Hak Teâlâ akla vücûd memleketinde lâyık olan bütün işleri bıraktı.

Ve bu acâip bir sırdır; ve bu, kendisinde dolaşılacak yer ve genişlik bulunan çok büyük bir kapıdır. Ve onda kalb sâhipleri için dürülme ve açılma arasında i’tibâr vardır. Çünkü hikmet, üçe üç olarak onun sırlarından haberdâr kılmak husûsunda garîbdir. Ve biz bu sırrı bu yerin dışında, Müsellesât kitâbımızda yeterli derecede anlattık. Ve onun azîz Kitâb’dan hazzı “Kul eûzu bi rabbin nâs; Melikin nâs; İlâhin nâs” (Nâs, 114/1-3)’dır. Ve şeyhimiz Ebû Medyen (ra)e muhammedî tecellî indinde vücûd sırrı ancak “meliki’n-nâs” makāmında hâsıl oldu. Ve bunun için Kur’ân’dan “Tebârekellezî bi yedihil mülkü” (Mülk, 67/1) sûresini gösterir idi. Ve “ilâhi’n-nâs” makāmıyla “kutub” tek kalır. Ve bundan dolayı Ebû Medyen âlemde mevcûd olan iki imâmın birisidir. Daha sonra geriye dönüp deriz ki: Ne zamanki Hak Teâlâ o aklın beyânlarını îcâd eyledi; ve onun cevherini tesviye etti; ona güzel idâreyi ve siyâseti ve kendi makāmından, idâresi altındakilerden en aşağıdaki mevcûda varıncaya kadar, memleketinde lâyık olan bütün işleri bıraktı. Ve şerîatlar bu doğru yol üzerine geldi. Daha sonra Hak Sübhânehû ve Teâlâ onun zâtının cevheresinde, bütün ilimleri nakşetti. Bundan dolayı o onların nereden tasarruf olunduklarını ve onları tasarruf eden halleri bilmediği halde, ilimler için mahal oldu. Ve bu halîfeyemecbûr olması için Allah Teâlâ tarafından bir hikmettir. Nitekim halîfe hakkında, nefsine ve değerine ârif olması ve kendisi tarafından onun vücûda getirildiğini bilmesi için, daha önce bahsettiğimiz şeyi yapmış idi. Daha sonra Hak Sübhânehû halîfeyi vahdâniyyet arşı üzerine oturttu. Ve onu ferdâniyyet ridâsı ile örttü. Ve onu ilâhî sıfatlarıyla cilâladı. Bundan dolayı ona büyüklük ve heybeti ve azameti giydirdi. Ve onlardan bir şeyi, eğer iğne deliği kadarı, şehâdet âlemi için gözükseydi, onlar hayran kalırlar idi; ve vakitlerini idrâk etmekten za‘fa düşerler idi; ve nefislerinden kaldırılırlaridi. Şimdi halîfenin makāmı işte budur. Bundan dolayı kerâmet yurdunda Hak Sübhânehû’nun müşâhedesiyle ne hâl olur? Allah seni muvaffak eylesin! Âhiret yurdunda, Celle Celâluhû hazretlerine nazar indinde bizim idrâkimizdeki bu acâip kudret ne büyüktür ki, Allah Teâlâ onu bize îcâd eyledi!

Ya‘nî yukarıda îzâh edilen Hakk’ın zâtının, rûhu halîfe kılması ve aklı halîfeye yardımcı yapması ve bunlardan birinin zuhûrunda diğerinin onda dürülerek tasarrufunun gitmesi ve bunların dışarıdaki güneş ve ay misâli acâip bir sırdır. Ve bu acâip sır da, gâyet geniş ve enine ve boyuna istenildiği kadar dolaşmaya müsâid olan büyük bir kapıdır. Ve çok büyük bir kapı olan bu sırda maddiyâtın dar arsasında mahbûs kalanlar için değil, ma‘nânın geniş sahasında kanat açan kalb sâhipleri için, bahsedilen dürülme ve açılma ya‘nî gizlenme ve açığa çıkma husûsları arasında dışsal ve içsel olarak ibret alınacak bir çok şeyler vardır. Çünkü bu dürülme ve açılmanın, gerek dışsal olarak ve gerek içsel olarak üçe karşılık üç olarak olan sırlarının kudret ve azametine hakîkate tâlip olanları haberdâr ve vâkıf kılmak husûsundaki hikmet garîb ve acâiptir. Ve biz üçe karşılık üç olarak olan bu sırrı bu yerden başka yerlerde yanî başka eserlerimizde ve özellikle Müsellesât ismindeki kitabımızda, yeterli derecede anlattık. Fakîr şerh edici der ki: “Biz üçe karşılık üç olarak gerçekleşen” bu sırlara bağlı hikmeti, Hz. Şeyh-i Ekber (ra) efendimizin rûhâniyyetlerinden yardım istemekle aşağıda biraz îzâh ederiz. Şöyle ki:

