliğe dönük yönleri i’tibârı iledir. Cüz’e dönük yönleri i‘tibârı ile daha bir çok kâtib ve kalem ve levha vardır. Bu kâtiblerin kimi iyi ve kimi fenâ yazar. Ve bâtın ile zâhir arasında daimî bir ortaklık vardır. Ya‘nî kâtib ve kalem bâtınî; ve levha zâhirî olur. Ve bunun aksi de olur. Çünkü ma‘nâdan sûrete ve sûretten ma‘nâya dâimâ inişler ve çıkışlar vardır. Örneğin, insanın inanışı kâtib, a‘zâ ve organları kalemdir. İnanışının a‘zâ ve organları ile yazdığı amellerin sûretleri ma‘nâ âlemi olan berzahda işlenir ya’nî kelime elbiselerine bürünür. Bundan dolayı insânî vücûdda bir çok kâtib ve kalem ve levha vardır.
Hz. Şeyh-i Ekber (ra), bu Tedbîrât-ı İlâhiyye kitâbında ta‘kîb edilen kāide;
“İki nüsha”nın, ya‘nî âlem ile âdem, nüshalarının karşılaştırılması üzerine;
Ve onların karşılaştırılması da iki oluşum, ya‘nî bâtın ve zâhir oluşumları, üzerine dayanmakta,
olduğu için, bizde, ya‘nî “âdem”de, “kâtib”in nerede olduğunu ta‘rîf etmeyi murâd ettik, dedikten sonra işâret yoluyla aşağıdaki ma’nâları beyân buyururlar:
“İlâhî kalem ve onun muhâfazalı levhası benim kalemime ve levhama vücûdda yardımcı olur.”
Ya‘nî Hudâ kalemi olan “ilk akıl” benim cüz’î aklıma ve ilâhî muhâfazalı levha olan “küllî nefs” de benim cüz’î nefsime bu izâfî vücûd mertebesinde yardım eder. Çünkü küllî nefs üzerine “akl-ı kül” ile yazılacak olan sûretlerden bir çoklarının resmedilmesinde, insânî akıl kalemleri vâsıta olur.
Örneğin, âlemde açığa çıkmış olan bunca buluşların, küllî nefs üzerine akl-ı kül kalemiyle yazılması gerektiği zaman, beşer akılları bunları îcâd eder ve açığa çıkartır. Bundan dolayı bu îcâd ve açığa çıkarmada Hudâ kalemi olan akl-ı kül ile ilâhî levh-i mahfûz olan küllî nefs, cüz’î akıllara ve nefislere yardımcı olmuş olur.
Yukarıda îzâh edildiği üzere küllî aklın, küllî nefs üzerine yazdığı şeyler kazâ edilmiş husûslar olduğundan, bu ilâhî levha mahvolmadan ve isbâttan muhâfazalıdır.
Örneğin cenâb-ı Meryem’in eşi olmadan bu zâhir âlemde Cibrîl’in üflemesi ile Hz. Îsâ (as)’a hâmile kalması kazâ edilmiş bir husûs idi. İlâhî kalemin bir nev‘i olan Hz. Cibrîl ile, levha mesâbesinde olan Meryem’in rahmine îsevî sûret yazılmış oldu. Bunun olmaması imkânı yok idi, çünkü kazâ edilmiş bir husûs idi. Mahvolma ve isbât, küllî nefsde açığa çıkan hissedilebilir sûret levhalarında olur. Bu hissedilebilir sûretler de ilâhî kazânın tafsîli olan kaderdir.
Ve hadîs-i şerîf gereğince, “Kader kader ile çevrilir”. Örneğin tabîatta soğukluk ve sıcaklık vardır; ve aynı şekilde aydınlık ve karanlık vardır. Soğukluğun çevrilmesi sıcaklık ile; ve sıcaklığın çevrilmesi soğukluk ile; ve aynı şekilde aydınlığın çevrilmesi karanlık ile ve karanlığın çevrilmesi nûr iledir. Bundan dolayı akıl soğukluğun veyâ karanlığın çevrilmesi için bir ısıtma veyâ aydınlatma usûlü bulup sıcaklık ve aydınlık hâsıl eder. Ve netîce de mahvolma ve isbât vücûda gelir. Ve aynı şekilde demir demir ile ve hîle hîle ile çevrilir. Ve diğerleri de buna kıyâs olunur.
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) ikinci beyt-i şeriflerinde buyururlar:
“Benim elim onun melekûtunda Allâh’ın yemîni ya’nî sağ elidir.”
Ya‘nî benim elim olan hakîkatim O’nun melekûtunda O’nun vücûda getirme elidir.
“Melekût”dan kasıt şehâdet âleminin üstünde olan gayb âlemi mertebeleridir, ya‘nî rûhlar ve misâl âlemi mertebeleridir.
“Benim elim”den kasıt ilâhî ilimde sâbit olan kulun hakîkatidir ki, vücûd tecellîleri rûhlar ve misâl ve şehâdet mertebelerinde bu sâbit ayn’lar dolayısıyla olur. Çünkü Hak malûmu ya’nî bilineni olan şeyi murâd eder. Ve malûm ise kulun sâbit ayn’ı ve hakîkatidir. Bundan dolayı kulun sâbit ayn’ı Allâh’ın melekûtunda O’nun vücûda getirme eli.
“Ben dilediğim şeyi icrâ ederim. Ve resimler hazlardır.”
Ya’nî ben ilâhî ilimde sâbit olan hakîkatimin ve sâbit ayn’ımın isti’dâdına uyarak murâd ettiğim şeyi varlıksal mertebelerde icrâ ederim. Ve izâfî vücûdumdan açığa çıkan resimler ve fiiller, ezelî olan hazlar ve nasîblerdir.
Bilinsin ki, kudret irâdeye ve irâde ilme ve ilim malûma tâbi’dir. Ve malûm kulun sâbit ayn’ıdır. Ve sâbit ayn’lar isimlere âit sûretlerden ibârettir. Şimdi her bir ismin hazînesinde gizlide olan şeylerin, fiiller mertebesi olan varlıkta açığa çıkması lâzımdır. Ve kul “Kün-Ol!” emrine uyarak Hakk’ın hakîkî bir olan vücûdunda kendi vücûdunu var eder. Bundan dolayı var olma fiili kula izâfe olunur. Ve bu husûsta Hak tarafından cebir yoktur, ancak emir vardır. Bu bahsin ayrıntısı Fusûsu’l-Hikem’de Sâlih Fassı’ndadır.
“Ve mâ teşâûne illâ en yeşâallâh” ya’nî “ve siz dileyemezsiniz, Allah dilemedikçe” (İnsan, 76/30) irâdenin birliğine;
“Vallâhu halakaküm ve mâ ta’melûn” ya’nî “Sizi de, amellerinizi de Allah halk etti” (Sâffât, 37/96) fiillerin birliğine dönüktür.
Ey zekî okuyucu bu bahsi iyi düşün!