ÖNBİLGİ -2-

Şimdi biz Allah Sübhânehû hazretlerine, ilhâm eylediği şey üzerine hamd eyledik. Ve muhakkak bizim ilmimiz bilir olmadığımız şey idi. Allah Teâlâ senin basîretini nurlandırsın!

Şimdi sen en büyük âlemde türlü türlü olan şeye dikkat et! Mülk ve melekût cinsinden onu insanın âleminde bulursun. Hattâ sana âlemde gelişip büyüyenler gözüktüğü zaman, onu insanda bulursun. Kıl ve tırnak ve bunun örneği… Ve âlemde nasıl ki tuzlu ve tatlı ve tatsız ve acı su varsa, bu insanda da mevcûddur. Şimdi tuzlu su onun iki gözlerinde; ve tatsız burnunun deliklerinde; ve acı su kulaklarında; ve tatlı su ağzındadır. Ve âlemde nasıl ki toprak ve su ve havâ ve ateş varsa, bunlar ayniyle insanda da vardır; ve onlardan mahlûktur. Ve Hakîm Sübhânehû hazretleri Kitâb-ı azîzde ona tenbîh buyurur. Ve o Hak Teâlâ’nın “Hüvellezî halakaküm min turâbin” ya’nî “O ki sizi topraktan hálk etti” (Mü’min, 40/67) mübârek sözüdür. Ve diğer bir yerde de “Ve lekad halaknal insâne min sülâletin min tîn” ya’nî “Ve andolsun ki Biz, insanı balçığın özünden hálk ettik” (Mü’minûn, 23/12) buyurur. Ve o suyun ve toprağın karışımıdır. Sonra, ismi Celîl olan Hak Teâlâ “min hamein mesnûn” (Hicr, 15/26,28) ya’nî “Yıllanmış çamurdan” buyurdu. Ve o değişken havadır. O da onda olan havasal parçadır. Daha sonra “Halakal insâne min salsâlin kel fehhâr” ya’nî “İnsanı fehhâr gibi salsâlinden hálk etti” (Rahmân, 55/14) buyurur. Ve o ateşsel parçadır. Ve işte bu Hak Sübhânehû ve Teâlâ tarafından bir hikmettir. O dilediği şeyi hálk eder. Ve o Alîmü’l-Kadîr’dir. Ve âlemde kuzeyden ve güneyden ve doğudan ve batıdan esmekten ibâret nasıl ki dört rüzgâr varsa, insanda da çekimden, tutmaktan, hazmetmekten ve uzaklaştırmaktan ibâret olan dört kuvvet vardır. Ve âlemde nasıl ki yırtıcılar ve şeytanlar ve canavarlar varsa, insanda da parçalamak ve kahretmek talebi üstün gelmek ve gazab ve kin ve hased ve günah ve yemek ve içmek ve nikâh ve kazanma hırsı vardır. Nitekim Hak Teâlâ (azze ve celle) buyurur: “yetemetteûne ve ye’kulûne kemâ te’kulül en’âmu ven nâru mesven lehüm” ya’nî “faydalanırlar ve hayvanların yediği gibi yerler. Ve ateş, onların mekânıdır” (Muhammed, 47/12). Ve âlemde nasıl ki iyilikleri yazıcı melekler var ise, insanda da temizlik ve tâat ve istikâmet vardır. Ve âlemde nasıl ki gözlere gözüken ve gizli olan şeyler varsa, insanda da zâhir ve bâtın vardır ki, algılanabilir âlem ve kalb âlemidir. Şimdi onun zâhiri mülk ve bâtını melekûttur. Ve âlemde nasıl ki gökler ve yer var ise, insanda da yücelik ve aşağılık vardır. Âlem üzerinde bu i’tibâr dâhilinde yürü! Doğru olan bir ilâhî nüsha bulursun ki, bir harfi bozuk ve bir ma’nâsı noksan değildir. Ezel mukabilinde onu ebedin gayrı bulmazsın. Çünkü o şerîat hükümlerine göre âhiret tarafı sonsuz olandır. Ve Allah (azze ve celle) hazretlerinin kadîm ilmi onun bâkî kılmasıyla öne geçti. (13)

En büyük âlemin misâli olarak yeryüzünde mahlûk olan insân-ı kâmil ilâhî sıfatlardan olan ilmin en mükemmel görünme yeri olmakla diğerlerinden ayrılmış olduğu için, cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra):

“Şimdi biz Allah Teâlâ hazretlerinin ilhâm eylediği şey, ya‘nî ilim üzerine, hamd eyledik. Ve muhakkak bizim ilmimiz bizim bilmediğimiz şey idi ki, Hak Teâlâ onu bize ilhâm eylediği için bilir olduk” buyurur.

Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “ve mâ ûtîtüm minel ilmi illâ kalîlâ” ya’nî “Ve size, ilimden ancak az biraz verildi” (İsrâ, 17/85). Hz. Şeyh-i Ekber’in şeyhi Ebû Medyen Mağribî (ra) bu âyet-i kerîmenin ma’nâsında buyurmuştur ki: “Bu az olan ilmi dahi bize Hak Teâlâ vermiştir; o da bizim değildir, belki bizde emânettir. Ve o ilmin çoğuna da ulaşamadık. Bundan dolayı biz devâmlı olarak câhilleriz.”

