Allah Teâlâ seni tâate muvaffak etsin! Bilesin ki, muhakkak Allah Sübhânehû ve Teâlâ sübhân olan zâtı vitr ya’nî tek olmaklıkla münferid olmak için âlemi şef’iyyet ya’nî çift olmaklık içinde meydana çıkarmayı murâd etti. Bundan dolayı Vâhid, Ferd ismi sâbit oldu. Ve Efendi köleden ayrıldı. (11)
Ya’nî ey okuyucu, Allah Teâlâ seni tasavvufun özü olan bu hakîkatleri anlayıp hazmetmeye ve bu doğru anlayış neticesinde zevkan ya’nî bizzât yaşayarak kulluğunu idrâk edip o kulluğun gerekleri olan ma’rifetullâha ve tâate muvaffak etsin!
Çünkü çok kimseler Hz. Şeyh-i Ekber’in beyân buyurduğu hakîkatlerden ve ilâhî bilgilerden ürküp onları inkâr ederler. Ve birtakım kimseler de anladıklarını zannedip kulluğun gerekleri olan tâatten ayrılmakla dalâlet vâdîsine düşerler. Bu hakîkatler ve ilâhî bilgiler kıldan ince ve kılıçtan keskin bir sırât-ı müstakimdir. İlâhî yardım rehber olmadıkça akıl ayağının kayması korkusu bulunduğundan cenâb-ı Şeyh (ra) okuyucuya duâ ettikten sonra buyururlar ki;
“Allah Sübhânehû ve Teâlâ sübhân olan zâtının vitr olmaklıkla ferd olması için âlemi şef’iyyet ya’nî çift olmaklık içinde meydana çıkarmayı murâd etti.”
Bilinsin ki, vücûd iki nevi’dir: Birisi “hakîki vücûd,” diğeri “izâfî vücûd”dur. Hakîki vücûd bütün kayıtlardan ve izâfelerden münezzeh olup Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin özüdür. Ve hakîki vücûdu idrâk etmek mümkün değildir. İzâfî vücûd ise hakîki vücûdun isimleri ve sıfatları dolayısıyla taayyününden ve kayıtlanmasından ibâret olup bu vücûd idrâk edilir. Âlemin ve âlemdeki eşyânın vücûdu gibi. Onun için hadîs-i şerifte “Allâh’ın zâtını tefekkür etmeyiniz. Ancak Allah’ın sıfatlarını tefekkür edin” buyrulmuştur.
“Hakîki vücûd” kendi mertebesinde isimlerden ve sıfatlardan ve bütün niteliklerden mukaddes ve münezzeh ahadiyyet ya’nî teklik zâtından ibârettir. Hakîki vücûdun, hakîkat-i muhammediyyeden ibâret olan vahdet ya’nî birlik mertebesine tenezzülü meşiyyet ya’nî irâde ile değildir; belki bu tenezzül onun zâtî gereğidir. Örneğin gark hâlinde bulunan bir insanın uyanıklık hâline gelmesi kendisinin irâdesiyle değildir; belki onun zâtî gereğidir.
Ve “vahdet ya’nî birlik mertebe”si ulûhiyyet ya’nî ilâhlık mertebesi olup bu mertebe bütün isimleri ve sıfatları toplamıştır. Hakîkî vücûdun, bu mertebenin altında olan “vâhidiyyet ya’nî birliksellik,” “ervâh ya’nî rûhlar” ve “misâl” ve “şehâdet” mertebelerine tenezzülü irâde iledir. Ve vahdet ve vâhidiyyet mertebelerine tenezzülde gayrılık bağıntısı yoktur. Gayrılık bağıntısı ile vücûdun zuhûru, rûhlar mertebesinden başlar. Nitekim “e lestü birabbiküm” ya’nî “Ben, sizin Rabb’iniz değil miyim?” (A‘râf, 7/172) hitâbı rûhlar mertebesinde olmuştur. Ve Rab ile merbûb ya’nî Rabb’i olan bu mertebede ayrılmıştır.
