Daha sonra bu kitaba konulan bu âlem hakkında bu bahiste sehâ ve lü’m ve murâd ettiğimiz şeyi açıkça anlatmak bize vâcib oldu. Şimdi biz deriz ki, muhakkak “sehâ” “ihtiyâc ânında ne eksik ve ne fazla bir şeyin verilmesi”dir. Ve “lü’m” “ihtiyâc olmaksızın bir şeyin verilmesi”dir. Şimdi geçen ifrât etti ve kısan tefrît etti. Ve işlerin iki taraftan birine kastı zemmedilmiştir. Ve bunun hakkında ben derim:
“Zamanın akışı üzerine eskimiş olan bir mesel geçerlidir ki, ona akıl ile kulak vermek delîl olur. Şöyle ki: Bir şeyi istediğin zaman vasatlık üzere ol! Çünkü bir işin vasatının iki tarafı zemmedilmiştir.”
Şimdi Allah Teâlâ sana rahmet eylesin! Bu sınırlama indinde dur, bekle! Böyle olunca halîfenin zâhiri amel ve onun bâtını ilimdir. Ve zâhiri sınırı ve bâtını doğuş yeridir. Ve idâre altındakiler iki kısımdır: Köy ve şehirdir. Ve köy muhammedî tâbî olunan hakkında ayrılmış şehâdet âlemidir. Ve şehir iki kısım üzerinedir: Seçkinler ve avâmdır. Şimdi avâm insanda a’zâ ve organlar cinsinden bitişik şehâdet âlemidir. Ve o muhammedî tâbî olunanın gayrı hakkında köydür. Ve seçkinler iki kısımdır: Akıl âlemi ve nefs âlemidir. Nefs âlemi iki kısma ayrılmıştır: İtâatkâr ve âsîdir. İtâatkâra “ceberût âlemi” denilir. Ve âsî, bahsettiğimiz bu şehrin düşmanlarıdır. Ve akıl âlemi iki kısım üzerinedir: Perdeli ve perdesizdir. Şimdi vasıf sâhipleri perdelilerdir; ve onlar melekût âlemidir. Makām sâhipleri Allah Teâlâ’nın “Ve mâ minnâ illâ lehu makâmun ma’lûm” (Saffât, 37/164) ya’nî “Bizden her birinin ancak bilinen makâmı vardır” buyurduğudur. Ve perdesiz olanlar ashâb-ı selbdir ki, onlar Allah Teâlâ’nın gelinleri olup O’nun gayb hazînelerinde, O’nun indinde gizlenmişlerdir. Onların üzerine kıskanmaktan dolayı onları örtmüştür, tâ ki O’nun dışında kimse onları bilmez. Çünkü onlar ancak O’nu bilirler. Ve onlar bir makāmdadır ki, tahkîk ehli ona “küllî muhakkak üçüncü fenâ” derler.Ve onlar bu şehrin seçkinleridir. İşte bu kısımlar hakkında nazar et, inşâallah reşîd olursun!
Ya‘nî meliklerin kısımlarını beyân ettikten sonra bu Tedbîrât-ı İlâhiyye kitabına konulan bu âlem hakkında, bu bahiste “sehâ” ve “lü’m” ile ne gibi halleri kastettiğimizi açıklamak ve îzâh etmek bize vâcib oldu. Biz deriz ki,
“Sehâ”; “bir şeye ihtiyâç duyulduğu zaman o şeyin ne fazla ve ne de noksan olarak verilmesi”dir.
Ve “lü’m” “kendisine ihtiyâç olmadığı halde bir şeyin verilmesi”dir. Bunlar sûreti ve ma’nâyı içine alır.
Sûrete örnek: Bir ziyâfette misâfirlerin doyabileceği kadar yemek hazır edilmesi “sehâ”dır. Ve misâfirlerin ihtiyâcından daha fazla yemek hazırlanarak isrâf edilmesi; veyâhut onların aç kalmalarına sebep olacak kadar az yemek tedârik edilmesi “lü’m”dür.