Fusûsu’l-Hikem’de Sâlih Fass’ında beyân buyrulduğu üzere, var etmenin esâs üçlü ferdiyyet üzerine dayanmaktadır. Bu üçlü ferdiyyet, vücûda getirici Hakk tarafından ilk olarak “zât,” ikinci olarak “irâde,” üçüncü olarak “söz”dür. Ve vücûda getirilen şey tarafından da, ilk olarak onun ilâhî ilimde sâbit olan “şey’ oluş”u, ikinci olarak “Kün-Ol!” ilâhî sözünü işitmesi, üçüncü olarak kendi vücûdunun îcâdında var edicisi ve vücûda getiricisi tarafından olan “emre uymasıdır.” Çünkü vücûda getirici zâtın üçlü ferdiyyetine karşılık, şeyin de üçlü ferdiyyeti olmasa idi, ilâhî ferdiyyetin te’sîri olmaz idi. Çünkü te’sîr edicinin karşısında bir te’sir alıcı olmayınca hiçbir eser ortaya çıkmaz. Bundan dolayı te’sîr edicideki te’sîrin sâbitliği, te’sir alanın vücûdu ile olur. Bundan anlaşıldı ki, var etme işinde “üçe karşılık üç” sâbittir. Şimdi var etme esâsı böyle olunca, bu üçlü ferdiyyet bütün ilâhî mertebeleri içine alır. Ve dışsal ve içsel olarak bu sır zâhirdir.

Nitekim bu üçlü ferdiyyet ma’nâları îcâd etmede de geçerlidir. Örneğin bir mantıkî kıyâs yapıp: “Âlem değişkendir; her değişken sonradan olmadır; öyle ise âlem sonradan olmadır” desek, burada birisi “Âlem değişkendir,” diğeri “Her değişken sonradan olmadır” tarzında iki önerme vardır. Bu önermelerin her birinde ikişer tek mevcûddur ki, bunlar: “âlem, değişken,” “değişken, sonradan olma” kelimeleridir. Fakat ikinci önermede “değişken” kelimesi tekrârlanmıştır. Bu tekrârın sebebi de iki önermeyi birdîğerine bağlamaktır. Bu tekrâr edileni terk edince “âlem, değişken, sonradan olma” kelimelerinden ibâret üç tek kalır. Ve kıyâsın netîcesi ma‘nânın var edilmesinden ibâret olup, bu üç tek üzerine binâ edilmiş olur ki, bu da üçlü ferdiyyettir. Ma’nânın var edilmesinde bu üçe karşılık olarak onun vücûda getiricisi ve var edicisi olan insanda da üçlü ferdiyyet mevcûddur ki, o da “rûh” ve “akıl” ve “söz”dür. Bu bahsin ayrıntısını isteyenler Sâlih Fass’ını incelesinler.

“Dürülme” ve “açılma”ya gelince, bunun da örnekle îzâhı şöyledir ki: Üç sayısı sayı mertebelerinin ilk ferdidir. Çünkü onun altı “iki” ile “bir”dir. “İki” çift sayıdır. Ve “bir” ise sayılardan sayılmayıp, bütün sayıların kaynağıdır. Nitekim matematik âlimleri indinde bu hakîkat sâbittir. Ya’nî bütün sayı mertebeleri “bir”den oluşur. Çünkü sayı mertebeleri “bir”in tekrârlanmasından başka bir şey değildir. Meselâ 1 + 1 = 2 olur. Ve “iki” mertebesinde “bir” bulunmakla berâber âşikâr ve zâhir değildir, onda gizlidir. Ve aynı şekilde 1 + 1 + 1 = 3 olur. Ve “üç” tek olan sayı mertebelerinin birincisidir. Şimdi “üç” zâhir olunca “bir” gizlenir. Ve 1 + 1 + 1 – 1 = 2 şeklinde “üç” mertebesi bozulur, “iki” mertebesi kalır. Ve 1 + 1 – 1 = 1 şeklinde de “iki” mertebesi bozulup “bir” kalır. Bundan dolayı “iki” sayı mertebesi, aslı olan “bir”e döner. Ve bu zamanda o mertebeler için “bir”de dürülme ve “bir” için de “açılma” sâbit olur.