Şimdi hakîkî vücûd ahadiyyet ve vahdet ve vâhidiyyet mertebelerinde gayrılık bağıntısından münezzeh olan vitriyyetle, ya‘nî teklik ile, münferiddir. Merbûbiyyetin ya’nî Rabb’i olmaklığın tahakkuku gayrılık bağıntısını hâiz bulunan izâfî vücûda bağlı olduğundan, vitr ya’nî tek olan hakîkî vâhid vücûd tenezzül ile şef’iyyetle ya’nî çift olmaklıkla açığa çıktı. Ve bu tenezzül latîfin en latîfi olan hakîkî vücûdun kesîflik mertebesine tenezzülünden ibârettir. Nitekim Ebu’l-Hasen Gûrî hazretleri buyurur:
“Tenzîh ederim şu en celil ve a’lâ zâtı ki, nefesini (nefsini) latîf kılıp ona Hak dedi ve nefesini (nefsini) kesîf kılıp ona da hálk edilmişler dedi.”
Vücûdun ulûhiyyet ya’nî ilâhlık mertebesinden vâhidiyyete, ya‘nî ilmî sûretler mertebesine; ve daha sonra rûhlar mertebesine tenezzülü irâde ile olduğundan cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) “Allah Sübhânehû ve Teâlâ sübhân olan zâtı vitriyyetle ya’nî teklikle münferid olmak için âlemi şef’iyyet ya’nî çift olmaklık içinde meydana çıkarmayı murâd etti” buyurur. Çünkü vitriyyet ya’nî teklik, şef’iyyet ya’nî çiftlik ve münferidlik çokluk karşısında tahakkuk eder. Çünkü eşyâ zıddı ile belli olur.
İşte bu çokluk ve çift görünen izâfî vücûtlar karşısında ulûhiyyet zâtı için Vâhid ve Ferd isimleri sâbit olur. Ve Efendi ile köle, ya‘nî Mevlâ ile kul, bir diğerinden ayrılır. Hakîkî vücûdun ismi ulûhiyet mertebesinde “Seyyid ya’nî Efendi” ve “Mevlâ”dır. Ve çift olmaklık mertebesi olan rûhlar ve misâl ve şehâdet mertebelerinde isimleri dolayısıyla taayyün ettiği ve kayıtlandığı sûretlerde “kul”dur. Nitekim bu mertebelere işâret olarak Hz. Mısrî buyurur:
Bilinmez nişânsızdır, bulunmaz nıekânsızdır Heman ancak sana kuldur, senin ehl ü ıyâlindir
Ve her mertebenin bir hükmü vardır. Şerîat kulluk mertebesinin zâtî gereği olduğundan şerîatın devre dışı bırakılması, hakîkatlerden ve ilâhî bilgilerden cehâlettir ve kâfirliktir. “Efendi” hakîkatiyle “kul”un “ayn”ıdır. Ve kul taayyünü ile Efendi’nin gayrıdır. Bunun varlıklara dönük örneği şöyledir:
Buhar yoğunlaşınca bulut olur. Ve bulut yoğunlaşınca su olur. Ve su donarak yopunlaşınca buz olur. Buhar kendi hakîkatiyle buzun aynıdır; ve buz taayyünü ile buharın gayrıdır. Buhar her mertebeye indikçe ve yoğunlaştıkça başka bir isim ile isimlenir. Ona bulut, su ve buz denemez. Ve bunların hakîkatleri aynı olduğu halde kendilerine buhar denemez. Ve suyun hizmetini buz göremez.
