HİKMETLERE ÂİT VE Ş’ER’Î FİRÂSETİN KARŞILAŞTIRMASI

TENBÎH

HİKMETLERE ÂİT VE Ş’ER’Î FİRÂSETİN KARŞILAŞTIRMASI

Anlatmak istediklerimiz hakkında bu bölümde bizim için bir şey daha kaldı ki, o da şer’î firâset ve hikmetlere âit firâset hakkında karşılaştırma ile iki nüshada tesbîtidir. Ve beyânı budur ki, muhakkak birisi çıkıp, ‘Sizin indinizde karşılaştırma vardır. Şimdi bu şer’î firâsetten kızılın ve mâvinin ve burnun büyük oluşunun ve gözün sürmesinin i’tidâlde oluşunun hazzı nerededir? diyebilir. Biz deriz ki, sen bir ârif sorusu sordun. Ve biz inşâallâhü Teâlâ senin sorunu kolaylıkla sana işin özünden anlatırız. O da budur ki, biz hikmetlere âit firâsete baktık. Onun erbâbını ve onu söyleyenleri ve onun hükmü ile kât’î hüküm verenleri iki tarafa ve vasata dönük gördük. Ve onlar, eşyâyı zemmedilmişler ve övülmüşler olarak kısımlara ayırıp, vasatta olanın hepsini hayır ve övülmüş kıldılar. Ve vasatın iki tarafındakileri zemmedilmiş ve şer kıldılar da şiddetli beyaz ve şiddetli mavi ve kızıl hakkında zemmedilmişten işittiğin şeyi söylediler. Ve o övülmüş değildir. Ve aynı şekilde şiddetli siyâh ve şiddetli sürmeli göz ve burnun ince olması bunun hepsi cidden zemmedilmiştir. Ve iki tarafın birisine tam bir meyille meyletmeyip, onların arasında i’tidâlde olan, hikmetlere âit firâsette daha önce geçen şey dolayısıyla övülmüştür.

Ne zamanki biz onları, bu eşyâyı bu derece üzerine sınırladıklarını ve kısa kestiklerini gördük, bu âlemde şuna baktık ki, güzellik ve çirkinlik nerede gözükür. Böyle olunca biz dedik ki, güzellik ve çirkinlik ancak şer’îata göre mevcûddur. Bizim için buna delîl mevcûd oldu. Ne zamanki biz muhakkak övmenin ve övülmenin ve zemmedilmenin şer’îata göre her hangi bir cihetten fiil üzerine olduğunu gördük. İki tarafı ve vasatı nasıl topladığımıza bakarız. Ve iki tarafı zemmedilmiş yapmaya ve i’tidâl mahalli olan vasatı da övülmüş kılmaya kastederiz.

Şimdi biz deriz ki, insan salt bâtınî olmaktan soyutlanmış değildir. O da bizim indimizde hâl ve fiil olarak sâdece tevhîd ile söyleyici olandır. Ve bu şerîat hükümlerinin devre dışı kalmasına sebep olur. Ve biz deriz ki, bu bizden uzaktır. Ve dîn kāidelerinden bir kāideyi yıkan her bir şey mutlak bir şekilde zemmedilmiştir. Allah Teâlâ bizi ve sizi bundan korusun!

Veyâhut insan salt zâhirî olmaktan soyutlanmayıp varlık gösterme ve teşbîhe sebep olma yönünden söz söyler. Şimdi bu da onun gibi şerîata göre zemmedilmişlere dâhildir.

Veyâhut sözden açılan ma’nâ üzere şerîat ile yürümekten soyutlanmış değildir. Adım adım şerîatı getirenin yürüdüğü yönde yürür ve şerîatı getirenin durduğu yönde durur. Ve işte bu vasattır. Ve onun için Allâh’ın muhabbeti bununla geçerli olur. Hak Teâlâ “fettebiûnî yuhbibkumullâhu ve yagfir leküm zünûbeküm” (Âl-i İmrân, 3/31) ya’nî “Bana tâbi’ olunuz ki, Allah Teâlâ size muhabbet etsin ve günâhlarını affetsin!” buyurur.

Şimdi şerîatı getirene tâbi’ olmak ve onun yolunu yeterli bulmak kul için Allâh’ın muhabbetini geçerli kılar; ve günahları örter; ve dâimî saâdet hâsıl eder. Allah Teâlâ seni azîz eylesin!

İşte iki nüshanın karşılaştırma yönü budur.

