ŞER’Î FÎRÂSET

F A S I L

ŞER’Î FÎRÂSET

Allah Teâlâ sana rahmet eylesin ve basîretini nurlandırsın! Bilesin ki, melekût âlemi, ki şehâdet âleminin hareketlendiricisidir ve Allah Teâlâ tarafından hikmet olarak onun kahrı ve itâatı altındadır, bunu hakedişi kendi nefsinden dolayı değildir. Şehâdet âleminden hiç bir hareket ve sâkinlik ve yeme ve içme ve konuşma ve sessizlik çıkmaz, illâ ki gayb âleminden çıkar. Ve beyânı budur ki, hayvan ancak kast ve irâdeden hareket eder; ve onlar kalbin amelindendir; o da gayb âlemindendir. Ve hareket ve onun şekilce benzeri şehâdet âlemindendir. Ve bizim indimizde şehâdet âlemi âdet olduğu üzere his ile ondan her bir idrâk ettiğimiz şeydir. Ve gayb âlemi, âdet üzere hisse zâhir olmayan şeyde bizim şer’î haberle ve fikrî bakışla, ya‘nî basîret ile idrâk ettiğimizdir.

Şimdi biz deriz ki, şehâdet âlemi nasıl madde bedenin gözü ile idrâk edilir ise, gayb âlemi de basîret gözüyle idrâk edilir. Ve nitekim göz kendisinden karanlık perdeleri ve mâni’lerden bunun benzerleri kalkmadıkça idrâk etmez. Şimdi mâni’ler kalkıp ve nurlar hissedilebilir şeylerin üzerine yayıldığında, göz görülen şeyleri idrâk eder. Bundan dolayı onun idrâki gözün nûruna ve güneşin nûruna veyâ ışığa ve nurlardan bunların benzerlerine yakındır.

Basîret gözü de böyledir. Ve onun perdesi işlenen günahlar ve şehvetlerdir ve gayrıyı düşünmelerdir ve perdelerden bunun gibilerdir. Onunla melekûtun ya’nî gayb âleminin arasına mâni’ olur. Ve insan, kalbinin aynasına kastettiği ve onu, ondan perdeyi izâle edinceye kadar türlü mücâhedeler ve riyâzât ile parlattığı zaman, onun nûru gayb âlemine yayılan nûr ile bir araya gelir; ve onunla melekût ehlini yavaş yavaş görür. Ve o hissedilebilir şeylerdeki güneş derecesindedir. Bunun indinde basîret gözünün nûru, ayırt etme nûru ile bir araya gelip gayb ile ilgili şeyler bulundukları hâl üzere açılır.

Şu kadar var ki, ikisinin arasında bir incelik vardır. Ve beyânı budur ki, muhakkak hisse, ya’nî bildiğimiz görmeye, duvar ve aşırı uzaklık ve aşırı yakınlık ve kesîf cisimler perde olup, idrâk etmeyi isteyen kimse ile onun arasına mâni’dir. Ve bu âdet olarak kusurdur. Ve nebî veyâ velî ba’zen âdeti yırtar. “Ben sizi arkamdan görürüm” sözü gibi.

Ve Hakk’ın evliyâsında açılımların başlaması, onların seyr ü sülûklarının başındadır. Ve muhakkak mürîde en önce açılan şey hissedilebilir şeylerdendir. Şimdi o, gelmek üzere olan bir adamı görür; yâhut onu her hangi bir hâl üzere görür. Oysa Mekke’de görüşü yönüyle aralarında aşırı uzaklık ve kesîf cisimler vardır. Ve Batı’nın en uzağında olduğu halde Kâbe’yi görür. Hallerinin başlarında mürîdler indinde bu çok olur. Allah Teâlâ’ya hamd olsun ben bunu bizzât yaşadım. Eğer inâyet ve nebevî verâset ile seçkin kılınmışlık ehlinden olursa, daha sonra bundan intikâl eder. Ve eğer sürekli, ya’nî âdetin yırtılması devâm üzere olursa, onlara “budelâ” ta’bîr edilir. Ve eğer bu, zaman zaman onlara aralık verirse, o kimse yâ vâris veyâ feterât sâhibi olan âbiddir.

Ve basîret âlemine gelince, ona perde yoktur. Çünkü gayb âlemiyle basîret gözünün arasında mesâfe ve uzaklık ve aşırı yakınlık yoktur. Ve onun perdesi ancak kalbe gelen örtü ve gaflet ve kibirdir. Ve mücâhede ile kaldırıldığı ve kalb aynası parladığı ve kendisine karşılık duran şeyin zâhir olmasına istidâdlı bulunduğu vakit, gayb alâmetleri âşikâr olur.