Ma’nâya örnek:Henüz elifbâ öğretilen bir çocuğa harfleri onun anlayabileceği ta‘bîrler ile anlatmak “sehâ”dır. Fakat harflerin şekillerini öğretirken harflerden kelime oluşturmanın öğretilmeye kalkışılması; veyâhut harflerin şekillerinin kısa kesilmesi “lü’m”dür.
Bundan dolayı bir şeyin verilmesinde ihtiyâc derecesini geçen ifrât ve ihtiyâc miktârını azaltan tefrît etti. Ve her bir işin biri ifrât ve diğeri tefrît olmak üzere iki tarafı vardır. Bu iki taraftan birine kastetmek ve yönelmek zemmedilmiştir. Ve bunun hakkında ben nazmen şöyle derim:
Zamanın geçmesiyle eskimiş olan bir darb-ı mesel hâlen dahi geçerlidir ki, o darb-ı meseli kulak işitir ve akıl sıhhatine hükmeder. O da budur ki: Bir şeyi istediğin zaman vasatlık üzere ol, o işin ortasını seç! Nitekim “İşlerin hayırlısı vasat olandadır” buyrulmuştur. Çünkü bir şeyin ortasının iki tarafı zemm edilmiştir. Çünkü bir tarafı “ifrât” ve diğer tarafı “tefrît”tir.
Şimdi Allah Teâlâ senin anlayışına rahmeti ile tecellî buyursun. Yukarıda anlatıldığı üzere meliklerin dört sınıfla sınırlandırılması indinde dur! Başka bir sınıflandırma da var mıdır, yok mudur? diye fikrini yorma! Bu sınırlama tahakkuk edince anlaşılır ki, halîfenin zâhiri amel ve bâtını da ilimdir. Ve diğer ta’bîrle, zâhiri sınırı ve bâtını doğuş yeridir. Çünkü amel ilmin netîcesidir. Ve ilim amele sebeptir. Bundan dolayı amelin sebebi olan ilim bâtında doğmadıkça sınır olan cisimde amel ortaya çıkmaz.
Ve idâre altında olanlar iki kısımdır: Birisi “köy,” diğeri “şehir”dir. Ve köy muhammedî tâbî olunan hakkında ayrılmış şehâdet âlemidir “Muhammedî tâbî olunan”dan kasıt her bir zamanda mevcûd ve varlıkta tasarruf edici olan “kutb-i a‘zam”dır. Bütün mahlûklara ilâhî feyz onun vâsıtasıyla dağıtılır. Nitekim bu kitâbın baş taraflarında şerh ve îzâh edildi. Bundan dolayı bütün mahlûklar onun köy ehlidir. Ve onlar “ayrılmış şehâdet âlemi”dir. Çünkü sûret âleminde onların izâfî vücûdlarıyla kutb-i a’zamın izafî vücûdu birdîğerinden ayrıdır. Ve o zât muhammedî kemâlâtın vârisi olduğu için hepsinin tâbî olduğudur.
Ve şehir de iki kısmıdır: Birisi seçkinler, diğeri avâmdır. Avâm insânî vücûdda a‘zâ ve organ cinsinden “bitişik şehâdet âlemi”dir. Ya‘nî insandaki a‘zâ ve organlar kendi izâfî vücûduna bitişik olup onun hissî bakışından gâib değildir, dâimâ hâzırdır. Ve bu avâm muhammedî tâbî olunanın gayrı olan insân ferdleri hakkında köydür. Ya’nî muhammedî tâbî olunan olan kutub hakkında diğer insan ferdleri ayrılmış şehâdet âleminden olarak, nasıl ki köy ise, a‘zâ ve organlar da bitişik şehâdet âleminden olarak, diğer insân ferdleri için öylece köydür. Çünkü kutb-i a’zamın köylerine, nasıl ki kendi feyzi ulaşırsa, muhammedî tâbî olunanın gayrı olan insân ferdlerinde de kendi a’zâ ve organlarına öylece feyz iner. Ve onların muhammedî tâbî olunanın gayrı olması muhammedî kemâlâta mazhar olamayışlarından dolayıdır.
