Sakın sakın, emrin zâhirî yönünden Hakk’ın isteğinin dışında bir şeye irâdenin bağlanmamasına çalış!

Sakın sakın, emrin zâhirî yönünden mahbûbun ve matlûbun olan Hakk’ın isteğinin dışında bir şeye irâdenin bağlanmamasına çalış! Ve bâtının irâdesi, ilme sebep olan isteğin gerçekleşmesinden sonradır ki, bu gerçekleşen ilimde bunun üzerine öne geçmeseydi ve ona irâde bağlanmasaydı, bu vasıf ve esâsın dışında bir şey üzerine onun gerçekleşmesinde kendi nefsinde onun değişmesi câiz olmakla berâber, bu vasıf üzerine olmaz idi. Şimdi ne zamanki bu karar kıldı, biz dünyânın talebini ve ondan yüz çevirmeyi ve ondan olan kuvveti zarurî kılan rızık talebi cinsinden daha önce bahsedilen şey hakkında, senin âleminden ve vâlîlerinden anlamayan kimseye bir örnek verelim. Ve Hak Teâlâ “ve lillâhil meselul â’lâ, ve huvel azîzul hakîm” ya’nî “Allah Teâlâ için yüce mesel vardır ve O Azîz’ül Hakîm’dir”(Nahl, 16/ 60) buyurur. Şöyleki bir adam yüzünü güneşe çevirir, onun gölgesi arkasına düşer. Güneş tarafına yürüyünce gölgesi ona tâbi’ olur ve ona erişmez ve ona nâil olmaz. Ve tam dik olduğunda, ya’nî güneş tam dik olduğunda, feleğin kubbesi onun başı üzerindedir. Bir sır vardır ki, açılmaz ve yazılmak sûretiyle bırakılmaz. Ve o Hak Teâlâ’nın “Sümme kabadnâhu ileynâ kabdan yesîrâ” ya’nî “Sonra da onu yavaş yavaş kısaltarak, Kendimize çektik” (Furkân, 25/46) sözünde mevcûddur. Daha sonra misâle dönüp deriz ki: Ondan sonra bu adam, eğer yüzünü gölgesine çevirip güneşe arkasını döner ve gölgesine yetişmek için yürürse o kimse gölgeye yetişemez. Ve güneşten olan hazzını da yitirir. Ve onlar şunlardır ki, Allah Teâlâ (celle zikruhû) haklarında: “erci’û verâeküm fel temisû nûrâ” (Hadîd, 57/13) ya’nî “Arkanıza dönünüz de bir nûr arayınız!” buyurdu. Ve o kimse gölgeden ancak iki ayakları altında olan şeye ulaştı. Ve o da onun güneşe arkasını döndüğünde kendisi için oluşur. Şimdi muhakkak bu adam ve güneş, Hakk’ın vücûdu ve dünyâ gölgesidir. Ve iki ayağının altında olan şey de, varlığı zarûrî olan yaşam gıdâsıdır. Ey kerîm efendi! Dünyâ ancak senin için halk edildi; ve Hak Sübhânehû seni onun için halk etti ve onun için vücûda getirdi. Ve eşyâyı senin için vücûda getirdi. Tevrât’ta indirdi ki: “Ey Âdemoğlu, eşyâyı senin için halk ettim; ve seni de kendim için halk ettim. Şimdi kendim için halk ettiğim şeyi, senin için halk ettiğim şeyde rezîl etme!” Ve Hak Teâlâ Kur’ân-ı azîminde buyurur: “Ve mâ halaktül cinne vel inse illâ li ya’budûn” (Zâriyât, 51/56) ya’nî “Cinleri ve insanları ibâdet etmeleri için halk ettim.” Benim onlardan istediğim şey rızık cinsindendir. Ve yine Hak Teâlâ buyurur: “Ve onun rahmetindendir ki geceyi sükûn ve râhat; ve gündüzü fazlından kazanç ve ticâret talebiniz için halk etti” (Kasas, 28/72). Ve yine Hak Teâlâ buyurur: “O Allah Teâlâ sizin için, sizin binmeniz ve onlardan yemeniz için en’âmı; ve binmeniz için zînet olarak atları ve katırları ve hımârları halk etti” (Mü’min, 40/79). Ve bunun benzeri sayılamayan şeylerden Kur’ân’da çoktur.

Ya‘nî ey kerîm efendi olan rûh! Emrin zâhiri yönünden, ya’nî şerîat olarak Nebî (as)’ın teblîğ buyurduğu teklîfî emir yönünden, mahbûbun ve matlûbun olan Hakk’ın isteği ne ise, senin de irâden, memleketin olan insânî cisimde o isteğe bağlansın! Sakın ve Allah’dan kork! Ve irâdenin Hakk’ın isteği olan teklîfî emrin ve şerîatın dışında bir şeye bağlanmamasına çalış.