Lâkin bizim bahsedeceğimiz bir husûs olur ki, o da beyân ettiğimiz gibi, her ne kadar basîret gözü nüfûz ederse de, şimdi diğer bir ilâhî perde olur ki, o da muhakkak varlık mertebelerinde gayb ile ilgili olanların üzerine cömertlik hazretinden yayılan nûrdur ki, onlara umûmî olmaz. Ancak senin aynan gâyet sâf ve parlak olmak ile berâber, Allah Teâlâ’nın murâd ettiği şey kadar, onlardan sana açılır. Ve bu, vahiy makâmıdır. Buna kendimiz için delîlimiz, onu bizzât yaşamamızdır. Ve bizim dışımızdakiler için Hak Teâlâ’nın: “Kul….. ve mâ edrî mâ yuf’alu bî ve lâ biküm, in ettebiu illâ mâ yûhâ ileyye” (Ahkâf, 46/9) ya’nî “Ey Habîbim, de ki: Ben benim ile ve sizin ile ne işlenir bilmem. Ben, ancak bana vahyolunan şeye tâbi’ olurum” sözüdür.

Nebevî sâflık son derecede olmakla berâber böyle olursa, iğne ucu kadar kendisine yol açılmamış olan velî nasıl olur?

Ve işte bu ancak ilâhî perdedir.

Ve o azîz Kitâb’da vardır: “Ve mâ kâne li beşerin en yukellimehullâhu illâ vahyen ev min verâi hıcâbin ev yursile resûlen fe yûhıye bi iznihî mâ yeşâu” (Şûrâ, 42/51) ya’nî “Allah Teâlâ’nın beşere söylemesi ancak vahiy ile, yâhut perde arkasından, yâhut bir resûl göndererek oldu. Şimdi o dilediği şeyi kendi izni ile vahyeder.”

Onun “Ben ancak bana vahyolunan şeye tâbi’yim” sözü gayb âleminden kendisine açılan şey kadardır. Bundan dolayı şehâdet âleminde onun te’sîrini görür. Bu kadarı üzerine onunla söyler de “Böyle olacak; ve böyle olmayacak; ve onun işinin âkıbeti bunadır” der. Açılan kadarı üzerinedir.

Ve bu ilâhî perdedir ki, kişi delîl ile son derece mükemmellik üzere olsa da, aklen onun kaldırılması mümkün değildir. Muhakkak bu perde ancak sonsuz bilinenlere bağlı olan ezelî ilimdir. Ve vücûdun sınırladığı her bir şey sonludur. Ve basîret gözü, ancak vücûd mertebelerinin o cihetten her hangi bir vechi ile vücûdda dâhil olan şeyi keşfeder. Ve Hak Teâlâ’nın “ve külle şey’in ahsaynâhu fî imâmin mubîn” (Yâsîn, 36/12) ya’nî “Ve herşeyi İmâm-ı Mübîn’de saydık” sözü senin için delîl olmaz. Allah Teâlâ “Allâh’ın kelimeleri tükenmez” (Lokmân, 31/27) buyurur. Ve “Rabb’imin kelimeleri tükenmezden evvel elbette deniz biter” (Kehf, 18/109) buyurur. Ve bu, nihâyetin olmayışından dolayıdır.

Ne zamanki bu karar kıldı ve bizim için gayb âleminden açılım haddi sâbit oldu; şimdi bu makāmda olan kimseden her hangi bir şahıs hakkında, zâhiri üzerine bundan bir şey zuhûr etse, bu şer’î firâsettir; ve o keşfetme ya’nî açılım derecelerinin a’lâsıdır. Ve Kitâb-ı azîz-i mübînden hazzı da “İnne fî zâlike le âyâtin lil mütevessimîn” ya’nî “Muhakkak bunda ibret alanlar için delîller vardır” (Hicr, 15/75) âyet-i kerîmesidir. Çünkü onlar için histe alâmetler ve onlarla gayb âlemi arasında irtibât vardır.

Ve bu hikmetlere âit firâsetin tersine olarak zevka ya’nî bizzât yaşamaya bağlı olan bir ilimdir. Çünkü hikmetlere âit firâset tecrübe ve âdet üzerinedir; ve ba‘zen doğru olmaz. Bu ise bu şânın ehli indinde onun yalanlanmasına yol olmayandır. Çünkü Allah Teâlâ’nın nûrudur ve ancak hakîkatleri verir. İşte şer’î firâset böyle olur. Ve onun hâsıl olma sebebi bizim anlattığımızdır.