Allah Teâlâ sizi nefislerinizin hakîkatlerine vâkıf etsin! Ve hikmetinin latîfinden ve san’atının garîbinden sizlere emânet verdiği şeye sizi vâkıf kılsın! Allah Teâlâ’nın:
“Ve hüvellezî meddel arda ve ceale fîhâ revâsiye ve enhâren, ve min küllis semerâti ceale fîhâ zevceynisneyni yugşil leylen nehâre, inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yetefekkerûn” (Ra’d, 13/3) ya‘nî “O Allah Teâlâ arzı döşedi. Ve onda dağlar ve nehirler ve semerelerin her cinsinden kıldı. Ve onda iki kısım çiftler kıldı. Geceyi gündüz ile örter. Muhakkak bunda tefekkür edenler için alâmetler vardır” mübârek sözüne vâkıf olduğun vakit, bu âyet hakkında fikir ve i’tibâra başladın. İnsanı semerelerin içinden bir semere gördün. Semerelerin gelişmesi gibi gelişir; ve onlardan alındığı gibi, ondan da faydalar alınır. Daha sonra insan o semerelerin nakşı gibi nakşa başlar. Daha sonra onların ihtiyarlığı gibi ihtiyarlar. Daha sonra onların ölmesi gibi ölür. İnsan o semerelerin doğurması gibi doğurur. O semerelerden tohum alınır, ekilir, o semerelerinin hâlinin misli oluncaya kadar. Onda onun gibi tâzesi yeniden olur. Şimdi ba’zen onlardan alındığı gibi insandan da alınır. Ve ba’zen terk olunup bu belirlenmiş semerenin nesli kesilir. Bunun gibi insan da doğmada ve üremede bu gerçekleşen şekil üzeredir. Bundan dolayı biz ona bir şecere ya’nî ağaçtır dedik. Şimdi onun hemşîresi nerededir ki, onun sebebiyle fikir ve i’tibâr olarak onun çift olmaklığı ve onun üzerine bu âyetin mutlaklığı geçerli olsun? Bundan dolayı biz insanda vücûdun hikmetini ve onun diğer hayvan üzerine üstünlüğünü tetkîk ettik. Ve sırlarını ve hikmetini ve latîfliğini teftiş eyledik. Ve onları ayn’larıyla ihâta edici en büyük âlemde kadem kadem gördük. Harfen harfen ve ma’nen ma’nen onun karşılıklı oluşu zâil değildir. Biz gûyâ ki onu, o bulduk. Muhakkak ihâta edici en büyük âlem bir olan semeredir. Ve diğer semere ise insandır ki, en küçük âlemdir. Bunun üzerine Kitâb-ı âzîzden bir tenbîh aradık. Nurlu âyetlere vâkıf olduk.
“Ve fî enfüsiküm, e fe lâ tubsirûn” ya’nî “Ve kendi nefslerinizde de (âyetler) vardır. Hâlâ görmüyor musunuz?” (Zâriyât, 51/21)
“Se nurîhim âyâtinâ fîl âfâki ve fî enfüsihim” ya’nî “Âyetlerimizi âfâkta ve enfüste onlara göstereceğiz” (Fussılet, 41/53),
“Ve mâ halaknes semâe vel arda ve mâ beynehumâ bâtıla” ya’nî “Ve gökyüzünü, yeri ve ikisi arasındaki şeyleri bâtıl olarak hálk etmedik” (Sâd, 38/27),
“E fe hasibtüm ennemâ halaknâkum abesen” ya’nî “Öyleyse Bizim, sizi boş yere hálk ettiğimimizi mi zannettiniz?” (Mü’minûn, 23/115),
“Yetenezzelul emru beynehunne” ya’nî “emir onların arasından durmaksızın iner” (Talâk, 65/12) o âyetlerdendir. (12)
Hz, Şeyh (ra) yüksek eserlerini okuyup inceleyen hakîkate susamışlara duâ edip “Allah Teâlâ sizi nefislerinizin hakîkatlerine vâkıf etsin!” buyururlar. Çünkü hakîkat yolunun yolcusu nefsini bilmedikçe Rabb’ini idrâk edemez. Nitekim “Men arafe nefsehû fakad arafe Rabbehu” buyrulmuştur. Ve Hz. Şeyh “Men arafe nefsehû fakad arafe Rabbehû” yüce kelâmını başlı başına bir risâlelerinde tefsir ve îzâh buyurmuşlardır ki, bu risaleye Ahadiyye Risâlesi de derler. Ve nefsin hakîkatine vâkıf olmak, kâmil bir mürşidin seyr ü sülûk ettirmesi ve sülûk esnasında sâlike açılan hallerin anlatılması ile mümkün olur. Ve bu konuda tefekkür ve tedbîrli olmak sâlikin en mühim vazîfesidir.
