Bir işi hemen yerine getirmekten sakın, tâ ki onun hakkında yardımcın olan akılla istişâre et!

TENBÎH

Şerefli rûhânî zâtının üzerine koruyucu ol! Ve onun kıymetine ve ne için vücûda getirildiğine ve ondan amacın ne olduğuna ârif ol! Ve mümkün olduğu kadar, ayakta ve otururken ve harekette ve sükûnda ve bütün fiillerinden bunun gibilerinde, onu ancak ilâhî ulvî işte tasarruf eyle! Şimdi tahakkuk edici ol! Hızır “ve mâ fealtuhu an emrî” (Kehf, 18/82) ya’nî “Ben onu kendi emrimden işlemedim” dedi. “Yıldızlara bir bakış baktı da ben hastayım dedi” (Saffât, 37/88-89) “Ve mâ yentiku anil hevâ” (Necm, 53/3) ya‘nî “Hevâdan söz söylemez.” Ve mülkünde bir işi hemen yerine getirmekten sakın, tâ ki onun hakkında yardımcınla istişâre et! Çünkü senin onunla istişâre etmen onun kalbinde senin dostluğunu tesbît eder. Ve dostluk şefkati verir; ve şefkat nasihatı verir; ve nasihat adâleti verir. Ve memleketin devamlılığı adâlet iledir. İşte imâmın sıfatlarının ve hallerinin böyle olmak lâzımdır; yoksa helâk olur ve helâk eyler.

Ey Hakk’ın halîfesi olan rûh! Şerefli ve rûhânî olan zâtını nefsânî te’sîrlerden koru ve zâtının kıymetini bil! Çünkü onu halîfe kılan Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri onu kendi cemâlini müşâhede için vücûda getirmiştir. Ve onun kesâfet âlemine bağlantısı ve cisme olan ve bir esâsa dayanmayan irtibâtı, vücûd mertebelerinin hepsinde ilâhî işlerin açığa çıkması ve bâriz olması içindir. Bundan dolayı onun vücûda getirilmesinden olan ilâhî murâd celâ ve isticlâdır ve “celâ” mutlak vücûdun bütün ilâhi ve varlıksal işlerde ezelen ve ebeden zuhûrudur. Ve “isticlâ” da mutlak vücûdun kendisini, bu işler dolayısıyla müşâhede edişidir.

Böyle olunca mümkün olduğu kadar, ayakta ve otururken ve harekette ve sükûnda ve bütün fiillerinden buna benzeyen şeylerde, zâtını ancak ulvî ilâhî işte tasarruf et! Yoksa süflî ilâhî işte tasarruf etme! Ve süflî ilâhî iş nefsânî iştir. Bundan dolayı nefsânî hükümler ile değil, rûhânî hükümler ile tahakkuk edici ol! Çünkü şerefli zâtın, hevâ emîrine kapılmış olan nikâhlı eşin olan nefse meyletmekten ve onun rengine boyanmaktan kaçınınca, aslî sâflığı ve temizliği sebebiyle ulvî ilâhî işi, ya’nî ulvî olan rûhânî hükümleri, kabûl eder.

Nitekim Kehf sûresinde hikâye buyrulan Mûsâ ve Hızır (aleyhime’s-selâm) kıssasında cenâb-ı Hızır yaptığı işleri, süflî nefsânî işten yapmadığını beyânen “ve mâ fealtuhu an emrî” ya’nî “Ben onu kendi emrimden işlemedim” (Kehf, 18/82) buyurmuştur. Ve aynı şekilde İbrâhîm (as)’in “Yıldızlara bir bakış bakıp da ben hastayım dedi”ği (Saffât, 37/88-89) Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılmaktadır. O hazretin bu sözü ise “Ve mâ yentiku anil hevâ” ya’nî “Hevâdan söz söylemez” (Necm, 53/3) âyet-i kerîmesi gereğince, hevâ emîrinin nefse aktardığı bir şey olmayıp “in huve illâ vahyun yûhâ” ya’nî “Ona sâdece vahyolunan vahiydir” (Necm, 53/4) âyet-i kerîmesi kriterine göre, nebîlere (aleyhimü’s-selâm) hâs olan ulvî ilâhî işten bir tasarruf idi.

Şimdi ey halîfe, mülkün olan cisimde bir işi yapacağın zaman, yardımcın olan akıl ile istişâre et! Onunla istişâre etmezden önce işi yapmaktan sakın! Çünkü senin akıl ile istişârede bulunman onun kalbinde sana karşı onun dostluğunu tesbît eder; ve dostluğun sâbitliğinden şefkat oluşur; ve şefkat nasîhati gerektirir; ve nasîhat adâlete sebep olur; ve mülkün devamlılığı adâlet iledir. Çünkü işlerin idâresinde vasatın üstünde aşırıya kaçmak ve vasatın altında kalmak intizâmı bozar. Ve idârenin intizâmı ancak işlerde i‘tidâl ile gerçekleşir.

İşte cisim mülkünde halîfe olan rûhun idâresi bu şekilde olduğu gibi, zâhir hükûmette kulların işlerini çevirmeye me’mûr olan imâmın sıfatları ve hallerinin de aynen böyle olması lâzımdır. Aksi halde o imâm helâk olur, ya‘nî imâmlık makâmı hükümsüz olur. Ve imâmlık makâmında kaldıkça mülkünü harâb ve idâresi altındakileri helâk eder. Adâletten ayrılan hükûmet reîslerinin gerek kendilerinin ve gerek teb’alarının maddî ve ma’nevî helaklarının eski tarihlerde yüzlerce örneği vardır.