Ve ba’zen Allah Teâlâ şer’î firâseti öğrettiği âlime, mevcûdların zâhirinde alâmetler kılar. Nitekim kendisine helâl olmayan bir şeye bakması hakkında bir adamı azarladığında Osmân (ra)’dan haber ulaştı. O adam ona “Resûlullâh (sav)den sonra vahiy mi vardır?” dedi. “Hayır, velâkin Resûlullâh (sav): “Mü’minin firâsetinden sakınınız çünkü Allâh’ın nûru ile bakar” buyurdu. Ben bunu senin gözlerinde gördüm” diye cevap verdi. Ve bu alâmetler ancak perdelerdir ki, Allah Teâlâ zayıf kalplerin alıştırılması ve mutmain olmak üzere onların cezbedilmesi için diğerlerinin gözlerine diker.

Ve eğer sana nebîden başkası söylerse, sen ancak bunu yakîn nûrunun muhafazâlı kitâb üzerine yayılmasından dolayı görürsün. Şimdi onun hakkında fiiline bakarsın, aleyhine hükmedersin. Bunda onun doğruluğu ile berâber kulaklar atar ve nefisler ondan sıkıntı duyar.

Şimdi zâhirî alâmetler bağlandığı zaman zayıf kalb ve hâtır “Mü’minin firâsetinden sakınınız” sözündeki şer’î delîlin kuvveti ile berâber buna sâkin olur. Ve bundan dolayı ba‘zı inanışlarla berâber ithâm edip, belki kâhindir, yâhut görüş ve zekâ sâhibidir, denir.

Ya’nî Allah Teâlâ sana rahîmsel rahmetiyle tecellî edip basîret gözünü yakîn nûru ile nurlandırsın! Bilesin ki, âlem genel sûrette iki kısımdır. Birisi hiss ile görülen âlemdir ki, ona “şehâdet âlemi” ve “mülk âlemi” denir. Ve diğeri hiss ile görülmeyen âlemdir ki, buna da “gayb âlemi” ve “melekût âlemi” denir. Ve bu kısımlandırma bizlere göredir. Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin indinde “gayb âlemi” yoktur. Belki bütün âlemlerin mertebeleri Allah indinde hâzır ve müşâhede edilirdir. Nitekim “âlimul gaybi veş şehâdeti, huver rahmânur rahîm “ ya’nî “Gaybı ve şehâdeti bilir. O; Rahmân’dır, Rahîm’dir” (Haşr, 59/22) buyrulmuştur.

Şimdi bizler açısından melekût âlemi şehâdet âleminin hareketlendiricisidir. Ve şehâdet âlemi, Allah Teâlâ hazretleri tarafından hikmet olmak üzere, melekût âleminin kahrında ve itâatı altındadır. Melekût âleminin bu tasarrufa hak kazanışı, kendi nefsinden ve zâtından değildir. Belki ilâhî tedbîrlerdeki hikmet bunu gerektirmiştir. Şehâdet âleminden hiç bir hareket ve sâkinlik ve yeme ve içme ve konuşma ve sessizlik çıkmaz, illâ ki gayb âleminden çıkar. Ve bu hükmün îzâh olarak beyânı budur ki;

Hayvânın hareketi ancak kast ve irâdeden kaynaklanır. Ve kast ve irâde ise kalbin amelinden olup his âleminde görülmez. Bundan dolayı bu kalb ameli gayb âlemi cinsindendir.

Ve hisle müşâhede edilen hareket ve onun benzerleri şehâdet âlemi cinsindendir. Ve bizim indimizde “şehâdet âlemi,” alışılmış olarak his ile, o şehâdet âleminin cinsinden her bir idrâk ettiğimiz şeydir. Ve “gayb âlemi” ise, alışılmış olarak hissimize gözükmeyen şeyde bizim şer’î haberle ve fikrî bakışla, ya‘nî basîret gözüyle idrâk ettiğimizdir.

Şimdi biz deriz ki, şehâdet âlemi nasıl zâhir gözü ile görülürse, gayb âlemi de basîret ve bâtın gözüyle görülür. Ve zâhir gözü karanlık olduğu ve önüne kesîf cisimler mâni’ olduğu zaman göremez; bunlar ona perde olur, ancak bu perdeler kalktığı zaman görür. Ve ancak bu mâni’ler kalkınca ve aydınlık hissedilebilir olan şeylerin üzerine yayılınca, göz görülen şeyleri idrâk eder. Bundan dolayı zâhir gözünün idrâki gözün nûruna ve güneşin ışığına veyâ diğer ışıklardan bir ışığa yakın olur.