Eğer birisi çıkıp derse ki: “Bu karşılaştırmayı kabûl ettik; ve o geçerlidir. Namaza ve cemâate hâzır olan ve sâkin bir şekilde duran adamı gördüğüm zaman ta’yîn üzere insanlardan onu nasıl ayırt edelim? Oysa o, bununla berâber ısrarlı bir münâfıktır.”

Biz deriz ki, bu konu ile ilgili daha önce bir yer geçti. Fakat yine de sorduğun şey üzerine bizim sana cevap vermemiz lâzım geldi. Ve beyânı budur ki, muhakkak sâkinlik ve namaza hâzır olmak ve onların benzerleri gayb âlemindendir. Ve onun kâfir oluşu onun sırrındadır. O da gayb âlemindendir. Ve bizim için şer’î firâset hâsıl olduğu zaman, kendi nefislerimizde onun kâfir olduğuna hükmeder ve onu bırakırız. Ve kelime-i tevhîdî söylediğinden dolayı, onun malı ve kanı şerîata göre muhâfazalıdır. Onun için bizim muâmelemiz bu tarz üzeredir. Ve bunun dışında bir şey ile mükellef değiliz.

Allah Teâlâ seni muvaffak eylesin! İşte şer’î firâset ve hikmetlere âit firâsetin özeti budur. Onları sana son derece açık bir şekilde îzâh ettim. Ve onların hâsıl olma sebepleriyle nefsinde amele ve onlara vâkıf olmakla ziynetlenmeye Efendi’miz Allah Sübhânehû muvaffak eder. Çünkü o buna kādirdir. Ve bununla zenginleştirir.

Ya‘nî bu sekizinci bölümde anlatmak istediklerimiz hakkında bizim için beyânı gerektiren bir şey daha kaldı ki, o da hikmetlere âit firâsette bahsedilen hallerin şer’î firâsete tatbîk edilmesi ve bunların iki nüshada karşılaştırılmak sûretiyle tesbîtidir. Ve beyânı budur ki: Birisi çıkıp:

“Sizin indinizde karşılaştırma usûlü vardır. Bundan dolayı hikmetlere âit firâsette bahsettiğiniz kızılın ve mâvinin ve burnun büyük oluşunun ve gözün sürmesinin i’tidâlde oluşunun şer’î firâsetteki hazzı ve karşılığı nerededir?”

diyebilir. Biz cevâben deriz ki:

“Sen bir ârife lâyık olan soruyu sordun. Ve inşâallâhü Teâlâ biz senin sorunu sana kolaylıkla özünden anlatırız. Ve o da budur ki: Biz hikmetlere âit firâsete baktık. Onun erbâbının ve onu söyleyenlerin ve o firâsete göre kat’î hüküm verenlerin, ifrât ve tefritten ibâret olan iki tarafa ve i’tidâlden ibâret olan vasata dönük olduklarını gördük. Ve onlar eşyâyı zemmedilmişler ve övülmüşler olarak kısımlara ayırıp, vasatta olanların hepsini hayır ve övülmüş saydılar. Ve vasatın iki tarafındakileri zemmedilmiş ve şer kıldılar da, pek beyaz ve pek kızıl ve mâvi hakkında zemmedilmişlik kısmından yukarıda işittiğin şeyi söylediler ki, o övülmüş değildir. Ve aynı şekilde pek siyâh ve pek kudretten sürmeli göz ve burnun ince olması bunun hepsi cidden zemmedilmiştir. Ve iki tarafın birisine tam bir meyille meyletmeyip, onların arasında i’tidâlde olan, hikmetlere âit firâsette daha önce bahsi geçtiği üzere övülmüştür. Ya’nî gözün siyaha meyilli kestâne renginde olması ve kudretten olan sürmesinin pek şiddetli olmaması ve burnun ne ince ve ne de kalın olmaması övülmüştür.

Ne zamanki biz hikmetlere âit firâset ehlinin bu eşyâyı bu değer ve derece üzerine, ya’nî ifrât ve tefrit ve i’tidâl üzere sınırladıklarını ve kısa kestiklerini gördük, bu sûret âleminde güzellik ve çirkinliğin nerede gözüktüğüne baktık. Bu bakış netîcesinde dedik ki, güzellik ve çirkinlik ancak şerîata göre mevcûddur. Ve vücûdun hakîkatinde güzellik ve çirkinlik yoktur. Çünkü güzellik ve çirkinlik sıfatları kesîf vücûdların gerekleridir. Ve vücûdlar ise müstakil olmayıp îzâfî olduklarından, onlardan açığa çıkan sıfatlar da yokluksal işlerdendir. Ve sûret âlemi, teklîf âlemidir. Bundan dolayı insan sûretinden açığa çıkan fiillerden şerîatın “güzel” dediği güzeldir; ve “çirkin” dediği de çirkindir. Böyle olunca, güzellik ve çirkinlik şerîata göre mevcûd olmuş olur. Nitekim cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) bu ma‘nâyı te’yîd edici olarak Fusûsu’l- Hikem’de Yûnus Fass’ında şöyle buyururlar:

