YEDİNCİ BÖLÜM
Yardımcının ve Onun Sıfatlarının ve Rabbanî ve Hikmetlere âit Cereyânın Nasıl Olması Gerektiğinin Zikrine Dâirdir
Âdette, melîkin işinin mülkte, ancak mâlik ile memlûk arasında vâsıta olan idâreci yardımcı ile olması doğru olur. Şimdi hikmet böyle gerektirir ki, biz bu bahsedilen halîfeyi ibraz ettiğimizde, ona “akıl” ismi verilen bir yardımcı edindirelim. Ve Allah Teâlâ tarafından ilâhî hitâb ona yönelir. Çünkü o memleketin idâre edicisidir. Allah Tebâreke ve Teâlâ “Muhakkak bunda (…) ülü’l-elbâb için alâmetler vardır” (Al-i İmrân, 3/190), “ülü’n-nühâ için” (Tâhâ, 20/54 ve 128), “Muhakkak bunda kendisi için kalb olan veyâ söyleneni işitebilen ya’nî akleden kimse için öğüt ve nasîhat vardır” (Kâf, 50/37) buyurdu. Allah Sübhânehû bu imâm için bu yardımcıyı vücûda getirdi ki, ona “akıl” denir. Ve ancak “akıl” olarak isimlendirdi; çünkü Allah Teâlâ’dan kendisine aktarılan her bir şeyi anlar. Ve o memleket üzerinde, hayvan üzerindeki bağ gibidir ki, onu firâr etme korkusundankorur. Ve işte bunun için “akıl” denildi. Ve onu onun için yardımcı olarak seçti. “Faîl” vezninden “vizr”den veyâ “vezer”den türemiş olması muhtemeldir. Ve onların ikisi de onda mevcûddur. Şimdi eğer “ağırlık”tan ibâret “vizr”den olursa, o memleketin ve onun mühimmâtının şekillerini taşıyıcıdır. Ve eğer “sığınılacak yer”den ibâret olan “vezer”den olursa, o bütün eşyâda kendisine iltica edilendir. Çünkü o halîfenin lisânıdır. Ve onun emirleri ondan infaz olunur. Şimdi bu ma‘nâdan dolayı ona “yardımcılık” ismi geçerli olur. Aynı şekilde bu sözün ma’nâsının vücûdu lâzım olduğu için ona öyle denildi. Ve o acâip bir mevcûd ve latîf îcâddır, ki Bârî Teâlâ onun imâmdan ikinci makāmda îcâd eyledi. Ve onu halîfeden, yardıma ihtiyâc duyma ile söyleyici olanların mezhebi üzerine, güneşten ay derecesine indirdi. Ve işte bundan dolayı melikin huzûru ve onun tecellîsi indinde, onun için bu sûretin sâbit olmadığını ve görülmediğini görürsün. Çünkü emir, vâsıtalar kalkmış olarak ve çok büyük bir müşâhede ile burada sana imâmdan çıkmaktadır. Ve Allah’ın Kitâb’ında onun hazzı “li menil mülkül yevm, lillâhil vâhidil kahhâr” (Mü’min, 40/16) ya’nî “Bugünde mülk kimindir? Vâhid-i Kahhâr olan Allâh’ındır” sözüdür. Ve perdelenme vaktinde da’vâlar olur. Da’vâ perdesinden Allah’a sığınırız. Şimdi halîfe ne zaman gizlenirse yardımcı için açığa çıkma ve emirleri yerine getirme ve verme ve men’ etme olur. Çünkü o halîfenin lisânıdır ve ondan tercüme edicidir. Ve bu, ay ile güneşin rûhâniyyetinin sırrında mevcûddur. Görmez misin? Ay güneşin kabzasında olunca, onun üzerine güneşin istîlâsından dolayı, onun için nûr ve zuhûr yoktur. Ne zamanki dolunay olur, bakanların gözünden güneşin kaybolması sebebiyle, onun için tâm zuhûr gerçekleşir. Şimdi ay, bu vakitte güneşi müşâhede edicidir. Âlem ve insanlar ise ancak ayı müşâhede ederler.
