Şimdi ben derim: Bilesin ki, muhakkak insânî rûhun bir yüzü salt nûra ve bir yüzü tabîattan ibâret olan salt karanlığadır. Onun zâtı nûr ile karanlık arasında ortadadır. Ve sebebi şudur ki o, madde bedensel tabîî oluşumu idâreci olarak halk edildi. Hebâ’ ve akıl arasında olan küllî nefs gibi. Şimdi hebâ’ salt karanlıktır; ve akıl salt nûrdur; ve nefis onların ikisinin arasında nûr ile karanlık karışık olan bir şeydir. Şimdi ne zaman insânî latîflik üzerine iki vasıftan biri gâlib olmazsa i’tidalde olur; her bir hak sâhibinin hakkını verir. Ve ne zaman onun üzerine salt nûr ve salt karanlık olan şey gâlib olursa, üzerine gâlib olan şey sâbit olur. Nitekim hissî oluşumda aşırı uzunluk veyâ aşırı kısalık ve aşırı beyâzlık ve aşırı siyahlık anlatıldı. Ve her iki zıd, iki tarafın birinde farklılık üzeredir. Ben derim ki: Aşırı beyâzlık, kendi tabîat âlemini idâre ettiği şey kendisinde geriye bir şey kalmayacak şekilde, bakışın nûr âlemine sarf edilmesidir. Şimdi nûru sarf ettiği vakit diğer şıktan tabîatı idâreden yana kusurlu olur. Bundan dolayı kemâlin oluşmasından önce serî’ bir şekilde bozulup zemmedilmiş olur. Ve diğer taraf hakkında da böyledir. Ve o tabîatında nûr âleminden bakışı kesmesi yönüyle aşırı siyahlıktır. Şimdi bu da zaman zaman olsa bile zemmedilmiştir. Nitekim (Asv) Efendimiz “Benim bir vaktim vardır ki, ona Rabb’imin gayrı sığmaz” buyurur. Oysa onun ashâbı ile berâber bir vakti ve ehliyle berâber de bir vakti var idi. Ve onun iki tarafından birine olan bakışındaki onun ikâmet süresinin uzunluğu ve kısalığı da böyledir.Bundan dolayı sürenin ihtiyâç kadarınca olması gerekir. Ve etin rutûbette kalınlığı ve inceliği arasındaki i’tidâli, cild ve kemik arasındaki et gibi, ma’nâ ve his arasında onun berzah oluşlardaki i’tidâlidir. Ve kıldaki i’tidâle gelince, onun kabz ile bast arasında bulunmasıdır. Ve onun parlak yüzlü olması güzel konuşma ve güler yüzlülüktür. Ve gözün geniş ve gözbebeğinin büyük olması işlerde bakışın sıhhatidir. Ve onun gözlerinin çukurluğa ve siyâha meyilli bulunması, gizli işlere ve gaybî işlere netîce çıkarmasıdır. Ve onun normal bir şekilde başının büyük olması akıl çokluğudur. Ve onun omuzlarının ne pek çıkık ne de pek düşük olması, etkilenmeksizin ezâya tahammüldür. Ve onun boynunun düz olması, onlara meyli olmaksızın eşyâya vâkıf olmasıdır. Ve onun, seslerin doğru çıkmasına mahsûs nefes mecrâsı olan gerdanının normal bir şekilde olması, hitâb etmede muhâtaba lâyık olan şey ile kelâmın doğruluğudur. Ve kaynakların ve onların arasının etli olmaması mecbûr olduğu ve üzerinde oturduğu işlere bakarak iki taraftan birini seçmesidir. Çünkü o her ne kadar berzahî ise de, o sebeple işlerin gâlib oluşunda ma’zûr olur. Ve avucunun dörtgen ve içinin biraz tümsek olması, bağlantısı olmaksızın dünyâyı atmaktır. Ve az gülmesine ve konuşmasına gelince, onun bakışı hikmet mevkîlerinedir. İhtiyâç kadar söyler ve güler. Ve tabîatının safrâya ve sevdâya meyli olması, ulvî âleme meylin onun üzerine gâlib olmasıdır. Ve onun bakışında ferah ve sevinç olması diğer nefislerin muhabbet ile kendi üzerine çekilmesidir. Ve onun mal hakkında hırsının az olması âileden uzaklıktır. Ve onun senin üzerine hükmetmeyi ve efendilik yapmayı istemez oluşu, onun meşgûliyetinin senin ile değil, nefsin kemâli ile olmasıdır. Ve onun aceleci ve çok ağır olmaması, kudret ile berâber, alışının serî ve âciz olmaması demektir.
Daha önce hakîmlerden naklen anlattığımız i’tidâl üzere olan tabîî oluşum üzerine kelime kelime karşılık olarak insânî latîf oluşumun i’tidâli, işte bu bahsettiğimizdir. Daha sonra sen bu misâl üzerine, onda doğru bakışın üzerinde durduğu şey kadar, a’zânın tafsîlini alırsın. Ve biz kitabın uzamaması için onu buraya koymadık. Ve şimdi şer’î firâsete döneriz.