Ve seçkinler de iki kısımdır: Akıl âlemi ve nefs âlemidir. Çünkü gerek âlemde ve gerek âdemde bu iki âlem sâbittir. Nefs âlemi de iki kısma ayrılmıştır. Biri itâatkâr ve diğeri âsîdir. Ve nefs âleminin itâatkâr olan kısmına “ceberût âlemi” ismi verilir. Çünkü akıllar ve soyut nefsler mutlak vücûdun yedi küllî mertebesinden dördüncü hazrettir, ki ona “ceberût âlemi” denilir. Ve bu mertebede meleklerin nefsleri sâbittir ki, onlar itâatkârdırlar. Ve onlar hakkında Hak Teâlâ “lâ ya’sûnallâhe mâ emerehüm” (Tahrîm, 66/6) ya’nî “Onlar emrolundukları şeyde isyân etmezler” buyurur. Ve nefs âleminin âsî olan kısmı, yukarıda bahsettiğimiz bu medînenin ya’nî şehrin düşmanlarıdır. Onlar hevâ emîri ve onun yardımcısı olan şehvet ve onların tâbîleri olan kuvvetlerdir. Ve akıl âlemi akıl de iki kısım üzerinedir: Birisi perdeli olan kısımdır ki, onlar “vasıf sâhipleri” olup melekût âlemindendir.
Bilinsin ki, Mir’ât-ı Hakayık’da geçmektedir ki: “Âlem ya mülk âlemi veyâ melekût âlemidir. Bu ikiden hâriç değildir.” “Mülk âlemi”ne “zâhir âlem” ve “şehâdet âlemi” de derler. Ve “melekût âlemi”ne “bâtın âlem” ve “gayb âlemi” de derler. Bu iki âlemin her birinde dokuz en büyük âyet karar kılmıştır. Birisi “nefs-i küll”ün melekûtudur, ya’nî bâtınıdır. Ve dördü yakınlaşmış melek olan Cebrâîl ve Mîkâîl ve İsrâfil ve Azrâîl (aleyhimü’s-selâm)dır, ki dört unsurun bâtınıdır. Ve biri insanın bâtınıdır. Ve üçü mevâlîd-i selâseden (üç doğurganlar ya’nî mâden, bitki ve hayvanın) her birinin bâtınıdır.”
Ve bunların cümlesi “vasıf sâhipleri”dir. Şu halde “ceberût âlemi” “melekût âlemi”nin mertebelerinden bir mertebe olur. Ve bunlar makām sâhiplerinden olup bilinen makāmlarını geçemezler, ya’nî ilerideki makāmlardan perdelidirler. Nitekim Hak Teâlâ onlardan naklen “Ve mâ minnâ illâ lehu makâmun ma’lûm” (Saffât, 37/164) ya’nî “Bizden her birinin bilinen makāmı vardır.”
Ve akıl âleminin ikinci kısmı olup perdesiz olanlar “ashâb-ı selb”dir ki, onlar Allah Teâlâ’nın gelinleri olup, O’nun gayb hazînelerinde, O’nun indinde gizlenmişlerdir. Bir dâmâd kendi gelinini, kıskanmaktan dolayı, yabancılardan nasıl gizlerse, Hak Teâlâ da kendi gelinleri mesâbesinde bulunan “ashâb-ı selb”i, kıskanmaktan dolayı, öylece örtmüştür. Onları Hak Teâlâ’dan başka hiç bir kimse bilemez. Sebebi budur ki, bu “ashâb-ı selb” Hakk’ın dışındakileri unutmuşlardır, onlar ancak Hak Teâlâ’yı bilirler. Ve bu ashâb-ı selb bir makāmdadır ki, tahkîk ehli o makāma “küllî muhakkak üçüncü fenâ” derler. Ve onlar bu şehrin, ya‘nî şehâdet âleminin seçkinleridirler.
Ve şehâdet âleminden olan insânî mülkte melekût âleminin dokuz en büyük âyetinin benzeri beş duyudur ki, beş zâhir a’zânın bâtınıdır. Ve dördü de düşünce kuvveti ve hâfıza ve vehim veren ve hayâl veren kuvvettir. Şimdi bu anlatılan kısımlar hakkında akıl gözüyle bak, inşâallah doğruluk yolunu idrâk edip reşîd olursun!