“Şerîatın zemmettiği şeyin dışında zemmedilmiş yoktur. Çünkü şerîatın zemmetmesi hikmetten dolayıdır ki, onu Allah bilir; yâhut Allâh’ın bildirdiği kimse bilir.”

Şimdi mâdemki güzellik ve çirkinlik ancak şerîatın çizdiği dâireye göredir; o halde şerîatın ta‘yîn ettiği kâideler bizim için mevcûd bir delîl olur. Ve şerîat insânın fiillerinin ifrât ve tefrîtini zemmedilmiş ve i’tidâlini övülmüş olarak göstermiş olduğundan, biz insanın zâhirine bağlanan fiiller üzerine şerîatın verdiği bu hükmü, bâtına bağlanan şer’î firâset ile karşılaştırarak ve tatbîk ederek iki tarafı, ya’nî ifrât ve tefrîti; ve vasatı, ya’nî i’tidâli nasıl topladığımıza bakarız. Ve şer’î firâsette de bu iki tarafı ya’nî ifrât ve tefrîti zemmedilmiş ve i’tidâl mahalli olan vasatı da övülmüş yapmaya kastederiz de deriz ki:

İnsan salt bâtınî olmaktan soyutlanmış değildir. O da bizim indimizde hâl ve fiil olaran sâdece tevhîd ile söyleyici olandır. Ya’nî bizzât hakîkatini yaşayıp tadarak vahdet-i vücûdu idrâk etmiş olup bütün fiillerinde bu tada göre hareket eden kimsedir ki, ilâhî cezbelenmişlerdendir. Ve bu hâl şerîat hükümlerinin devre dışı kalmasına sebep olur. Çünkü şerîat ikilik yaşantısı üzerine dayanmaktadır. Oysa sâdece tevhîdi söyleyici olan kimselerin bakışında ikilik kalmamıştır. Söz olarak ve ilim olarak vahdet-i vücûdu idrâk etmiş olanların bu bahiste yeri yoktur. Ve biz deriz ki: Sırf bâtınî olup şerîatı devre dışı bırakmak çukuruna düşmek bizden uzaktır. Çünkü dîn kâidelerinden bir kâideyi yıkan her bir şey, mutlak bir şekilde zemmedilmiştir. Allah Teâlâ bizi ve sizi bu çukura düşmekten korusun! Çünkü bu his ve şehâdet âlemi, teklîf ve ameller yurdudur.

Veyâhut insan, sırf zâhirî olmaktan sıyutlanmayıp varlık gösterme ve teşbîhe sebep olma yönünden söz söyler. Ya’nî Hakk’ı sûretle kayıtlar ve sınırlar. İşte bu da sırf bâtınî olmak gibi şerîat tarafından zemmedilmiş şeylere katılmıştır.

Bu iki halden ilki “sırf tenzîh” ve ikincisi “sırf teşbîh” olmakla ikisi de şerîata göre zemmedilmiştir. Ve bunun birisi ifrât ve diğeri tefrîttir.

Veyâhut insan, kelâmdan açılan ma’nâ üzerine şerîat ile yürümekten soyutlanmış değildir. Şimdi o kimse Kur’ân ve Hadîs’e bakıp adım adım şerîatı getirenin yürüdüğü yönde yürür ve durduğu yerde durur. Ya’nî şerîatı getiren tenzîhden ne kadar beyân etmiş ise onu alır; ve teşbîhden ne tebliğ etmiş ise onu tebliğ eder. Bundan dolayı tenzîh ve teşbîh arasını birleştirir. Ve işte bu vasattır.

Nitekim Hz. Şeyh (ra) Fusûsu’l-Hikem’de Nûh Fass’ında beyân buyururlar:

Tercüme: “Eğer sen tenzîhi söyleyici olursan kayıtlayıcı olursun. Ve eğer teşbîhi söyleyici olursan sınırlamış olursun. Ve eğer bu iki husûs ile söylersen doğru yola sevk etmiş olursun; ve ilâhî bilgilerde imâm ve efendi olursun.”