Ya’nî bir hükümdârın memleket işlerini idâresinde geçerli âdeti budur ki, mâlik ile memlûk, ya’nî tasarruf eden ile üzerinde tasarruf edilen arasında, işlerin idâresine vâsıta olan bir yardımcı lâzımdır. Ve idâre işleri memlekette bu tarzda icrâ olunursa doğru olur. Nitekim hükümetlerde mes’ûl birer “başbakan” bulunur. Zâhiri hükûmette idâre usûlü böyle olduğu gibi, insânî vücûdda halîfe olduğunu anlattığımız ve isbât eylediğimiz “rûh” için de bir yardımcı edinmesi lâzım gelir. Çünkü hikmet bunu gerektirir.
Ve Allah Teâlâ tarafından ilâhî hitâb akla yönelir. Bundan dolayı akıl ni‘metinden mahrûm olan çocuklar ve deliler ilâhî teklifler ile mükellef değildirler. Çünkü akıl insan memleketinin idârecisidir. Ve aklı olmayanların veyâ aklı noksan olanların fiilleri ve hareketleri düzgün değildir. Onun için Allah Tebâreke ve Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de “Muhakkak bunda (…) akıl sâhibleri için âyetler ve alâmetler vardır” (Al-i İmrân, 3/190) buyurur. Ve diğer bir âyette de “li ulîn nuhâ“ (Tâhâ, 20/54, 128) buyurur ki “nuhâ“ “akıl” demektir. Ve aynı şekilde diğer bir âyette de “Muhakkak bunda kendisi için kalb olan veyâ söyleneni işitebilen, ya’nî akleden kimse için öğüt ve nasîhat vardır” (Kâf, 50/37) buyurur. Bundan dolayı Kur’ân-ı Kerîm’e muhâtab olanlar ancak akıl ehlidir.
İşte bu hikmete dayalı olarak, Allah Sübhânehû hazretleri insan memleketinde halîfe ve imâm olan bu “rûh” için böyle bir yardımcı vücûda getirdi ki, ona “akıl” denir. Ve o yardımcıya ancak “akıl” ismini verdi. Bu ismin verilme sebebi budur ki, o yardımcı, Allah Teâlâ tarafından kendisine aktarılan her bir ma’nâyı anlar, ya’nî o ma’nâların kaydıyla kayıtlanır. Ve o akıl insan vücûdu üzerinde, hayvanın vücûdu üzerindeki “bağ ve yular” gibidir ki, o yular o hayvanın kaçması korkusundan muhâfaza eder. Ve akıl da böylece insan vücûdu üzerinde bir “bağ”dır ve “yular”dır ki, onu tabîat uçurumlarına ve helâk vâdilerine firârdan engeller. İşte bu sebepten dolayı Hak Teâlâ rûhun yardımcısına akıl ismini verdi. Ve aklı rûh için yardımcı olarak seçti.
“Vezîr ya’nî yardımcı” kelimesi “fâil” vezninde olarak “zâ” harfinin sükûnu ile “vizr”den, veyâhut “zâ” harfinin fethi ile “vezer”den türemiştir. Ve her ikisinin ma‘nâsı da “akıl”da mevcûddur. Eğer “yük ve ağırlık” ma’nâsına olan “vizr”den türemiş olursa doğrudur. Çünkü o akıl insan memleketinin ve onun mühimmâtının şekillerini ve yüklerini taşıyıcıdır. Ve eğer “sığınılacak yer” ma’nâsına olan “vezer”den türemiş olursa yine doğrudur. Çünkü o akıl her şeyde kendisine ilticâ olunan bir şeydir. Nitekim insan ilmî, ictimâî ve ticârî olan her bir işlerinde akla yönelir ve ilticâ eder. Çünkü o insan vücûdunda halîfe olan rûhun lisânıdır. Ve rûhun emirleri akıl vâsıtasıyla infâz olunur.
İşte bu ma‘nâdan dolayı ona “yardımcılık” ismi geçerli olur. Ve aynı şekilde bu sözün ma‘nâsının vücûdu akla lâzım olduğu için ona “vezîr ya’nî yardımcı” denildi. Ve o akıl acâip bir mevcûd ve latîf bir îcâddır ki, Bârî Teâlâ hazretleri onu imâmdan ikinci makāmda îcâd eyledi. Çünkü tasarruf işinde birinci makāmın sâhibi insan vücûdunda rûhtur. Ve ikinci tasarruf edici de akıldır. Ve akıl hayât ile kâimdir. Bundan dolayı tasarruf makāmında akıl ikincidir.