Ve ikinci duâ olmak üzere de: “Hikmetinin latîfinden ve san’atının garîbinden sîzlere emânet verdiği şeye sizi vâkıf kılsın” buyururlar. Çünkü kendi vücûdunu idrâk eden insan “Ben neyim?’’ diye düşündüğü zaman, kendisini sûret ile ma‘nânın bir arada olmasından oluşmuş bulur. Ma’nâsı hayat, ilim, sem’, irâde, kudret, kelâm ve tekvin gibi bir takım küllî ya’nî bütünsel sıfatlar; ve sûreti de bu sıfatların görünme yerleri olan a’zâ ve organlarıdır. Çünkü insanın cisim sûreti olmasa hayat; ve kulağı ve gözü olmasa sem‘ ve basar denilen ma’nâlar açığa çıkmaz idi. Şimdi Hak Teâlâ’nın “hikmetinin latîfi” insana emânet verdiği bir takım sonsuz ma’nâlardır. Ve “san‘atının garîbi” de cisminin tamâmıdır ki, her bir a’zâsını yerli yerinde hálk etmiştir. Anatomi ilmine vâkıf olanlar onun garîpliklerine hayran olurlar.
Şimdi sen Allah Teâlâ’nın Ra’d sûresinde olan,
“Ve hüvellezî meddel arda ve ceale fîhâ revâsiye ve enhâren, ve min küllis semerâti ceale fîhâ zevceynisneyni yugşil leylen nehâre, inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yetefekkerûn” (Ra’d, 13/3) ya‘nî“O Allah Teâlâ arzı döşedi. Ve onda dağlar ve nehirler ve semerelerin her cinsinden kıldı. Ve onda iki kısım çiftler kıldı. Geceyi gündüz ile örter. Muhakkak bunda tefekkür edenler için alâmetler vardır”
mübârek sözünü okuyup ma’nâsına vâkıf olduğun zaman, bu âyet-i kerîme hakkında tefekküre ve ibret almaya başladın. Çünkü yeryüzü üzerinde mevcûd olan taayyün etmiş sûretlerin hepsi yeryüzünün semereleri cinsindendir. Ve yeryüzünden mahlûk olan insan da o semerelerin özel bir türüdür.
Semereler nasıl gelişip büyüme bulursa insan da öylece gelişip büyüme bulur. Ve o semerelerden nasıl bir takım faydalar hâsıl olursa, insandan da öylece faydalar alınır. Daha sonra o semerelere bulaşan noksan gibi, insana da noksan bulaşır. Zamânın geçmesiyle meyve nasıl buruşur, suyu çekilir ve ihtiyarlar ise, insan da öylece buruşur ve teni gevşer ve ihtiyarlar. Sonra da onun çürümesi ve ölmesi gibi ölür ve çürür.
Ve aynı şekilde insan, o semerelerin kendi benzerini doğruması gibi, üreme yolu üzere kendi benzerini doğurur. O semerelerden tohum ve çekirdek alınıp ekildiği ve onun hâline benzeyen, onun gibi bir tâzesi peydâ olduğu gibi, insanın da nutfesinden kendi hâline benzeyen, onun gibi bir tâze insan ortaya çıkar. Ve aynı şekilde semerelerin ba’zısının tohumu ekilmeyip terk olunduğu zaman nesli kesilir. İnsanın da nutfesi kadının rahmine ulaşmazsa nesli öylece kesilir. İşte doğmada ve üremede insan da semerelerin şekli üzere olduğundan biz ona bir “şecere ya’nî ağaç”tır dedik.
Şimdi âyet-i kerîmede “İki kısım çiftler kıldık” buyruluşu yönüyle onunla berâber bir anadan süt emen hemşîresini aramak lâzım geldi. Çünkü biz onun hemşîresini bulur isek, onun sebebiyle fikir ve i’tibâr olarak onun çift oluşu ve onun üzerine bu âyet-i kerîmenin mutlaklığı geçerli olur.
Şimdi onun hemşîresi nerededir?
Onun hemşîresi ihâta edici en büyük âlemdir. Çünkü ihâta edici en büyük âlem bir olan semeredir. Ve onun çifti olan diğer semere ise insandır ki, en küçük âlemdir. Çünkü biz insanda olan vücûd hikmetini, ya’nî delîllerin esaslarını ve oluşumunu; ve onda bulunup açık ve gizli olan husûsları ve onun fiillerini ve te’sîrlerini tetkîk ettik. Bunların hepsini akla hayret veren şeyler bulduk. Onda olan üstünlüklerin başka mahlûklarda olmadığını gördük. Ve hakîkat ehli indinde sâbit olan sırlarını ve hikmetini ve latîfliğini teftîş ettik.
