SEKÎZİNCİ BÖLÜM
Hikmetlere âit ve Şer‘î Firâsetin Beyânındadır
Allah (azze ve celle) “İnne fî zâlike le âyâtin lil mütevessimîn” (Hicr, 15/75) ya’nî “Muhakkak bunda ibretle bakanlar için alâmet vardır.” Ve (Sav) “Mü’minin firâsetinden sakınınız! Çünkü o Allâh’ın nûruyla bakar” buyururlar. Allah sana ikrâm eylesin! Şimdi firâset, Allah (azze ve celle) hazretlerinin nurlarından bir nûrdur ki, kullarını ona hidâyet eyler. Ve halkın zâhirinde onun için delîller vardır ki, ilâhî hikmet o delîllere onların delîl oldukları şeylerin irtibâtı sebebiyle cereyân eder; ve ba’zen istisnâlar olur; velâkin hikmetlere âit firâsette nâdirdir. Çünkü o, sıradan ve zayıf delîller üzerinde durmaktadır. Ve şer’î olana gelince istisnâlar olmaz. Çünkü o, ilâhî emirdendir. Nitekim Hak Teâlâ, bunun Allah Teâlâ’nın emriyle olduğunu beyânen “ve mâ fealtuhu an emrî” (Kehf, 18/82) ya’nî “Ben kendi emrimden işlemedim” buyurur. Şimdi o, onun ehli indinde dâimdir. Çünkü onun delîlleri bununla kâim olan kimsenin kendisindedir. Hikmetlere âit olanın tersinedir. Çünkü onun delîlleri idrâk edilmek istenen şeydedir. Şimdi biz bu bölümde iki firâseti birlikte mümkün olan şeyin en husûsîsi ve onun mükemmeli üzerine sevk ettiğimizi gördük.
Ya’nî Allah azze ve celle hazretleri sûre-i Hicr’de “İnne fî zâlike le âyâtin lil mütevessimîn” (Hicr, 15/75) buyurur. “Mütevessimîn,” “müteferrisîn” ma’nâsınadır. Ya’nî “Bu âlâmetlerden ibret alanlar ancak firâset sâhibleridir” demek olur. Ve (Sav) Efendimiz “Mü’minin firâsetinden sakınınız! Çünkü o mü’min Allah’ın nûruyla bakar” buyururlar. İşte Kitâb ve Sünnet’ten firâsetin delîli bunlardır.
Şimdi ey okuyucu, Allah Teâlâ hazretleri sana firâset nûrunun ihsânıyla ikrâm eylesin! Firâset, Allah (azze ve celle) hazretlerinin muhtelif nurlarından bir nûrdur ki, “yehdîllâhu li nûrihî men yeşâu” ya’nî “Allah dilediğini nûruna hidâyet eder” (Nûr, 24/35) âyet-i kerîmesinde beyân buyurduğu üzere, kullarından dilediği kimseleri o nûra hidâyet eyler. Ve bu nûr sebebiyle o kimsenin basîreti açılıp, eşyâyı zâhir gözü ile görüşünden daha mükemmel olarak görür.
Ve halkın zâhirinde, ya‘nî kesîf eşyâda ve hissedilebilir maddesel sûretlerde, o firâset için bir takım delîller vardır ki, ilâhî hikmet, o delîllere onların delîl oldukları şeylerin irtibâtı sebebiyle cereyân eder. Örneğin:
Hak Teâlâ hazretleri geçmiş ümmetlerden bir kısmını, peygamberlerinin getirdiği hükümlere muhâlefet ettikleri için, bir takım tabiî hâdiseler ile helâk etti. Ve peygamberleri, eğer muhâlefetten vaz geçmezlerse, bu gibi hâdiselerin gerçekleşeceğini ümmetlerine evvelce haber verdiler. Bu hâdiselerin işâretleri ve öncüsü olan belirtileri ortaya çıkınca, onlar bunu sıradan gerçekleşen hâdiselerden zannedip hallerin âkıbetini anlayamadılar. Ve halkın zâhiri olan bu tabîî hâdislerdeki aşırılık, onun delîl olduğu şey olan helâke delîl iken, bu delîli o kendisine delîl olunan şeye bağlayamadılar. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri Lût kavminin helâkini beyândan sonra Kur’ân-ı Kerîm’de ümmet-i Muhammed’e hitâben: “İnne fî zâlike le âyâtin lil mütevessimîn” (Hicr, 15/75) buyurdu. Ya’nî “Ey ümmet-i Muhammed, eğer sizler de indirilen hükümlere muhâlefet ederseniz, size de böyle tabîî hâdiseler musallat ederim” demektir.