Şimdi dışta ve içte olan bu üçlü ferdiyyetin özeti ve özü budur ki, vücûd mertebelerinin hepsinde muhtelif te’sîr ediciler ve te’sîr alıcılar vardır. Ve her bir te’sîr edicide üçlü ferdiyyet mevcûd olduğu gibi, te’sîr alıcılarda da buna karşılık üçlü ferdiyyet vardır. Bunların örneği sonsuzdur. Bir örneği şudur ki, çocuğun oluşmasında erkek te’sîr edici ve kadın te’sîr alıcıdır. Ve çocuk te’sîr edici ile te’sîr alıcının netîcesidir. Erkekteki üçlü ferdiyyet kadındaki üçlü ferdiyyete karşılık gelir. Çocuktan önce babanın vücûdu ortadadır. Ve çocuk babanın nutfesinden olur. Ve nutfe babanın vücûdunun aynıdır. Ne zamanki nutfe çocuk olur, çocuk zâhir ve âşikâr olur. Babanın vücûdunun aynı olan nutfesi onda “dürülür.” Çekirdek ile ağaç dahi bu misâle uygundur. İyice düşün ve incele! Bu kanudaki diğer ayrıntılar Fusûsu’l-Hikem’de “ferdiyye hikmeti”ne ilişkin olan Muhammedî Fassı’ndadır. Burası fazla ayrıntıya müsâid değildir. Bu kadar îzâhât yeterlidir.

Ve bu hikmetin azîz Kitâb olan Kur’ân’dan hazzı “Kul eûzu bi rabbin nâs; Melikin nâs; İlâhin nâs” (Nâs, 114/l-3)’dır. Ve bu, vücûdun üçlü mertebelerini gösterir. Ya’nî “insanların Rabb’i,” “insanların Melik’i,” “insanların İlâh’ı” mertebelerini haber verir. “Rabb’ün-nâs” sıfatlar mertebesi; ve “Meliki’n-nâs” isimler mertebesi; ve “İlâhi’n-nâs” mutlaklık mertebesini bildirir.

Ve şeyhimiz Ebû Medyen (ra)’e muhammedî tecellî indinde, vahdet-i vücûd sırrı, ancak “Meliki’n-nâs” makamında hâsıl oldu. Ya’nî muhammedî zevklerin ya’nî yaşantıların açılması esnâsında vahdet-i vücûd sırrı ancak isimler ve fiiller mertebesi olan ‘’Meliki’n-nâs” makamında hâsıl oldu. Çünkü vahdet mertebeleri üçtür: Zâtî vahdet, sıfâtî vahdet, fiilsel vahdettir. Bunun için Hz. Ebû Medyen’in okumaya devâm ettiği Kur’ân sûresi “Tebârekellezî bi yedihil mülkü” (Mülk, 67/1) idi. Ve “İlâhi’n-nâs” makāmıyla “kutub” tek kalır. Ya’nî bu makām ancak kutba mahsûstur. Ve “Meliki’n-nâs” makāmında kâim olduğu için, Ebû Medyen hazretleri âlemde mevcûd olan “iki imâm”ın birisidir.

Bilinsin ki, bu kitabın başlarında geçtiği üzere, âlemde ilâhî tasarruflar yeryüzü için Allâh’ın halîfesi olan “kutub” vâsıtasıyladır. Onun bakış mahalli ancak Hak Sübhânehû hazretleridir. Ve bütün ilâhî feyizler âleme onun vâsıtasıyla iner. Ve onun ma’nevî ismi “Abdullâh”dır. Bundan dolayı o, “İlâhi’n-nâs” makāmında kâimdir. Ondan sonra “iki imâm” vardır ki, birisi kutbun sağında olup, bakışı mülk âleminin bâtını olan melekût âleminedir. Ve mülk âlemi isimlere âit taayyünlerden ibâret olup ilâhî fiillerin tecellî-gâhıdır. İsimlerin bâtını ise sıfatlardır. Bundan dolayı melekût âlemi sıfatlar âlemidir. Ve bu imâm “Rabbü’n-nâs” makamında kâim olup ma’nevî ismi “Abdü’r-Rab”dır. Ve imâmın diğeri kutbun solundadır. Bakışı mülk âleminedir. Onun için “Meliki’n-nâs” makāmında kâim olmuştur. Ve ma’nevî ismi “Abdü’l-Melik”tir. Ve bu imâm mertebede “Abdü’r-Rab”den daha üstündür. Çünkü mülk âleminde melekût âlemi bulunmaktadır. Ve “İlâhi’n-nâs” makāmında kâim olan “kutub” ise bütün mertebeleri taşıdığından hepsinden daha üstündür. Şimdi üçlü ferdiyyet âlemin tasarruf emrindeki te’sîr edicilerde de sâbit oldu ki, onlar “kutub” ile “iki imâm”ın vücûdudur. Ve onların nisbetleri zât, sıfât ve isimleredir. Ve bu üçlü ferdiyyete karşılık te’sîr alıcılarda da üçlü ferdiyyet sâbittir ki, onlar da rûhlar mertebesi, melekût mertebesi, mülk mertebesidir.

