Şimdi halîfe bu makamda kâim olduğunda ona akıl dâhil edildi. Ne zamanki ona dâhil oldu, aklın sûreti ve onun cevherliği, halîfenin zâtında tecellî etti. Şimdi ona kendisinde nakşedilmiş olan sırlar ve ilimler zâhir oldu. Oysa insanlar bu makāmda hatâ ederler de, kendilerinde olan o şeyi hâriçten talep ederler. Bundan dolayı zahmet çekerler. Ve eğer Hak Teâlâ’nın “Ve fî enfüsiküm, e fe lâ tubsirûn” (Zâriyât, 51/21) ya’nî “Nefislerinizde dahi vardır, görmüyor musunuz?” sözü indinde vâkıf olsa idiler, onun için rahatlık duyarlardı.
Kişi isteği için sefer eder; oysa isteğinin sebebi sefer edendedir.
Şimdi akıl mülkün idâresi ve onun ıslâh edilmesi hakkında bir şeyin bilgisini istediği zaman, bunun indinde imâmın müşâhedesine muhtâc olur. Müşâhede indinde de ona kendisinde olan istek zâhir olur. Şimdi onun için tecellî, melikten yardımcısına hitâb menzilesinde kâim olur. Çünkü istek ilmin oluşmasıdır. Ve buna “idrâk edilebilir hitâplaşma” denilir. Çünkü onlar kendisinde sesler ve harfler olan cisimler ile değildirler. Ve delîllerden sesler ve harfler ve rakamlar ve sâire mevcûd olmadığı zaman, işitenin kalbinde seslerden ve sâireden olan bu delîllerin kendisine sebep olan şeye bakman sana lâzımdır. O da ma’nânın oluşmasıdır. Ve hitâp edenden kelâmın eseridir. Şimdi böylece akıl için, onun kalbinde, küllî rûh feyzinden ilimlerin eserleri oluştuğunda, biz ona “kelâm” ve “söz” ve “hitâb” ta’bîr ederiz. Ne zamanki Hak Teâlâ onu bu sıfat üzerine vücûda getirdi, onun meskenini memleketin her tarafı üzerine bakıcı olan beyin yaptı. Ve köylerin vergilerinin karargâhı olan hayâl hazînesini ve fikir hazînesini ve hafızayı yakın olarak yaptı, tâ ki bütün mühimmâtına bakmak ona yakın olsun.
Ya’nî halîfe yukarıdaki şerh de îzâh edilen makāmda kâim olduğunda, onun huzûruna akıl dâhil edildi. Ve dâhil olma vaktinde aklın sûreti ve onun cevherliği halîfenin zâtında tecellî etti.
Bilinsin ki, gerek rûh ve gerek akıl, her ikisi de ma’nâdır. Ve ma’nâların hissedilebilir sûretleri olmadığından, onların vücûdları sûretler âlemi üzerindeki te’sîrleriyle bilinir. Hissedilebilir sûretlerde ayrım olduğu gibi, ma’nâ âleminde de her ma’nânın birdîğerinden ayrımı vardır. Bundan dolayı ma’nâ i’tibâriyle rûh ile akıl birdîğerinden ayrılırlar. Ve akıl rûha bir sıfat olarak dâhil olur. Ve bu sıfatın da ma’nâ âleminde bir cevherliği ve kendisine mahsûs ayırt edici duyuları vardır. İşte akıl bu cevherliği ve kendisinin sûreti olan vasıfları ile halîfe olan rûhun zâtında tecellî eder. Çünkü bedenden rûh ayrılınca akıl da kalmaz. Ve fakat aklın bağlantı mahalli olan beyin bozulunca, bedende rûh kâim olduğu halde, akıl gider. Bu hâl, aklın rûhdan başka bir ma’nevî cevherlik sâhibi olduğuna delîldir.
Şimdi halîfenin zâtında tecellî eden akla, işin aslında kendisinde nakşedilmiş olan sırlar ve ilimler zâhir oldu. Oysa insanlar bu makāmda hatâ ederler de, aslında kendilerinde mevcûd olan o sırları ve ilimleri, hâriçten talep ederler; boş yere zahmet çekerler. Eğer Hak Teâlâ’nın “Ve fîl ardı âyâtün lil mûkınîne; Ve fî enfüsiküm, e fe lâ tubsirûn” (Zâriyât, 51/20-21) ya’nî “Yeryüzünde yakîn hâsıl edenler için alâmetler vardır. Ve nefsinizde de vardır; görmez misiniz?” sözü indinde durup onun ma’nâsını iyice araştırıp inceleyerek anlamış olsaydılar, o sırların ve ilimlerin öğrenilmesi için zahmet çekmeyip rahatlık duyarlardı. Nitekim şâir aşağıdaki beyitte bu ma‘nâya işâret eder.