Ve insanda olan bu şeylerin aynını ihâta edici en büyük âlemde kadem kadem gördük. Harfen harfen ya‘nî sûret olarak ve ma‘nâ olarak bunlar devâmlılık üzere birdiğerine karşılık olur. Biz gûyâ ki en küçük âlem olan insanı aynen ihâta edici en büyük âlem bulduk. Bundan dolayı “ihâta edici en büyük âlem = insan olan küçük âlem” olmakla bunlar birdiğerinin benzeri olan bir çift semere oldular.
Bu tefekkür ve i’tibâr üzerine, acabâ bizim bu hükmümüze uygun olan ve bu hakikati bize beyân eden Kur’ân âyetleri var mıdır? diye araştırdık. Aşağıdaki nurlu âyetlere vâkıf olduk.
“Ve fî enfüsiküm, e fe lâ tubsirûn” ya’nî “Ve kendi nefslerinizde de (âyetler) vardır. Hâlâ görmüyor musunuz?” (Zâriyât, 51/21) …………..
Bu âyet-i kerîmelerin birer birer tefsir edilmesi burada uzun anlatımları gerektirir. Yalnız “yetenezzelul emru beynehunne” âyet-i kerîmesini tefsir etmek maksâdı îzâh etmeye yeter. Âyet-i kerîmenin tamâmı budur:
“Allâhüllezî halaka seb’a semâvâtin ve minel ardı mislehünne, yetenezzelül emru beynehünne li ta’lemû ennallâhe alâ külli şey’in kadîrun“ (Talâk, 65/12). Ya‘ni “Hâlik-ı Zü’l-celâl hazretleri öyle Allah’dır ki, yedi gökleri ve yerden de onların benzerini hálk etti. Onların arasına emr indirdi. Tâ ki Allah Teâlâ’nın her şeye kādir olduğunu bileler.”
Bilinsin ki, yedi gök ile yerin tamâmı bizim güneş sistemimizi teşkil etmektedir. Bunların tamâmı ihâta edici en büyük âlemdir. Bunların tâmâmı mutlak vücûdun delili ve âyeti olan bir olan semeredir.
Şimdi Hak Teâlâ hazretleri bu bir olan semerenin benzerini yeryüzünden hálk buyurdu ki, o da küçük âlem olan insandır. Ve insan mutlak vücûdun celâ kemâli ya’nî mutlak vücûdun bütün ilâhi ve varlıksal işlerde ezelen ve ebeden zuhûru ve isticlâ kemâli ya’nî mutlak vücûdun kendisini, bu işler dolayısıyla müşâhede edişi için tam bir ayna olmak üzere hálk edilmiştir. Hz. Şeyh-i Ekber (ra) bu konudaki ayrıntıları Fusûsu’l-Hikem‘de Âdem Fassı’nda beyân buyurmuşlardır. Bundan dolayı insan ilâhî sıfatlar üzere mahlûktur.
Ve “hayat”tan sonra ilâhî sıfatların fazîletlisi “ilim”dir. İnsan-ı kâmilde zâhir olan ilim bağıntısının derecesi mahlûk olan diğer fertlerde yoktur. Onun için âyet-i kerîmede “li ta’lemû ennallâhe alâ külli şey’in kadîrun“ ya’nî “Tâ ki Allah Teâlâ’nın her şeye kādir olduğunu bileler.” (Talâk, 65/12) buyrulmuştur. Çünkü insan ilâhî ma’rifet ya’nî bilgi için vâr edilmiştir. Ve ma‘rifetin dayanağı ilimdir. İlimsiz ma‘rifet düşünülebilir değildir. Ve mâdemki ihâta edici en büyük âlem mutlak vücûddan açığa çıkan bir semeredir; ve küçük âlem olan insan da o en büyük âlemden çıkan bir semeredir; Bundan dolayı her ikisinin arasında işlerin bağlantılarının olacağı açıktır.
“Yetenezzelül emru beynehünne” ya’nî “Onların arasına emr indirdi” (Talâk, 65/12) mübârek sözüyle bu bağlantılara işâret buyrulur. İşte nûrlu âyetlerden olan bu âyet-i kerîme insanın ihâta edici en büyük âlemin benzeri ve onun çifti olarak yerden mahlûk olduğunu ve aralarında işlerin bağlantılarının bulunduğunu göstermeye yeterlidir.