Basîret gözü de his gözü gibidir. Ve o basîret gözünün perdesi, günahların işlenmesi sebebiyle kalbe bulaşan örtüdür; ve nefsânî şehvetlerdir; ve Hakk’ın vücûdunun gayrı olarak i‘tibâr edilen hissedilebilir sûretlere ilgi duymaktır; ve diğer bunlara benzeyen perdelerdir. İşte bunlar, basîret gözüyle melekût idrâki, ya‘nî gayb âlemi arasına perde olur.

Ve insan, kalbinin aynasına kastedip yönelerek, ona bulaşmış olan her bir perde ortadan kalkıncaya kadar, türlü mücâhedeler ve riyâzât ile onu parlattığı ve sildiği zaman, o kalb aynasının cilâsı gayb âlemine yayılmış olan nûr ile bir araya gelir; ve bu toplanma sebebiyle melekût ehlini yavaş yavaş görür.

Ve gayb âlemine yayılan o nûr, hissedilebilir şeyler âleminde güneş gibidir. Bu nûr indinde, basîret gözünün, ya’nî kalb gözünün nûru, ayırt etme nûru ile bir araya gelip gayb ile ilgili şeyler olduğu hâl üzere açılır. Şu kadar var ki, his gözüyle kalb gözü arasında ince bir fark vardır. O farkın beyânı budur ki:

Muhakkak his gözünü, ya‘nî bildiğimiz gözü, duvar ve aşırı derecede uzaklık ve aşırı derecede yakınlık ve kesîf cisimler perdeleyip, idrâki isteyen kimse ile idrâk edilecek olan şey arasına perde olur. Ve bu hâl his âleminde âdet olarak ortaya çıkan bir kusûr ve âcizliktir. Örneğin bakmak istediğimiz bir manzaranın önüne bir adam gelse, onun kesîf vücûdu gözümüze perde olur. Bakışımız o kesîflikten geçipte o manzarayı göremez. Bu görememe cisim gözü için bir kusûr ve âcizliktir. Fakat his âleminin âdeti böyledir. Ve nebî veyâhut velî ba‘zen bu his âleminin âdetini yırtar. Nitekim (Sav) Efendimiz “Ben sizi arkamdan görürüm” buyurdular. Oysa his âleminin âdeti bir insanın önünden gözleriyle görmesiydi. Arkadan görmek ise âdeti yırtmaktır. Ve zamânımızda parlak fikirlerin sahiplerinden olduklarını iddiâ eden bir çok câhiller bu âdeti yırtmayı inkâr ederler. Oysa bilimsel buluşlar bu ahmakların câhilce inkârlarına peyderpey cevap vermekte ise de, onlar bunun dahi farkında değildirler. Örneğin gözün önüne bir kesîf cisim gelince ilerisini görmemesi his âleminde bir âdet iken, röntgen ışınlarının keşfi bu âdeti bir dereceye kadar yırttı. Demek ki his âleminde olan âdetlerin ba’zı vâsıtalar ile yırtılması mümkün imiş. Şimdi bu âdetin yırtılması için daha bir çok gizli kalmış vâsıtalar vardır ki, onlar bu inkârcı câhillerin bilinmezidir.

Şimdi evliyâ hakkında açılımların başlaması, onların seyr ü sülûklarının başlarındadır. Ve muhakkak mürîde ilk önce açılan şey hissedilebilir şeyler âlemindendir ki, o mürîd gelmekte olan bir adamı görür; yâhut onu ne halde bulunuyorsa o hâl üzere görür. Oysa o mürîdin kendisi Mekke-i Mükerreme’de iken onu görüşünde, kendisiyle o görülen kimsenin arasında aşırı derecede uzaklık ve kesîf cisimler vardır. Ve örneğin kendisi Fas gibi Batı’nın en uzağında bulunduğu halde Ka’be’yi görür. Bu görüşe aşırı uzaklık ve kesîf cisimler mâni’ olmaz. Bunlar ise âdet olarak his âleminde görüşe mâni’ idiler. Aşırı uzaklık olduğu halde sesin işitilmesi de böyledir. Bu âdetin yırtılmasını inkâr eden dînsiz câhillere de, aynı şekilde en son bilimsel keşifler cevap vermektedir. Nitekim İstanbul ile Londra ve Pâris aralarında aşırı uzaklık bulunduğu halde telefon vâsıtasıyla İstanbul’da, oralardaki konuşmaları ve konserleri dinlemek mümkün olmaktadır. Ve ihtimâl ki çok yakın gelecekte uzak mekândaki bir adamı da diğer bir vâsıta ile görmek de mümkün olacaktır. Fakat bilimin vâsıtaları külfetli ve küçük bir tabîî ârıza ile bozulabilecek bir şeydir. Ancak yukarıda îzâh edilen kalb görüşü tabîî ârızlar ile bozulabilecek mâhiyette değildir. Hallerinin başlarında mürîdler indinde bu gibi âdet yırtılmaları çok olur.