Ve bâtının irâdesi, ya’nî Hakk’ın irâdî emri, Hakk’ın ilmine sebep olan isteğin, ya’nî kulun sâbit ayn’ının, ilâhî ilimde bilinmiş olan sûretinin sâbitliğinden sonradır. Bu olan, ya’nî kulun sâbit ayn’ı, ezelde ilâhî ilimde sâbitlik bulan hâl üzerine öne geçmeseydi ve o hâl üzerine ilâhî irâde bağlanmasaydı, bu sâbitlik bulan vasfın ve hâlin dışında bir şey üzerine o isteğin gerçekleşmesinde, işin aslında o isteğin değişmesi câiz olmakla berâber, zâhir âlemde bu vasıf üzerine olmaz idi.

Bilinsin ki, ilâhî ilimde her bir mevcûdun bir hakîkati ve bir sâbit ayn’ı vardır. Bu ayn’lar ilâhî isimlerin ilmî sûretleridir. Bunların ilâhî ilimde sâbitliği Hakk’ın mutlak vücûdunun kendi zâtında, kendi zâtına, kendi zâtıyla tecellîsi neticesinde olur. Ve bu tecellî netîcesinde ilâhî ilimde peydâ olan ayn’lar, hangi ismin sûreti olarak sâbit olmuş iseler, rûhlar ve misâl ve şehâdet mertebelerinde de onların o sûretle zuhûr etmelerine ilâhî irâde bağlanır. Çünkü Hakk’ın kudreti Hakk’ın irâdesine ve Hakk’ın irâdesi de Hakk’ın ilmine ve Hakk’ın ilmi de Hakk’ın bilinenlerine tâbi’dir. Şimdi bir sâbit ayn ne vasıf ve esas ile Hakk’ın bilineni olmuş ise, onun şehâdet mertebesinde de, o sûretle açığa çıkması için Hakk’ın irâdesinin bağlanmasına “irâdî emir” derler. Bu irâdî emir ilâhî kazâdır. Ve ilâhî kazâ da, ya mübrem ya’nî kaçınılmaz veyâ muallak olur. Mübrem ya’nî kaçınılmaz kazânın değişmesi mümkün değildir; fakat muallak kazânın değişmesi câizdir. Şimdi ilâhî kazâ, kaçınılmaz olsun muallak olsun, mâdemki eseri şehâdet âleminde kul üzerinde ortaya çıkmıştır, işte bu zuhûra bakıp deriz ki, bu kulun sâbit ayn’ı, ilâhî ilimde bu vasıf ile sâbit olmuş ve ilâhî irâde de bu vasıf üzerine bağlanmıştır. Bu bahsin ayrıntıları Fusûsu’l- Hikem’de Üzeyr ile Ya’kûb Fassı’ndadır. Ve kulun bütün halleri içinde maddî ve ma’nevî rızkı da dâhildir.

Ne zamanki bu îzâhlar karar kıldı, şimdi biz dünyâ talebini ve ondan yüz çevirmeyi ve dünyâdan olan kuvvet ve ihtiyâçları zarûrî ve lâzım kılan rızık talebi cinsinden evvelce anlatılan şey hakkında, senin memleket reîslerinden anlamayan kimselere bir misâl getirelim. Ya‘nî insânın madde beden vücûdunun hayâtının devâmı rızka muhtâç olduğu için ve rızık dünyâ cinsinden bulunduğu için, insan dünyâyı hâsıl etmeye meyleder. İşte biz yukarıda bu meylin meşrû olan çerçevesini ve o meşrû olan çerçevenin dışında kalan hallerden yüz çevirmeyi ve dünyâyı talepte kısa kesmeyi îzâh etmiş idik. Şimdi de bu rızık talebi hakkındaki îzâhların daha iyi anlaşılması için bir misâl getirelim. Çünkü Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’inde “ve lillâhil meselul â’lâ” ya’nî “Allah Teâlâ için yüce mesel vardır” (Nahl, 16/ 60) buyurur. Bu âyet-i kerîme baş tarafıyla berâber şöyledir: “Lillezîne lâ yu’minûne bil âhıreti meselüs sev’i, ve lillâhil meselül â’lâ, ve huvel azîzül hakîm” ya‘nî “Âhirete îmân etmeyen kimse için fenâ mesel vardır. Ve Allah Teâlâ için yüce mesel vardır; ve O azîz ve hakîmdir.” Ya‘nî işlerin âkıbetini idrâk edip îmân etmeyen kimselerin halleri fenâ misâller ile izâh edilir. Ve Allah Teâlâ’nın koyduğu hakîkat hükümleri ise yüce misâller ile anlayışlara yaklaştırılır. Ve Hak Teâlâ işlerini yerli yerine koyan Azîz’dir. İşte Hz. Şeyh-i Ekber (ra) bu âyet-i kerîmeyi fenâ misâl ile yüce misâli toplamış olarak aşağıda açıklar ve tefsîr buyururlar:

Şöyle ki bir adam güneşe yüzünü çevirdiği vakit gölgesi arkasına düşer. Güneş tarafına yürüdükçe gölgesi kendisine uyarak hareket eder. Bu gölge aslâ kendisine ulaşmaz. Bu hâl takdîr edilmiş rızkın nerede olursa olsun kendisiyle berâber bulunduğunu idrâk etmeyen ve boş yere koşup yorulan kimse için fenâ bir misâldir. Ne zamanki güneş tam ortada, feleğin kubbesinde onun başı üzerinde bulunur, gölgesi uzamayıp ayağının altında kalır. Şimdi güneş Hakk’ın vücûdu ve gölge kulun vücûdu; ve güneşin tam tepede bulunması Hakk’ın zâtî tecellîsi olunca, bu tecellî indinde kulun gölge hükmünde olan vücûdu fânî ve Hak bâkî kalır. Ve Hak kulun gölge hükmünde olan vücûdunu kendi tarafına çekmiş olur. Hz. Şeyh buyururlar ki:

Burada bir sır vardır ki, konuşarak açılamaz; ve yazılmak sûretiyle de bırakılmaz. Çünkü zâtî tecellî hâlindeki fenâ bizzât hakîkatini yaşamaya âit bir mes’eledir. Bizzât hakîkatinin yaşanmasına âit olan bir hâli sözlerle ve yazmakla ile ifâde etmek mnümkün değildir. Örneğin cinsel gücü olmayan bir kimseye cinsel ilişkiyi söylemek ve yazmak ile anlatmak mümkün değildir. Ve bu zevkî ya’nî bizzât hakîkatinin yaşanması sırrı Hak Teâlâ’nın: “Sümme kabadnâhu ileynâ kabdan yesîrâ” (Furkân, 25/46) sözünde mevcûddur. Bu âyet-i kerîme öncesiyle berâber şöyledir:“E lem tere ilâ rabbike keyfe meddez zılle, ve lev şâe le cealehu sâkinen, sümme cealneş şemse aleyhi delîlâ /Sümme kabadnâhu ileynâ kabdan yesîrâ (Furkân, 25/45-46) ya’nî “Rabb’ini görmez misin? Gölgeyi nasıl uzattı? Ve eğer dileseydi onu sâkin kılardı. Gölgeyi uzattıktan sonra o gölge üzerine güneşi delîl kıldık. Ondan sonra da onu kendi tarafımıza yavaş yavaş kısaltarak çektik.”

Bilinsin ki, bu şerhin muhtelif yerlerinde de îzâh edildiği üzere Hakk’ın mutlak vücûdunun kendi zâtına, kendi zâtında, zâtı ile tecellî buyurmasıyla ilâhî isimlerinin ve sıfatlarının sûretleri ilminde peydâ oldu. Bu sûretler isimlerin gölgeleridir. Daha sonra mertebe mertebe tenezzül ile bu ilmî sûretlerin gölgeleri şehâdet âleminde en zâhir olarak ortaya çıktı. Âlem sûretlerinden her bir sûret hangi ismin görünme yeri olmuş idiyse, o ismin hazînesinde gizli olan hâller ve hükümler bu dünyâ âleminde ondan zamanla açığa çıkar. Ve bu hükümler ve eserler her görünme yerinin kendi hakîkatinin gölgesidir. Ve bu gölgeler bu âlemde ilâhî işlerden başka şeyler değildir. Ve Hakk’ın vücûd güneşi bunlar üzerine delîldir. Ne zamanki tercihli ölüm veyâhut kaçınılmaz olan ölüm ile kulun vücûdu hükmen veyâ fiilen fânî olur, bu ilâhî işler kendi aslı tarafına yavaş yavaş kısaltılarak çekilir. İşte bu misâl, Hak Teâlâ için yüce bir misâldir.

Daha sonra cenâb-ı Şeyh (ra) misâle dönüp buyurur ki: Daha sonra bu adam yüzünü gölgesine ve arkasını da güneşe dönüp gölgesine yetişmek için yürüse tabi’ki gölgesine yetişemez. Çünkü ortada iki gibi görünen ancak bir vücûd vardır. Ulaşma ise iki vücûd arasında olur. Ve o kimse gölgesine doğru yürüyünce güneşe yönelmekten olan hazzını da yitirmiş olur. Ya‘nî dünyânın vücûdunu bağımsız zannedip güneş gibi zâhir ve âşikâr olan Hakk’ın vücûduna yönelişini terk ederek bu vücûdun gölgesinden ibâret olan dünyânın arkasından koşan adam iki yönden eli boş kalır: Birisi ebeden gölgeye yetişemez; diğeri de Hakk’a yönelişinden olan hazzını da yitirir. İşte bu gaflet hâli için fenâ bir misâldir.