Bu beyti Cenâb-ı Şeyh (ra) Fütûhât-ı Mekkiyye’nin ilk cildinde İbrâhîm b. Mes‘ûd el-Elberî nâmındaki zâttan nakl eder. Ya’nî “Herkesin sefer zahmetini seçmesi, isteği olan bir şeyi öğrenmek içindir. Oysa o istenilen şey, o kimsede bir sebep altında istenilen olmuştur. Ve o sebep de sefer eden kimsenin kendi zâtında bulunmaktadır ki, o da istenilene muhabbetten ibârettir. Bundan dolayı sevk eden aşk ve muhabbettir; ve o da tâlibin kendisindedir.”
Bilinsin ki, ilim öğrenmek görünüşte hâriçten olmuş gibi görünür. Oysa hakîkatte böyle değildir. Örneğin şimdiye kadar âlemde ortaya çıkan keşifler ve tabîî sırlara âit ilimler ve fenler, hep akılların mahsûlüdür. Bunların varlığı, daha önce ortaya çıkmış değil idi ki, akıl bunları hâriçten alabilsin. Bu ilimler ve sırlar işin aslında aklın kendisinde nakşedilmiş idi. Muhtelif sebeblerin etkileriyle ortaya çıktı. Fakat her zaman mevcûd olan akıllarda, bunların birdenbire keşfedilmeyip yavaş yavaş ve zamân içinde keşfedilmesinin sebebini akıl idrâk edemez. Ve o ilimlerin nereden tasarruf olunduklarını ve o ilimlere ne gibi hâllerin tasarruf edici olduğunu bilemez.
Şimdi o ilimler göğüslerden satırlara ve daha sonra yine satırlardan göğüslere intikâl eder. Ve bunlar işin aslında aklın kendisinde nakşedilmiş ilimlerden ve sırlardan ibârettir. Ve bütün ilimler Hak Teâlâ hazretlerinin “Alîm” mübârek isminin hazînesinden, Hakk’ın halîfesi olan rûha iner. Bundan dolayı akıl mülkün idâresi ve onun ıslâhı hakkında bir şeyin bilgisini istediği zaman, bu isteği indinde, imâm ve halîfe olan rûhun müşâhedesine muhtaç olur. Çünkü akıl rûhun sıfatıdır. Aklın rûhu müşâhedesi indinde de ona kendisinde olan istek zâhir olur. Ya‘nî akıl rûha Alîm ismi hazretinden inen ve kendisinin isteği olan ilmi, rûhdan alır. Bundan dolayı akıl için tecellî, melikten ve hükümdardan yardımcıya hitâb mesâbesinde olur. Her ne kadar burada harf ve ses mevcûd değil ise de, istek ancak ilim oluşmasıdır. Bu da harfsiz ve sessiz olur. Onun için bu hâle “idrâk edilebilir hitâplaşma” denilir.
Ve ma’nâya işâret eden sesler ve harfler ve rakamlar ve diğer hissedilebilir işâretler mevcûd olmadığı zaman, işitenin kalbinde seslerden ve sâireden hâsıl olanın kendisine sebep olan ma‘nâya bakman lâzımdır. Ve hitâp eden tarafından çıkan kelâmın eseri ma’nâdır. Ve mâdemki bu ma’nâ harfsiz ve sessiz rûhdan akla ulaşıyor, elbette melikten yardımcısına hitâb menzilesinde olur. İşte böylece akıl için, onun kalbinde küllî rûh feyzinden, ya’nî hakîkat-i muhammediyye mertebesinden, ilim eserleri hâsıl olduğunda, biz ona “kelâm” ve “söz” ve “hitâb” ta’bîr ederiz.
Hak Teâlâ onu bu sıfat üzerine vücûda getirdiğinde, o aklın meskenini insan vücûdu memleketinin her tarafı üzerine bakıcı olan beyin yaptı; ya‘nî akla mesken olmak üzere beyni tahsîs etti. Ve insânî memleketin bütün işlerine ve mühimmâtına yakından bakabilmek için, a’zâ ve organlardan açığa çıkan şeylerin karar kıldığı hayâl hazînesini ve fikir hazînesini ve hafızayı beyne yakın yaptı. Nitekim beynin ve hayâl hazînesinin ve fikir hazînesinin ve hafızanın insân vücûdundaki yerleri ve vazîfeleri yukarıda ayrıntılı olarak îzâh edildi.