Ve tabîî hâdiselerdeki aşırılık, hiç şübhe yok ki eziyetlere alâmettir. Örneğin hiç yağmur yağmaması sebebiyle ekinlere ve meyvelere ve sebzelere noksan gelmesi; veyâhut aşırı derecede yağmur yağmasıyla ekinlerin ve meyvelerin ve sebzelerin ve evlerin harâb olması; ve yeryüzünde peşpeşe depremlerin olması; ve yokluk ve genel olarak fakîrlik ve bulaşıcı hastalıkların yayılması bir takım delîllerdir ki, onların delîl oldukları şeyler çeşitli kötü ahlâkların cezâsıdır. Mesnevi:
Tercüme:
“Zekât verilmez olunca yağmur bulutları gelmez olur. Ve zinâdan da her tarafta vebâ ve bulaşıcı hastalıklar yayılır.”
Şimdi firâset nûru sahibleri bunları idrâk eder. Ve firâsetten uzak ve hayvânî hisler ile dolu olanlar ise, firâset ehlinin bu isâbetli idrâklerini onların cehâletine ve ahmaklıklarına yükleyerek alay ederler. Nitekim Nûh kavmi de başta böyle alay etmiş; ve Sâlih kavmi de azâbın öncüsü olarak ortaya çıkan kara bulutu gördüklerinde “hâzâ âridun mumtırunâ” (Ahkâf, 46/24) ya’nî “Bu bize yağmur getiren bir buluttur” diyerek, daha önce kendilerine haber verilen azâbı uzak bir ihtimâl olarak görmüşler; ve daha sonra hepsi helâki hâkederek serilmiştir.
Bu anlattığımız genel bir beyândır. Firâset bütün özel işlerde ve muâmelelerde de cereyân eder. Örneğin bir firâset sâhibi, arkadaşı olan kimsenin sözlerinden ve fiillerinden onun ne istediğini anlar. Ve bu fiiller ve sözler delîl; ve o kimsenin istediği şey ise kendisine delîl olunan olur. Ve delîl ile kendisine delîl olunan arasında da irti’bât bulunması çok doğaldır. Buna hikmetlere âit firâset derler.
Ve hikmetlere âit firâsette ba’zen delîlin kendisine delîl olunan şeye irtibâtında istisnâlar olur, velâkin nâdirdir. Çünkü hikmetlere âit fîrâset sıradan ve zayıf olan delîller üzerine durmaktadır. Örneğin Zeyd Amr’a sohbet sırasında acı bir söz söyler veyâ karşısında suratı asık bir şekilde durur. Amr bu sözden ve bu duruştan Zeyd’in kendisine düşmanlığı ve kini olduğuna hükmeder. Oysa gerçekte Zeyd’e karşı böyle bir düşmanlığı olmayabilir. Bundan dolayı kendisine delîl olunan düşmanlığa delîl sayılan o söz ve fiilin irtibâtı olmamış olur. İşte hikmetlere âit fîrâsette ba’zen böyle istisnâlar olur. Ve ileride geleceği şekilde hakîmler indinde kişilerin şeklinden ve huylarından delîl olarak getirilen ahlâk dahi böyledir.
Şer’î firâsete gelince bunun istisnâsı yoktur; ve bu firâset aslâ değişmez. Çünkü o zâhirî delîl vâsıtasıyla olmayıp doğrudan doğruya ilâhî emirdendir. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri Mûsâ ve Hızır (aleyhime’s-selâm)’ın aralarında olan kıssayı beyânen Kur’ân-ı Kerîm’de cenâb-ı Hızır’dan naklen “ve mâ fealtuhu an emrî” (Kehf, 18/82) ya’nî “Oğlan çocuğunu öldürmeyi ve gemiyi delmeyi ve duvarı tâmir etmeyi ben kendi emrimden işlemedim” buyurur. Ve bu kıssa tefsîr kitaplarında bulunduğundan burada ayrıntılı olarak anlatılması sözü gereğinden fazla uzatmak olur.
Şimdi o şer’î firâset bu firâsetin ehli indinde dâimdir. Çünkü onun delîlleri, ilâhî emir ile kâim olan kimsenin kendisindedir. Ve bu kimsenin kalbi mâsivâ nakışlarından temizlenmiş olduğu için, idrâk edilmek istenen halk edilmişlerin zâhirinden delîl elde etmeye muhtaç değildir. Onun kalbi ilâhî ilhâmların iniş yeri ve ilâhî emirlerin varış yeridir. Bundan dolayı böyle bir kimse, bütün işlerinde ilâhî emir içerisinde hareket eder. Ve onun nefsi ancak ilâhî emir ile kâim olur.
Bu hâl hikmetlere âit firâsetin tersinedir. Çünkü hikmetlere âit firâset sâhiblerinin bakışından halkın zâhiri örtülmediğinden, onların delîlleri idrâk edilmek istenen mâsivâ nakışlarındadır. Ve delîllerini halkın zâhirinden elde ederler. Şimdi biz bu sekizinci bölümde bu iki firâseti ya’nî hikmetlere âit firâseti ve şer’î firâseti, mümkün olduğu kadar beyânda en husûsi ve mükemmel bir biçimde sevk ettiğimizi gördük.