Hz. Şeyh-i Ekber (ra) “Allah Teâlâ’ya hamd olsun, ben bunu bizzât yaşadım” ve kendi nefsimde bu gibi bir çok harikâlar oldu, buyururlar. Ve eğer kendisinden harikâlar ortaya çıkan mürîd, ilâhî inâyet ve nebevî verâset ile seçkin kılınmışlık ehlinden olursa, daha sonra bu hissedilebilir şeyler âleminden olan açılımdan ileriye geçip ve intikâl edip melekût ehlini yavaş yavaş görür. Ve eğer bu âdeti yırtma husûsu mürîdden kesilmeyip devâm üzere olursa, böyle kimselere tahkîk ehli terimlerinde “budelâ” ta’bîr edilir.

Bilinsin ki, “budelâ” yedi kimseden ibâret olup bunlar yeryüzünde ilâhî me’mûrdurlar. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) Fütûhât-ı Mekkiyye’in 198.bölümünün otuzuncu faslında bunlara “abdâl” diye de isim vererek buyurmuşlardır ki: “Hak Sübhânehû ve Teâlâ yeryüzünü yedi iklîm yapmıştır. Ve has kullarından yedi kimseyi seçmiştir. Ve onların adını “abdâl” koymuştur. Ve her iklimin vücûdunu o yedi kimseden biri ile muhafâza eder. Ben Mekke-i Mükerreme hareminde onlar ile bir araya geldim. Ve onlara selâm verdim ve onlar bana selâm verdiler; ve onlar ile konuştum.”

Ve eğer bu âdeti yırtma mürîde zaman zaman aralık ve fâsıla verirse, böyle olan kimse ya vâris veyâ feterât ya’nî fâsılalar sâhibi olan âbiddir.

“Vâris”den kasıt huy olarak ve irfân yönünden muhammedî kemâlâta nâil olan kimsedir. Ve bu saâdet sofrası zâtlar genellikle Allâh’n kullarını irşâd etmeye me’mûr olduğundan, vazîfesi dolayısıyla kendisine hârikâların devâmı lâzım değildir. İrşâd edilmeye isti’dâdlı olan zayıf kalbleri terbiye etmek ve tatmîn için, arasıra kendisinden âdetin yırtılması olur.

Ve “feterât sâhibi” olan âbidden kasıt da, henüz nûrânî perdelerden kurtulamamış âbid olan sâliktir ki, onda âdet yırtmaktan lezzet duyma vardır. Bu lezzet duymaya olan meyli dolayısıyla, âdeti yırtma kesildikten sonra yenisini gözleyerek çalışmasını ve ibâdetlerini arttırır. Bundan dolayı bu âdeti yırtma Allah tarafından kendisine bir şevk vâsıtası olur. Bu bahsedilen âdeti yırtma hissedilebilir şeyler âlemine âid olan kısımdır.

Basîret âlemine gelince ona perde yoktur. Çünkü gayb âlemi ile basîret gözü arasında mesâfe ve aşırı uzaklık ve aşırı yakınlık yoktur. Ve basîret gözünün perdesi ancak kalbi istilâ eden örtü ve gaflet ve kibirdir. Ve bu perdeler mücâhede ile kalktığı ve kalb aynası silinerek parladığı ve pastan temizlenip kendisine karşılık duran şeyin yansımasına isti’dâdlı bulunduğu zaman, gayb âleminin sûretleri âşikâr ve zâhir olur.