Ve böyle kimse için bu tarz hareket ile Allâh’ın muhabbeti sâbit ve geçerli olur. Hak Teâlâ “fettebiûnî yuhbibkumullâhu ve yagfir leküm zünûbeküm” (Âl-i İmrân, 3/31) ya‘nî “Bana tâbi’ olunuz ki, Allah Teâlâ size muhabbet etsin ve günahlarınızı affetsin!” buyurur. İşte bu âyet-i kerîmeye göre şerîatı getirene tâbi’i olmak ve onun yolunu yeterli bulmak, kul için Allâh’ın muhabbetini sâbit kılar; ve böyle bir kimseyi Allah Teâlâ sever ve onun günahlarını örter. Ve Allah Teâlâ’nın muhabbet ettiği kimse elbette dâimî saâdete nâil olur. Allah Teâlâ seni azîz etsin! İşte iki nüshanın, ya’nî hikmetlere âit firâsetin ve şer’î firâsetin, karşılaştırma yönü budur.

Eğer birisi çıkıp derse ki: “Pek a‘lâ, hikmetlere âit firâsetteki iki tarafla vasatı, ya’nî ifrât ve tefrît ile i’tidâli ve buna karşılık şer’î firâsetteki ifrât ve tefrît ile i’tidâli anladık ve kabûl ettik; ve onun sıhhati bakışımızda sâbit oldu. Fakat namaza ve cemâate hâzır olan ve kendisinde sükûnet bulunan bir adamı gördüğüm zaman, saâdet veyâ şekâvetini ta‘yîn etmek üzere insanların içinde onu nasıl ayırt edelim? Halbuki o bu şekilde zâhirde şerîatı getirenin yolu ile yetinmekle beraber, bâtınında ısrarlı bir münâfıktır. Bundan dolayı onun zâhirine bakarak verdiğim hüküm yanlış olacaktır.”

Biz cevâben deriz ki: Bu konudaki beyânlarımızında üstü kapalı olarak bir yer geçti. Çünkü biz bu bölümün başında dedik ki: “Herkese Allah Teâlâ yakîn nûrunu hîbe etmedi; ve onun basîret gözünden perdeyi izâle etmedi ki, şer’î firâset ehli ipinde dizilmiş olsun. Onun kullarından ona ancak seçkinler erer. Bu kitabımız ise hem seçkinler ve hem avâm içindir. Şer’î firâset sâhibi olmayanların istifâdesi için zâhir alâmetlere bağlı olan hikmetlere âit firâseti beyân ettik.”

Şimdi senin sorun bu sözlerde üstü kapalı olarak cevâplanmıştır. Fakat bu soruna daha açık bir cevap da vermemiz de lâzım geldi. O da budur ki: Muhakkak sâkinlik ve namaza hâzır olmak ve onlara benzeyen fiiller şehâdet âlemindendir. Ve onun kâfir oluşu, o kimsenin sırrındadır; o da gayb âlemindendir. Ve bizim için şer’î firâset hâsıl olup da onun sırrına vâkıf olduğumuz zaman kendi nefislerimizde onun kâfir olduğuna hükmeder ve onu kendi hâlinde terk ederiz; ve onun bâtınını ifşâ etmeyiz. Ve o kimse zâhirde kelime-i tevhîdî söylediği için, onun malını ve kanını şerîat gereği olarak muhâfaza ederiz. İşte zâhirde mü’min ve bâtında kâfir olan münâfık hakkında bizim muâmelemiz bu tarzdadır. Ve şerîata göre bunun dışında bir şey ile mükellef değiliz. Husûsî muamelelerimize gelince, onun bu hâli hikmetlere âit fîrâsette gösterilen zemmedilmiş huylar ile alâkadâr olacağından, görüşmek ve dostluk yapmak husûsunda da hikmetlere âit fîrâsetin gösterdiği düstûra göre hareket ederiz.

Allah Teâlâ seni zâhirde hikmetlere âit firâsete ve bâtında da şer’î fîrâsete muvaffak eylesin! İşte şer’î fîrâset ve hikmetlere âit firâsetin özeti budur ki, bunlar esâs düstûrlardır. Onları sana pek açık bir şekilde beyân ettim. Ve bu iki fîrâsetin hâsıl olma sebepleriyle nefsinde amele ve onlara vâkıf olmakla ziynetlenmeye Efendi’miz Allah Sübhânehû muvaffak buyurur. Çünkü Allah zü’l-celâl hazretleri her şeye kādir olduğu gibi buna da kādirdir. Ve bu iki firâseti sana ihsân ile zengin kılar.