Bu îzâhları verdikten sonra konumuza geri dönüp deriz ki: Ne zamanki Hak Teâlâ aklın ma’nevî bünyesini îcâd etti; ve onun nûrânî cevherini tesviye eyledi; ona güzel idâreyi ve siyâseti ve insan vücûdunda kendi makāmı olan beyinden i’tibâren, onun idâresi altında ve tâbi’si olan kuvvetlerin ve a‘zânın en aşağısına varıncaya kadar, insan memleketinde lâyık olan bütün işleri bıraktı. Ve şerîatlar bu aklın doğru yolu üzerine geldi. Çünkü şerîatte aklın kabûl etmeyeceği bir şey yoktur. Ancak aklın, küllî akla varıncaya kadar bir çok mertebeleri vardır. Noksan akıllılardan ba’zılarının hikmetini idrâk edemediği şerîat hükümlerini kabûl etmemeleri, o hükümlerin aklın doğru yolu üzere olmadığına hüküm vermek için kâfî sened değildir. Bunun hikmetini ancak o noksan akıllar idrâk edememiştir. Onun üstündeki akıllar idrâk edebilirler.

Daha sonra o aklın nûrânî cevherinde bütün ilimleri nakş eyledi. Bundan dolayı o akıl, o ilimlerin nereden tasarruf olunduklarını, ya‘nî kendisine devamlı olarak nereden verildiğini ve o ilimlere ne gibi hallerin tasarruf edici olduğunu bilmediği halde, o ilimlerin nakış mahalli oldu. Ve aklın bunu bilememesi, aklın bu rûh dediğimiz halîfeye karşı mecbûr olması için Allah Teâlâ tarafından kendisine bir hikmettir. Çünkü cehâlet aczi ve kendisinin üstündekine ihtiyâcı gerektirir. Nitekim halîfe hakkında da Hak Teâlâ hazretleri, o halîfenin nefsine ve değerine ârif olması ve onu kendisi için vücûda getirmiş olduğunu bilmesi için, daha önce anlattığımız şekilde kendi nikâhlı hür eşi olan nefsi hevâ emîrine kapılmış kılmış ve rûh onu kendi tarafına çekmeye bir çâre bulamayıp, kendi mûcidi olan Hak Teâlâ’ya dönmüş ve niyâz etmiş idi.

Daha sonra Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri halîfe olan rûhu insan vücûdunda vahdâniyyet arşı ve tahtı üzerine oturttu. Çünkü vücûdun bütün hareketlerine ve sükûnetine etki edici olan ancak rûhdur. Ve bu husûsta onun ortağı yoktur. Ve onu ferdâniyyet ridâsı ile örttü. Çünkü insan vücûdunda zât olarak ve sıfat olarak ve fiil olarak onun benzeri ve onun ikincisi yoktur. Rûh bu husûsta ferd ve tektir.

Ve o rûhu insan vücûdunun mülkünde ilâhî sıfatlarıyla açığa çıkardı. Çünkü halîfe kendisini halîfe kılanın aynıdır. Bundan dolayı onun sıfatlarını taşımak lâzım gelir. Böyle olunca Hak Teâlâ ona kendi sıfatlarından büyüklük ve heybeti ve azameti giydirdi. Ve eğer bu sıfatlardan, iğne deliği kadar az bir şey, şehâdet âlemi ehline gözükseydi, akılları başlarından gidip hayran kalırlar idi; ve vakitlerini idrâk etmekten akılları za’fa düşer idi; ve nefislerinden kaldırılırlar, ya‘nî kendilerinin kendiliklerini kaybederler idi. İşte halîfenin makāmı budur.

Şimdi halîfenin sıfatlarının açığa çıkışıyla hâl böyle olursa, kerâmet yurdu olan âhiret âleminde o halîfeyi halîfe kılıcı olan Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin müşâhedesiyle bize ne hal olacağını artık sen düşün! Allah Teâlâ hazretleri seni bu ma‘nânın idrâkine muvaffak etsin! Âhiret yurdunda Hak (celle celâlühû) hazretlerinin, bizim kendisine nazarımız indinde, idrâkimizde vücûda getirdiği bu acâip kudret ne büyüktür! Biz bu acâip kudret sâyesinde âhiret âleminde Hak Teâlâ hazretlerini müşâhede ederiz. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Vücûhun yevme izin nâdıreh; İlâ rabbihâ nâzıreh” ya’nî “Kıyâmet günü pırıl pırıl yüzler vardır; Rabb’larına nazar eden” (Kıyâmet, 75/22-23).