Şimdi, mâdemki az bir ilim dahi Hak Teâlâ’nın ihsânıdır, bunun için cenâb-ı Şeyh (ra) bu kitabın okuyucusuna duâ edip “Allah Teâlâ senin basîretini nurlandırsın!” buyurur. Çünkü ilim nûrdur. Nûr kendi zâhir ve eşyâyı gösterici olduğu gibi, ilim dahi öylece eşyânın hakîkatlerini bâsîret gözüne gösterir. Ve Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de ilmi nûr ile vasfedip “E ve men kâne meyten fe ahyeynâhu ve cealnâ lehü nûren yemşî bihî fîn nâsi” (En’âm, 6/122) buyurur. Ya’nî “Bizim ilim ile dirilttiğimiz kimse ölü müdür ki, biz onun için ilmi bir nûr kıldık; insanlar arasında onunla yürür.” Bundan dolayı sen basîret gözü ile en büyük âlemdeki türlü türlü şeylere dikkat et! Gerek mülk, ya’nî zâhir, ve gerek melekût, ya’nî bâtın, cinsinden olmak üzere onu insanın âleminde bulursun. Hattâ âlemde gelişip büyüyen bitkiler gibi, insan vücûdunda da gelişip büyüyen kıl ve tırnak gibi şeyler vardır.

Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) zâhir gözü ile ilk bakışta idrâk olunabilecek şeyleri örnek olarak vermiş ve bunları okuyucuya numûne olmak üzere göstermiştir. Yoksa sonradan yapılan bilimsel keşifler neticesinde bunun gibi binlerce örnek verilmesi mümkündür. Bu cümleden olarak yeryüzünde irili ufaklı sayısız ve hesapsız hayvânât yeryüzünün maddesinden var olup gelişip büyüme bularak yaşar ve ölür. Ve aynı şekilde insanın vücûdunda da onun vücûdunun maddesinden sayısız ve hesapsız mikroskopik hayvânât bu şekilde var olur ve yaşayıp ölür.

Ve yeryüzü üzerinde tuzlu ve tatlı ve tatsız ve acı su olduğu gibi bunların benzeri insanda da vardır. Tuzlu su gözlerinde; ve tatsız su burnunda; ve acı su kulaklarında; ve tatlı su ağzında bulunur.

Ve aynı şekilde yeryüzünde toprak ve su ve havâ ve ateş olduğu gibi bunlar ayniyle insanda da vardır; ve onlardan hálk edilmiştir. Ve her şeyi yerli yerinde tertîb eden Hak Sübhânehû hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de ona işâret buyurmuştur. Ve o işaret dahi Hakîm-i mutlak olan Hak Teâlâ’nın “Hüvellezî halakaküm min turâbin” (Mü’min, 40/67) ya’nî “Allah sizi topraktan hálk etti” mübârek sözüdür.

Ve Kur’ân-ı Kerîm’in diğer bir mahallinde de “Ve lekad halaknal insâne min sülâletin min tîn” (Mü’minûn, 23/12) ya’nî “Biz insanı çamur cinsinden olan sülâleden hálk ettik” buyurur. Ve çamur su ile toprağın karışımından oluşur.

Bundan sonra ismi Celîl olan Hak Teâlâ “innî hâlikun beşeren min salsâlin min hamein mesnûn” (Hicr, 15/28) ya’nî “Ben yıllanmış çamur cinsinden olan salsâlden beşerin Hâlik’ıyım” buyurur. “Hame-i mesnûn”, üzerinden seneler geçmiş ve havası değişmiş çamur ma’nâsınadır ki, bilim adamları indinde karbonik birleşimlerden ibârettir. Çamurun temiz havâ ile karışmasından oluşur. Bununla ondaki havasal ve gazsal parçaya işâret buyrulur. Ya’nî su ile toprak karıştıktan sonra senelerce temiz havaya ma’rûz kalmış ve havâ ile karışarak bu çamur kokmuş bir hâle gelmiştir. Ve ondaki hava parçası karbonik asittir.

Ondan sonra da “Halakal insâne min salsâlin kel fehhâr” (Rahmân, 55/14) buyurur. Ya‘nî su ile karışıp kokmuş bir çamur hâline gelmiş olan salsâl, ki karbonik birleşimlerden ibârettir, güneşin ısısı ile “fahhâr,” ya’nî “çömlek yaptıkları çamurun kurusu” gibi, kurumuş bir hâle geldikten sonra “ve bedee halkal insâni min tîn / Sümme ceale neslehu min mâin mehîn / Sümme sevvâhu ve nefeha fîhi min rûhihî” (Secde, 32/7-9) ya’nî “Hak Teâlâ insanın hálk edilmesine çamurdan başladı. Daha sonra onun neslini mâ’-i mehînden, ya‘nî zayıf sudan, ibâret olan nutfeden kıldı. Daha sonra onun sûretini tesviye edip kendi rûhundan ona üfledi” âyet-i kerîmesinde beyân buyrulan değişimler çerçevesinde insanı hálk etti ki, bu değişimler ilk önce mâden, ikinci olarak bitki, üçüncü olarak hayvân ve dördüncü olarak insan mertebelerinden ibârettir.