Lâkin bahsettiğimiz gibi, her ne kadar basîret gözü her bir şeye nüfûz eder ve ona her şey açılır; ve basîret âlemi için perde olmaz; ve basîret gözü gayb ile ilgili şeyleri müşâhededen kesilmez ise de, burada başka bir ilâhî perde olur. Bu perde de, nûrânî bir perdedir. Ya’nî bu perde vücûd hazretlerinde, ya‘nî mutlak vücûdun mertebelerinde, var olan gayb ile ilgili şeylerin üzerine “Cevâd-Cömert” ismi hazretinden yayılan, fakat bu gayb ile ilgili şeylerin hepsine umûmî olmayan nûrdur. Ya’nî basîret gözü nûrlanan bir kimse gayb âlemine baktığı zaman, gayb ile ilgili şeylerin hepsini birden müşâhede edemez. Ancak senin kalb aynan, son derece sâf ve parlak olmakla berâber, Allah Teâlâ sana gayb ile ilgili şeylerden ne kadarını göstermeyi dilemiş ise, onlardan sana o kadarı açılır. İşte bu hâl gayb âlemini müşâhededen basîret gözünün kesilmemesiyle berâber, o basîret gözüne Hak tarafından çekilmiş olan diğer bir perdedir.

Ve bu hâl, vahiy makāmıdır. Ve bu hâle delîlimiz kendimiz için bizim onu bizzât yaşamamızdır. Ya‘nî bu hâlin bizim nefsimizde oluşu ve bu hâli bizim bizzât yaşayarak bilişimiz yönüyle böyle hükmettik. Bu hâl ancak bizim kendimize delîl olur, başkalarına delîl olamaz. Ve bizim dışımızdakiler, ya’nî bu hâle bizzât yaşayarak vâkıf olmayanlar, için delîl Hak Teâlâ’nın“Kul….. ve mâ edrî mâ yuf’alu bî ve lâ biküm, in ettebiu illâ mâ yûhâ ileyye” (Ahkâf, 46/9) ya’nî “Ey Habîbim, de ki: Ben benim ile ve sizin ile ne işlenir bilmem. Ben, ancak bana vahyolunan şeye tâbi’ olurum” kavlidir.

Şimdi nebevî sâflık son derecede olmakla berâber, işlerin gayb ile ilgili husûsları Hak Teâlâ’nın kendisine bildirdiği ve açtığı kadar olursa, kendisine iğne ucu kadar yol açılmamış olan bir velînin hâli nasıl olur? Var kıyâs et!

Ve işte bu ancak ilâhî perdedir.

Ve bu ilâhî perde azîz Kitâb’da beyân buyrulmuştur. O da şu âyet-i kerîmededir. “Ve mâ kâne li beşerin en yukellimehullâhu illâ vahyen ev min verâi hıcâbin ev yursile resûlen fe yûhıye bi iznihî mâ yeşâu” (Şûrâ, 42/51) ya’nî “Allah Teâlâ’nın beşere söylemesi ancak vahiy ile, yâhut perde arkasından, yâhut bir resûl göndererek oldu. Şimdi o dilediği şeyi kendi izni ile vahyeder.” Ve âyet-i kerîmedeki “fe yûhıye bi iznihî mâ yeşâu”ya’nî “Dilediği şeyi kendi izni ile vahyeder” sözü, basîret gözünün müşâhededeki haddine işâret olduğu gibi “in ettebiu illâ mâ yûhâ ileyye” ya’nî “Ben ancak bana vahyolunan şeye tâbi’yim” (Ahkâf, 46/9) sözü de aynı şekilde gayb âleminden kendisine açılan şeyin mikdârına işârettir.

Şimdi o muhterem zât açılan şeyin te’sîrini şehâdet âleminde görüp bu had ve mikdâr üzerine söz söyler de “Böyle olacak; ve böyle olmayacak; ve onun işinin âkıbeti bunadır” der. Bu verdiği haberlerin hepsi kendisine olan açılım mikdârı üzerinedir. Ve bu beyândan anlaşılır ki, evliyâullâhın şehâdet âleminde kıyâmete kadar gerçekleşecek olan olaylar hakkındaki haberleri ancak kendilerine olan açılım kadardır.