Hz. Şeyh-i Ekber (ra) nefis ile rûhun huylarını karşılaştırma ve mukāyese için buyururlar ki: Muhakkak insânî rûhun bir yüzü salt nûra ve bir yüzü de tabîattan ibâret olan salt karanlığa olduğundan, o rûhun zâtı nûr ile karanlık arasında ortadadır. Ve onun ortada oluşunun sebebi şudur ki, o insânî rûh, madde bedensel tabîî oluşumu idâre etmek üzere halk edildi. Onun durumu, heba’ ile akıl arasında olan küllî nefsin durumuna benzer.
“Hebâ’” maddesel zerre parçalarından ibâret olup, salt karanlıktır.Ve bu maddî zerreleri muhtelif şekillerin oluşumu için idâre eden akl-ı kül salt nûrdur. Çünkü “nûr,” kendi zâhir olan ve eşyâyı zâhire çıkaran şeye derler.
Ve “akl-ı kül” ise, muhtelif idâreleriyle eşyâda zâhir ve maddî zerre parçalarını terkîb etmek sûretiyle eşyâyı zâhire çıkarıcıdır.
Ve bütün eşyâ sûretlerini yüklenmiş olan “nefs-i kül” onların ikisinin arasında olup nûr ile karanlık karışık olan bir şeydir.
Şimdi her ne zaman insânî latîfliğin ya’nî insânî rûhun üzerine, nûr ve karanlıktan ibâret olan iki vasıftan biri gâlib olmazsa, o insânî rûh i’tidâlde olur. Her bir hak sâhibinin hakkını verir, ya’nî icâbında gerek karanlıksal olan kesîf sûretin ve gerek nûrânî olan aklın hükümlerini i’tidâlli bir şekilde yerine getirir.
Ve her ne zaman, o rûh üzerine salt nûr ve salt karanlıktan ibâret olan bir vasıf gâlib olursa, o rûh kendisine gâlib olan vasıf ile vasıflanır. Ya’nî insân ferdlerinden her bir ferde bakılır:
Eğer bütün fiilleri ve hareketleri nefsânî ve hayvânî gereklere tâbi’ olarak cereyân etmekte ise, ona “zulmânî ya’nî karanlıksal” denir.
Ve eğer nefsânî gereklerden uzak ve zâhirî hükümlerden sakınan ve bilakis melekût âlemine yönelmiş ise, ona “nûrânî” denir.
Bu âlemde bunların ikisi de i’tidâl değildir. Nitekim hissî oluşumda, ya’nî insanın kesîf sûretinde, aşırı uzunluk ve kısalık; ve aşırı beyâzlık ve siyahlık hakkında yukarıda îzâhlar verilmiş idi.
Ve her iki zıd, iki tarafın birinde farklılık üzeredir. Ya’nî aşırı derecede olan uzunluklar ve kısalıklar ve beyazlıklar ve siyahlıklar arasında farklı farklı dereceler olduğu gibi, rûhun salt nûra ve salt karanlığa olan yönelişinin de farklı farklı dereceleri vardır.
Ben rûhun aşırı derecede beyaz olmasının ma‘nâsı hakkında derim ki: Rûh kendi tabîat âlemini, ya’nî bağlandığı kesîf sûreti, idâre ettiği şey kendisinde geriye bir şey kalmayacak şekilde bakışını tamâmen nûr âlemine sarf etmesidir. Bu bakışın sarf edilmesi vaktinde, salt karanlıktan ibâret olan diğer şıktan tabîatı idâreden kusurlu olur. Ya‘nî rûh kudret bakışını tamâmı ile nûr âlemine sarf ettiği için salt karanlık cinsinden olan kesîf sûretin tabîatını idâre edemeyecek bir hâle gelir. Gıdâ lâzım iken zamanında cisme gıdâyı veremez. Nikâh lâzım iken, zamanında nikâhı yapamaz. Sonuç olarak tabîat âleminin hükümlerini şerîatın çizdiği sınır içerisinde yerine getiremez. Bundan dolayı beşerî kesîf sûret, hakkı verilmediği için, serî’ bir şekilde bozulup zemmedilmiş olur. Bu hakîkate işâreten nebîlerin en ârifi (sav) Efendimiz “Nefis senin binek hayvanındır; ona nezâket ile muâmele et!” buyururlar.