Ve yardıma ihtiyâc duyma husûsunda aklın halîfeye nisbeti, ayın güneşe nisbeti gibidir. Ya’nî ay, ışık alma husûsunda nasıl güneşe muhtaç ise, akıl da böylece, ışık alma husûsunda rûha muhtaçtır. İşte bu nisbete dayanmaktadır ki, hükümdârın huzûru ve onun zuhûru indinde yardımcısı için bu tasarruf sûretinin sâbit olmadığını ve görülmediğini müşâhede edersin. Çünkü imâmın huzûru ve zuhûru indinde vâsıtalar kalkar ve çok büyük bir müşâhedenin heybeti ortaya çıkar. Emir burada sana vâsıtasız ancak imâmdan çıkar.
Bu kısmın faydasının tamamlanması için burada seyr ü sülûk ehline faydalı olacak ba‘zı îzâhlar verilmesi lâzım geldi:
Bilinsin ki, insan vücûdunda halîfe olan rûh bu kitâbın mukaddimesinde îzâh edildiği üzere, Hak tarafından halîfe kılınmıştır. Bundan dolayı insan vücûdunda hakîkatte tasarruf edici olan Hakk’tır. Nitekim âyet-i kerîmede “Vallâhu halakaküm ve mâ ta’melûn” ya’nî “Sizi ve amellerinizi Allah halk etti” (Saffât, 37/96) buyrulmuştur. Bu i’tibâr ile birinci tasarruf edici Hak; ve ikinci tasarruf edici rûh; ve üçüncü tasaruf edici de akıldır. Ya’nî rûh Hakk’ın halîfesi ve akıl bu halîfenin yardımcısıdır. Şimdi rûhun tecellîsi indinde aklın tasarrufu gider. Ve vâsıtasız Hakk’ın tecellîsi indinde de rûhun tasarrufu örtülür. Zât-ı Bârî’nin tecellîsi ile rûhun tecellîsi arasında çok büyük farklar vardır. Bir çok sâlikler bu makāmda aldanmışlar ve Hakk’ın tecellîsini bulduklarını zannetmişlerdir. Eğer şeyh kâmil ve tasarruf sâhibi olmazsa sâlik için bu düştüğü çukurdan kurtulmak çok zor olur. Gönül aynası, beşeriyyet sıfatından ve tabîat paslarından riyâzât ve mücâhede ve ibâdette devamlılık sebepleriyle, sâflaştığı zaman kalbe bir takım rûhânî sıfatlar tecellî eder. Ve bu hâl rûhânî nûrların üstün gelişinden olur. Çünkü rûh, tamâmı ile beşerî sıfatlardan dışarı çıkmıştır. Ve bir vakit olur ki, rûh bütün sıfâtıyla tecellî eder. Ve bu hâl beşerî sıfatların eserlerinin tam olarak mahvolmasından kaynaklanır. Ve ba’zen Hakk’ın halîfesi olan rûhun zâtı tecellî eder. Ve halîfeliği sebebiyle “Ene’l-Hak” da‘vâsında bulunur.
Rûhânî tecellî ile rabbânî tecellî arasındaki farkın biri budur ki, rûhânî tecellî sonradan olma rengi taşır ve onun fânî etme kuvveti yoktur. Gerçi zuhûr vaktinde beşerî sıfatları giderir, velâkin fânî edemez. Tecellî örtülünce derhal beşerî sıfatlar ortaya çıkar. Fakat Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin tecellîsinde sâlik bu âfetlerden emîn olur.
Ve diğer fark budur ki, rûhânî tecellîden gönül rahatlığı zâhir olur ise de, sâlik şek ve şüpheden kurtulamaz. Ve bu tecellî tam ma‘rifet vermez. Fakat Hz. Hak Sübhânehû ve Teâlâ’nın tecellîsi bunun tersinedir. Ve diğer bir farkı daha budur ki, rûhânî tecellîden gurûr ve böbürlenme zâhir olur; ve kendini beğenmişlik ve varlık artar; ve talebde noksan olur; ve korku ve niyâz azalır. Ya’nî kendisinin kâmil mürşid olduğunu ve bir mürşide ihtiyâcı kalmadığını ve bundan dolayı amaçladığı rabbânî tecellîler oluştuğundan evliyâullâh’ın mükemmelleri sırasına geçtiğini zanneder. Kendisini asrın şeyhleri ile mukāyese edip Hakk’ın ihsânı ile onlardan daha büyük olma da‘vâsında bulunur. Çünkü bakışında gerek kendisinin ve gerek diğer şeyhlerin vehmî vücûdları sabittir. Fakat Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin tecellîsinde bunların hepsi kalkar; ve varlık yokluğa dönüşür; ve onda taleb artar, ve susamışlık fazlalaşır; ve korku ve niyâz çoğalır; kendini beğenmişlik ve varlık kalkar.