Ve Hak Teâlâ’nın insanı böyle değişimler çerçevesinden geçirerek hálk etmesi onun tarafından bir hikmettir. Ve o hikmet dahi budur ki, latîf olan hakîkî vücûd zâtî zuhûrunun gereği olarak her bir mertebeyi müşâhedesel zevk ile kat‘ etmek sûretiyle insan mertebesine inmiştir. Ve o her mertebenin hallerinden habîr ya’nî haberdardır. Ve hibret zevkî ya’nî bizzat hakîkatiyle yaşanan ilimdir. Nitekim buyurur: “Elâ ya’lemu men halaka, ve huvel latîful habîr” ya’nî “Hálk eden bilmez mi? Ve O, Latîf ve Habîr’dir” (Mülk, 67/14).

Ve bu tenezzül ve zuhûr ulûhiyyet ya’nî ilâhlık mertebesinden i‘tibâren meşiyyet ya’nî üst irâde ile olduğu için Cenâb-ı Şeyh (ra) “O dilediği şeyi hálk eder” buyurur. Ve açığa çıkma işine üst irâde bağlanınca, daha sonra Kudret sıfatının bağlanması lâzım geldiğinden ve mertebelerde açığa çıkmak hibreti, ya’nî zevkî ilmi gerektirdiğinden “Ve O Alîmü’l-Kadîr’dir” buyurur.

Şimdi cenâb-ı Şeyh (ra) en büyük âlemde olan şeyleri bir takım misaller ile insana tatbîk ettikten sonra buyururlar ki: “Âlem üzerinde bu i‘tibâr dâhilinde yürü; doğru olan bir ilâhî nüsha bulursun ki, bir harfi bozuk ve bir ma’nâsı noksan değildir.” Ya’nî âlem ile insanı mukayese husûsunda içinde yaşadığın varlık âlemine dâimâ ibret bakışı ile bak! Âlemin hallerini ve işlerini, kendindeki hallere ve işlere tatbîk et! Âlemi ve insanı birer ilâhî nüsha bulursun ki, yukarıda ayrıntılı olarak anlatıldığı üzere insan âlemin çiftidir ve onun benzeridir. Âlemde ne varsa, onun benzeri insanda da tamâmen mevcûddur. Bir harfi bozuk ve bir ma’nâsı eksik değildir.

“Ezel mukabilinde onu ebedin gayri bulmazsın.”

Bilinsin ki, bir “ezellerin ezeli” bir de “ezel” vardır. “Ezellerin ezeli” ahadiyyet ya’nî teklik mertebesidir. Çünkü vücûdun bundan yukarı bir mertebesi yoktur. Ve bütün mertebeler bu mertebenin altındadır. Ve “ezel” sâbit ayn’lar âlemidir ki, vücûdun vâhidiyyet ya’nî birliksellik mertebesine tenezzülünde sâbit olur. Ve eşyânın bütün hakîkatleri, ya’nî eşyanın ilmî sûretleri, bu mertebede birdîğerinden ayrılır.

Şimdi bu hakîkatlerin sâbitliğinden sonra onlar için tamâmı ile yok olma ve birdîğerinden ayırt edilmeme hâli yoktur. Çünkü sâbit ayn’lar âleminden sonra bu ayn’lar vücûdun her bir mertebesinde ve her bir yurdunda bir taayyün elbisesi ile açığa çıkarlar. “Ruhlar” mertebesinde soyut cevherler suretinde; ve “misâl”de hayâlî sûretlerde; ve “şehâdet âlemi”nde elementsel sûretlerde; ve elementsel sûretlerin bozulmasından sonra da berzaha âit sûretlerde; ve ondan sonra, rûhânî neş’e gâlib olmak üzere cismânî uhrevî sûretlerde, ya‘nî yeniden dirilme ve haşr ya’nî toplanma ve a‘râf ve cennet ve cehennem yurtlarında, bu yurtların gereklerine göre verilen bir elbisede zâhir olurlar ki, şerîat cismânî cennet ve cehennemin dâimiliği ve ebediliğini haber verir.

Bundan dolayı bu önbilgilere vâkıf olduğun zaman, sen insanı ezelin mukabilinde ebedin gayrı bulmazsın. Çünkü Allah Teâlâ hazretlerinin kadîm ilmi, (ki sâbit ayn’lar o kadîm ilmin ayrıntılanmış sûretlerinden ibarettir) bu hakîkatlerin bütün mertebelerinde ve yurtlarında bâkî olmalarıyla öne geçti; ya’nî Hak ezelî ilminde onların bâkî olmasına ve âhiret taraflarının sonsuz olmasına hükmetti.