Ve bunlar o kimselerdir ki, Hak Teâlâ onlar hakkında ““erci’û verâeküm fel temisû nûrâ” (Hadîd, 57/13) ya’nî “Salt nûr olan Hakk’ın vücûduna arkanızı çevirip gölge olan dünyâya yönelip eli boş kaldınız. Bu halden kurtulmak için yüzünüzü Hakk’a çevirip O’ndan bir nûr arayınız!” buyurur. Böyle bir kimse gölgeden ancak iki ayakları altında olan şeye ulaşmıştır. Ve gölgeden kendisinin yetişebildiği miktâr, ister güneşe dönsün, ister arkasını çevirsin, her hâl ve zamanda kendisi için zâten hâsıl olmuş bir şeydir. Ve bundan fazlasına yetişmesine imkân yoktur. Eğer yetişmek için koşarsa, zâten elde olanı elde etmek için koşmuş olur ki, bu da abestir. İşte bu yüce ve fenâ misâl içinde güneş Hakk’ın vücûdu ve bu adam dünyâ gölgesidir. Ve iki ayağının altında olan şey de hayâtın devâmı için varlığı zarûrî olan yaşam gıdâsı ve rızıktır. İşte ey zekî okuyucu, bu misâle göre kendi hâlinin hakikatini iyice düşün.

Ey kerîm efendi olan rûh! Dünyâ ancak senin için halk edildi. Çünkü sen ma’nâsın; senin zâhir olman için sûret lâzımdır. Dünyâ ise sûrettir. Ve sûret ma’nâsız olamayacağı için Hak Teâlâ hazretleri seni o sûret olan dünyâ için halk etti; ve o sûrete bağlantın için vücûda getirdi. Ve sen isimlere âit toplayıcılığa mazhar olduğun için eşyâyı sana hizmetkâr kılmak üzere vücûda getirdi. Nitekim yukarıda îzâh edilmiş idi. Bu ma’nâyı te’yîd edici olarak Hak Teâlâ Tevrât-ı şerîfte indirip buyurdu ki:

“Ey Âdemoğlu, eşyâyı senin için halk ettim; ve seni de kendim için halk ettim. Şimdi kendim için halk ettiğim şeyi, senin için halk ettiğim şeyde rezîl etme!”

Çünkü insan isimlere âit toplayıcılığa mazhar olduğu için ilâhî sûret üzerine mahlûktur. Ve bu mazhar oluşu dolayısıyla Hakk’ın cemâline bir aynadır. Bundan dolayı Hak Teâlâ kendi cemâlini insân-ı kâmil aynasında müşâhede eder. Böyle olunca onu kendi için halk etmiş olur. Ve onun çevresindeki bütün eşyâ onun vücûdunun devâmı için hizmetkârdır. İnsan bu isti‘dâd üzere mahlûk iken, kendi hizmetkârları olan eşyâya kapılır ve Hakk’a arkasını çevirirse, tıpkı bakanın karşısına konulan bir aynanın bu bakana arkasını çevirmesi gibi olur. Ve netîcede kendi varlığından amaçlanmış olan gâye yitirilir.

Ve Hak Teâlâ bu hakîkati “Ve mâ halaktül cinne vel inse illâ li ya’budûn” (Zâriyât, 51/56) ya‘ni “Ben cinleri ve insanları ancak ibâdet etmeleri için halk ettim” âyet-i kerîmesinde beyân buyurur. Ve ibâdet bilgiye bağlıdır. Çünkü bilinmeyen şeye ibâdet edilmez. Ve ilâhî bilginin anahtarı kişinin kendi nefsine olan bilgisidir. Ve kişinin kendi nefsine olan bilgisi, yukarıda anlatıldı. Ya‘nî bu âlemde kendisi, kendi hakîkatinin gölgesidir. Ve hakîkati olan sâbit ayn’ı ilâhî isimlerin gölgeleridir. Ve ilâhî isimler isimlendirildikleri Hakk’ın aynıdır. Şimdi kişiye kendi hakîkatinden, maddî olsun ma‘nevî olsun, zaman içinde inen şey, onun bu âlemdeki rızkı cinsindendir. Onun için cenâb-ı Şeyh (ra) “Benim bu beyânlardan kastettiğim şey rızık cinsindendir” buyurur. Ve bu rızık cinsinden olan şeyleri beyân eden Kur’ân âyetleri sayısızdır.