Şimdi rabbânî tecellî müşâhede ve rûhânî tecellî keşfetmedir. Ve müşâhedede aslâ hatâ olmaz; keşfetmede ise hatâ olur. Onun için rûhânî tecellîye mazhar olan sâliklerin keşiflerine dayanarak beyân ettikleri şeylerin ba’zısı doğru ve ba’zısı hatâ olur. Ve kendilerinde nefsin gurûru olduğundan bu hatâlara karşı uyanık olamazlar. Te’vîllere kalkışırlar; ve hatâ içinde hatâya düşerler.
Rabbânî tecellîde Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri kuluna her hangi sıfatla tecellîyi murâd buyurursa, o sıfatla tecellî eder. Hayât sıfatı ile tecellî ederse, bâkî olan hayâtı bulur. Kelâm sıfatı ile tecellî ederse, Hak Teâlâ hazretleriyle karşılıklı konuşma olur. Rezzâk oluş sıfatı ile tecellî ederse, gayb tarafından rızık bulur. Hallâk oluş sıfatı ile tecellî ederse, mahlûk halk etmeye kudreti yetebilen olur. Ve öldürme sıfatı ile tecellî ederse, bakışının isabet ettiği kimseyi öldürür. Hayât verme sıfatı ile tecellî ederse, o kimsenin bakışı ölüye yönelse derhâl dirilir. Ve diğer ilâhî sıfâtlar da böyledir. Fakat rûhânî tecellî sâhiblerinde bu kudret yoktur.
Şimdi rûhun tecellîsi indinde aklın hükümleri örtülür. Ve Hakk’ın tecellîsi indinde de rûhun sıfatları gizlenir. Ve bu örtünme ve gizlenmenin Allah’ın Kitâb’ından hazzı “li menil mülkül yevm, lillâhil vâhidil kahhâr” (Mü’min, 40/16) ya’nî “Bugünde mülk kimindir? Vâhid-i Kahhâr olan Allâh’ındır” sözüdür ki, bu söz rabbânî tecellîde rûhânî hükümlerin ve sıfatların mülkte tasarrufunun zâil olduğuna delîldir. Ve Hakk’ın perdelenmesinde rûh; ve rûhun perdelenmesinde de aklın da‘vâları gerçekleşir. Bu da‘vâ ise perdenin aynıdır. Bundan dolayı da‘vâ perdesinden Allâh’a sığınırız.
Şimdi halîfe ne zaman örtünürse yardımcı o vakit ortaya çıkar. Ve emirlerin yerine getirilmesi ve verme ve men‘ etme yardımcıdan olur. Çünkü o halîfenin lisânıdır. Ve kendisi işlerde hükmedici değil, belki nâkil ve tercümandır.
Ve bu îzâh ettiğimiz gözükme ve gizlenme husûsları, ay ile güneşin rûhâniyyet sırrında mevcûddur. Görmez misin? Ay güneşin kabzasında olunca, ya‘nî ay dünyânın bir kısmına karşılık iken, dünyâ o sırada güneşe karşılık bulununca, ayın üzerine güneşin istîlâsı sebebiyle ay görünmez. Ve onun için nûr ve zuhûr yoktur. Dünyâya güneşin ışığı kaplar. Fakat güneşin batışıyla dünyânın bir kısmı gece olup, ay dünyânın bu kısmına yönelik olsa, güneşten aldığı ışık sebebiyle tam zuhûr hâlinde görülür. Ve ay bu vakitte güneşi müşâhede edicidir. Âlemin o kısmı ve o kısımda bulunan insanlar ise, ancak ayı dolunay hâlinde müşâhede ederler. Ve tabi‘ki güneşi görmezler. Bu hâl astronomiye vâkıf olanların indinde tasdîk edilmiş olan bir hakîkattir. Bunun gibi zât güneşinin doğması vaktinde aya benzer olan rûh örtülür. Ve aynı şekilde güneşe benzer olan rûhun tecellîsi vaktinde, ay mesâbesinde olan akıl örtülür. Ve aksi olarak zât güneşinin gizlenmesi hâlinde rûhun nûru parlar. Ve aynı şekilde rûh güneşinin gizlenmesi vaktinde de aklın nûru ortaya çıkar.