İki taraftan birisi olan salt karanlık dahi böyledir. Ve bu taraf, rûhun bağlandığı kesîf sûretin tabîatında nûr âleminden bakışı kesmesi yönüyle, aşırı siyahlıktır. Ve kesîflik âlemine yönelmekten ibâret olan aşırı siyahlık zaman zaman olsa bile zemmedilmiştir. Ya’nî zaman zaman kesîflik âlemine olan yöneliş, bütünsel bir sarfiyat ile olmamalıdır. Belki bu yöneliş nûr âleminden perdelenmeyi gerektirmeyecek şekilde olmalıdır. Nitekim bu hâle işâreten Hak Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de “Ricâlun lâ tulhîhim ticâratün ve lâ bey’un an zikrillâhi” (Nûr, 24/37) ya’nî “Erler vardır ki, onları ticâret ve alışverş, Allâh’ın zikrinden meşgûl etmez” buyurur. Ve nitekim (Sav) Efendimiz “Benim bir vaktim vardır ki, ona Rabb’imin gayrı sığmaz” buyurur. Bu da nûr âlemine yönelişe işârettir. Oysa nebîlerin en ârifi Efendimiz (s.a.v)’in ashâb-ı kirâmıyla sohbet buyurdukları bir vakti ve ehli ve âilesiyle bulundukları bir vakti var idi. Bunlar da karanlık âleme yöneliştir.
Ve rûhun iki taraftan birine, ya’nî aşırı beyâzlık olan nûr âlemine ve aşırı siyahlık olan karanlık âleme olan bakışında, bu taraflarda ikâmet süresinin uzunluğu ve kısalığı da bahsedilen hükümlere tâbi’dir. Bundan dolayı bu bakışın zemmedilmişlik dâiresinden kurtulması için bu sürenin ihtiyâç kadarınca olması gerekir.
Cismin etinin rutûbet, ya’nî sert olmayıp yumuşaklık dâiresinde kalınlık ve incelik arasında i’tidâline karşılık, rûhun bu vasfı, cilt ve kemik arasındaki et gibi, ma’nâ ve his arasında onun berzah oluşlardaki i’tidâlidir. Ya’nî rûhun, ne büsbütün ma’nâda ve ne de tam olarak histe gark olmayıp berzah oluşlardan ibâret olan bu ikisinin arasında i’tidâlini muhâfaza etmesi lâzımdır.
Rûhun kabz ile bast arasında bulunması, cismin kılının i’tidâline karşılıktır.
Ve onun güzel konuşması ve güler yüzlülüğü cismin yüzünün düz olmasına karşılık gelir.
Ve rûhun gizli ve gaybî işlerde netîce çıkarması, cismin gözlerinin çukurluğa ve siyâha meyilli olmasına karşılıktır.
Ve işlerde bakışın sıhhati, cisim gözünün geniş ve gözbebeğinin büyük olmasına karşılık gelir.
Ve rûhun akıl çokluğu cismin başının büyüklüğüne karşılıktır.
Rûhun asla etkilenmeksizin câhillerin ezâya ve cefâya tahammülü, cismin omuzlarının ne pek çıkık ve ne de pek düşük olmamasına karşılık olur.
Ve rûhun meyli ve muhabbeti olmaksızın eşyâya vâkıf olması cismin boynunun düz olmasına karşılıktır.
Ve rûhun hitâb esnâsında, muhâtabına lâyık olan ma’nâlar ile kelâmının doğruluğu, seslerin doğru çıkmasına mahsûs nefes mecrâsı olan cisim gerdanının i‘tidâline karşılıktır.
Ve rûhun mecbûr olduğu ve üzerlerinde oturduğu işlere bakarak ifrât ve tefritten ibâret olan iki taraftan birini seçmesi, cisim kaynaklarının ve onların arasının etli olmamasına karşılıktır. Gerçi rûhun i’tidâli her ne kadar berzahî, ya’nî iki taraftan birini terk etmekle, vasatı tercih etmesi ise de, mecbûriyyet sebebiyle, iki taraftan birine meyil gâlib olan işlerde ma‘zûr olur.
Ve metinde sayılan ve îzâh edilen vasıflar da bunlara kıyaslanabilir.
İşte daha önce hakîmlerden naklen anlattığımız i’tidâl üzere olan tabîî oluşum üzerine kelime kelime karşılık olarak insânî latîf oluşumun i’tidâli bu bahsettiğimiz vasıflardır. Bu beyândan sonra sen bu misâle tatbîk ederek, doğru bakışın vâkıf olabildiği şey kadar, a’zâya ilişkin olan hükümlerin ve vasıfların tafsîlini alabilirsin. Ve biz bu kitabın uzamaması için bu tafsîlâtı buraya koymadık.
Bilinsin ki, hakîmler ve tahkîk ehli “kıyâfetnâme”ler yazmışlardır. Bu cümleden olarak İbrâhîm Hakkı hazretleri Ma’rifet-nâme’sine bir de “kıyâfetnâme” koymuştur. Ayrıntısını isteyenler bu gibi eserlere mürâcaatla daha geniş bilgi edinebilirler. Ve biz şimdiki halde şer’î firâsetin beyânına döneriz.