Ve işte bu basîret gözü açık olan muhterem zâtlara karşı bir ilâhî perdedir ki, kişi kalb aynasını parlatmada son dereceye mükemmel olsa bile bu perdenin kaldırılması delîl ile aklen olunamaz. Ya‘nî böyle bir kimse aklen ne kadar düşünürse düşünsün bu perdenin kaldırılmasını ma‘kūl gösterebilecek bir delîl bulamaz. Buna imkân olmamasının sebebi şudur ki, bu perde ancak sonu olmayan bilinenlere bağlı olan ezelî ilimdir. Ya‘nî ilâhî isimler ve sıfatlar sonsuzdur. Ve ilâhî ezelî ilimde sâbit olan bu isimlerin ve sıfatların ilmî sûretleri de tabi’ki sonsuzdur. Oysa i’tibârî gayrılık ile açığa çıkan kayıtlı vücûdda sınırlı bulunan her bir şey sonludur. Çünkü o vücûd bir sınır ve bir kayıt sâhibidir. Bundan dolayı o kayıtlı vücûdun basîret gözü, mutlak vücûdun mertebelerinin vecihlerinden her hangi bir vechi ile, o vücûdda dâhil olan şeyi keşfedebilir. Ya‘nî kayıtlı vücûd mutlak vücûdun bütün işlerini ihâta ile keşfedemez. Belki onda dâhil olan ilâhî işlerin vecihlerinden her hangi bir vechi keşfedebilir. Küllî ya’nî bütünsel bir ihâta ancak, bu işlerin sâhibi olan Allâh zü’l-celâl hazretlerine mahsûstur. Ve sonradan olma olan kulun ilmi Kadîm’in ilmini aslâ ihâta edemez.

Şimdi burada bir soru akla gelip denilir ki: Sen bu kitabın birinci bölümünde halîfeye “imâm-ı mübîn” demiş idin. Ve onun “imâm-ı mübîn”e hamledilmesi Hak Teâlâ’nın “ve külle şey’in ahsaynâhu fî imâmin mubîn” ya’nî “Ve herşeyi İmâm-ı Mübin’de saydık” (Yâsîn, 36/12) sözüne dayanmaktadır, demiştin. Şimdi bu delîle göre Hak Teâlâ’nın halîfe olan insân-ı kâmilde her bir şeyi saymış olması ve ondan hiç bir şeyi örtmemiş olması gerekmez mi?

Cenâb-ı Şeyh (ra) bu akla gelebilecek soruya cevâben buyururlar ki: Bu âyet-i kerîme bahsettiğimiz ilâhî perdenin olmayışına karşı bir delîl olamaz. Çünkü “külle şey’in”den kasıt, insân-ı kâmilin kendi zâtına âit toplayıcılığa mazhar olma sâhibi olduğuna işârettir. Yoksa ezelden ebede açığa çıkmış ve çıkacak olan ilâhî işlere vâkıf olacağına işâret değildir. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) Fusûsu’l-Hikem’de Uzeyr Fass’ında buyururlar ki: “Ayn’ları Allah Teâlâ’dan başka bir kimsenin bilmesi muhâldir. Çünkü ayn’lar gaybın anahtarlarıdır ki, onları Allah Teâlâ’dan başka kimse bilmez. Ve ba’zen Allah Teâlâ bundan ba’zı işlere kullarından dilediği kimseleri vâkıf kılar.”

Şimdi Hak Teâlâ’nın ezelen ve ebeden tecellî edici oluşu ve insân-ı kâmilin ise öncelik ve sonralık ile kayıtlı oluşu yönüyle, sınırlının sınırsızı ihâtası mümkün değildir. Hak Teâlâ o insân-ı kâmile, sâbit ayn’lardan ancak dilediği şeyleri açar. Ve Allah Teâlâ ilâhî tecellîlerinin sonlu olmadığını “Allâh’ın kelimeleri tükenmez” (Lokman, 31/27) ve “Rabb’imin kelimeleri tükenmezden evvel elbette deniz tükenir” (Kehf, 18/109) âyet-i kerîmelerinde beyân buyurmuştur.

Ne zamanki bu son bulmanın olmayışı karar kıldı ve bizim için gayb âleminden keşfedilen şeyin sınırlı oluşu sâbit oldu; şimdi bu keşif makāmında olan kimseden her hangi bir şahıs hakkında, onun zâhiri üzerinde bundan, ya’nî onun sâbit ayn’ına bağlı olan gayb âleminden, bir şey zuhûr etse, buna “şer’î firâset” denir. Ve o keşfetme derecelerinin a‘lâsıdır.

Çünkü keşfetmenin dereceleri vardır. Ba’zıları misâl âleminden olur. Ve bu âlemden olan keşf muhakkak ve sâbit olmaz. Çünkü burada imhâ etme ve sâbit kılma vardır. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Yemhûllâhu mâ yeşâu ve yusbit” ya’nî “Allah dilediğini imhâ eder, dilediğini sâbit kılar” (Ra‘d, 13/39). Ve sâlik bu misâl âleminde gördüğü bir şeyin oluşundan haber verdiği halde, o şey şehâdet âleminde açığa çıkmayabilir. Sâbit ayn’ların keşfi ise, aslâ değişmez; çünkü kaçınılmaz kazâdır.

Ve azîz Kitâb’dan bu keşfin hazzı “İnne fî zâlike le âyâtin lil mütevessimîn” ya’nî “Muhakkak bunda ibret alanlar için delîller vardır” (Hicr, 15/75) âyet-i kerîmesidir. Çünkü onlar için, ya’nî gayb âleminden olan şeyler için, histe alâmetler ve hissî ve zâhirî sûretler ile gayb âlemi arasında irtibât vardır. Çünkü “Allah Âdem’i kendi sûreti üzere halk etti” hadîs-i şerîfinin bir ma‘nâsı da Âdem’in rûhu sûretinde ve rûhunun da sâbit ayn’ı sûretinde halk edilmiş olmasıdır. Ve “sûret”ten kasıt onun “ma‘nâ”sıdır.

Ve bu şer’î firâset hikmetlere âit firâsetin tersine olarak zevka ya’nî bizzât yaşamaya bağlı olan bir ilimdir. Ya’nî okumak ve ders almakla ve kitapları tetkîk etmekle öğrenilemez. Fakat hikmetlere âit firâset tecrübe ve âdete dayalı olduğundan eğitimle öğrenilebilir. Ve eğitimle öğrenilen bu hikmetlere âit fîrâset ba‘zen doğru olmayabilir. Oysa şer’î fırâset bu şânın ehli indinde, ya’nî şer’î firâset ehlinin indinde, onun yalanlanmasına yol olmayan bir firâsettir. Çünkü Allah Teâlâ’nın nûrudur; ve ancak eşyânın hakîkatlerine vâkıf olmayı verir. İşte şer’î firâset böyle olur. Ve onun hâsıl olma sebebi bizim yukarıda anlattığımız gibi, kalb aynasına cilâ vermektir.

Şimdi şer’î firâset, basîret gözünde perde olmaması sebebiyle, gayb âlemini müşâhededen ibâret ise de, Allah Teâlâ hazretleri ba’zen bu şer’î firâseti bildirdiği bir âlime, mevcûdların bâtınını gösterdiği gibi, o mevcûdların zâhirinde de alâmetler kılar. Nitekim harama bakmış olan bir kimseyi Hz. Osman (ra) efendimizin azarladığı haberi bize ulaştı. Azarlama esnâsında o kimse Hz. Osman efendimize hitâben: “Resûlullâh (sav) Efendimiz’den sonra vahiy mi geliyor?” dedi. Hz. Osman efendimiz cevâben: “Hayır, velâkin Resûlullâh (sav) “Mü’minin firâsetinden sakınınız çünkü Allâh’ın nûru ile bakar” buyurdular. Ben senin bu harâma bakışını gözlerinde gördüm” buyurdu.

Ve bu alâmetler ancak bir takım perdelerdir ki, Allah Teâlâ bu firâset sâhiblerine karşı zayıf kalblerin alıştırılması için ve bu kalblerin onlara meyletmesi için, diğerlerinin gözlerine diker. Çünkü eğer sana Nebî (as) dan başkası, ben ancak bu keşfettiğim şeyi, yakîn nûru muhafazâlı kitâb, ya’nî levh-i mahfûz, üzerine yayıldığı vakit gördüm; onda senin fiiline baktım ve aleyhine hükmettim, dese bu sözde söyleyenin doğruluğunu görmekle berâber, kulaklar atar ve ehemmiyet vermez; ve nefisler ondan sıkıntı duyar. Çünkü söyleyen sırf bâtınî hallerden haber verdi. Fakat bu haberler, zâhirî alâmetlere bağlandığı zaman, zayıf kalb ve hâtır“Mü’minin firâsetinden sakınınız” sözündeki şer’î delîlin kuvveti ile sâkin olur. Ya’nî bunu işiten der ki: “Bu zâtın haberi doğrudur; ve bu gibi bâtın hallerin keşfedildiğine dâir şer’î delîl de vardır.”

Ve işte bundan dolayı şer’î firâset sâhiblerine karşı ba’zı inanışlarla berâber, “Belki bu adam kâhindir, yâhut görüş ve zekâ sâhibidir. Benim bu hâlimi kehânet veyâ görüş ve zekâ ile bildi” diye onu ithâm eder.