Önsöz -4-

Tenzih ederim o zât-ı ecell-i a‘lâyı ki, mukaddes ve tertemiz olan hazret-i insanın vücûduna bu sırları yerleştirdi. Şimdi ne acâîbdir ki, o onun şükrüyle kıyâmından gâfil oldu. Onu inkâr eden insan helâk olsun! Ve vücûdundan ibret almaktan yüz çeviren ve onu küçük gören kimsenin vay hâline! Ve zillet, onu zelîl ve küçük gören kimsenin olsun! Artık vaz geçsin de onu inkâr ettiği gibi ona şükretsin. Sâlih amele diğer kötü amel karıştıran kimselerden olsun. Bâkî âhiret yurdunda boyunları bükük olarak ümît etme ipinde dizilmiş bulunsun. Ve salât Seyyidimiz Muhammed üzerine ve onun Âl ve ashâbı üzerine ve tâbi’i ve muâvini üzerine olsun ki, onlar müşehher ma’sûmluk ilmiyle süslenmiş ve bezenmiş olan rabbânî ma’rifetler elbiselerine bürünmüşlerdir. O ilim meleğin Rabb’ine tesbîh eylediği ve zikrettiği şeydir. Ve inâyet ehli hazret tatlılıkları hakkında perhîz eyledi. (9)

Ya‘nî en güzel sûret üzere mahlûk olup kendisine yukarıda bahsedilen ilâhî sırlar konulmuş bulunan insanların içinde “sırlar taşı”na, ya’nî kalbe, imtihan asâsı ile, ya’ni bu beşerî taayyünün hükümlerine muhâlef ederek mücâhede asâsı ile, darb eden kimselerin nefsinde, o sırlar taşını yarmak sûretiyle bu sırları açığa çıkardı. Katı olan kalb “Sümme kaset kulûbüküm min ba’di zâlike fe hiye kel hicâreti ev eşeddu kasveten” ya’nî “Sonra, bunun arkasından kalpleriniz katılaştı, öyle ki taş gibi hattâ daha da katı oldu.” (Bakara, 2/74) âyet-i kerîmesinde “taş”a benzetilmiş olduğundan cenâb-ı Şeyh (ra) “sırlar taş”ı ile katı kalbi kasteder. Ve Hak yolundaki çalışma ve mücâhedeyi o taş üzerine asâ ile darb etmeye benzetir. Kendisinde su menba‘ı olan taşın yarılması hâlinde ondan nasıl su çıkarsa, kalpte bulunan sırlar suları da bu darb neticesinde öylece açığa çıkar. Katı kalbe “sırlar taş”ı buyrulması, onun mücâhede asâsı ile yarılması hâlinde, âfâktaki ya’nî dışarıdaki seçkin kıymetli taşlara karşılık, bir takım havâs ve sırların açılmasından dolayıdır. Nitekim bu kitâbın on yedinci bölümünde bu taşların seçkinleri beyan buyrulmuştur.

“Taşa te’sîr eden ağaca bak! Ve perdelerin arkasından darb edene bak!”

Ya‘nî âyet-i kerîmede bildiriliği üzere katılıkta taştan daha katı olan şu kalbe te’sîr eden ve ağaç gibi yumuşak olan mücâhede amellerine bak! Ve “Vallâhu halakaküm ve mâ ta’melûn” ya’nî “Ve sizi de, yaptığınız şeyleri de Allah hálk etti” (Saffât, 37/96) âyet-i kerîmesinde işâret buyrulduğu üzere kulun kesîf taayyün perdesi arkasından o mücâhede amelleri asâsını darb eden Hakk’ı müşâhede et! Ve “Bunu kendim yaptım; ve bu lütfa nâil olmak kendi çalışmam ile gerçekleşti” deme! “Ve mâ tevfîkî illâ billâh” ya’nî “benim başarım ancak Allah iledir” (Hûd, 11/88) de! Ve bunun ilâhî fazîlet ve rabbânî inâyet olduğunu yakînen bil!

Şimdi cenâb-ı Şeyh (ra) insân-ı kâmil olup gark olduğu ilâhî zâhir ve bâtın ni’metlere şükrü içinde barındırıcı olarak hakîkî Ni’met Verici’yi tesbîh ve tenzîh ederek buyururlar ki:

“Tenzîh ederim o zât-ı eceli ü a’lâyı ki, mukaddes ve tertemiz olan hazret-i insanın vücûduna bu sırları yerleştirdi.”

Yukarıda geçen bahislerden anlaşılacağı üzere insan nefsânî sıfatların kirlerinden pâk ve mukaddes olmadıkça onun vücûduna ilâhî sırlar verilmez. Çünkü bu sırlar ilâhî emânettir. Emânet ise emîn olanlara verilir. Hz. Şeyh ni’metlere şükür için kendi üzerlerine düşen olan tesbîh vazîfesini yerine getirdikten sonra gaflette olan insanın hâlini acâip bularak buyururlar ki:

“Ne acâiptir ki, o onun şükrüyle kıyâmdan gâfil oldu. Onu inkâr eden insan helâk olsun!”

Ya‘nî insanın emâneti taşıyıcılık ehliyetinin şükrüyle kâim olması lâzım gelirken bundan gaflet etmesi acâip bir şeydir.

Şükrün kemâli, insanın bütün a‘zâ ve organlarını Allah indinden onlara verilen vazîfeler dâiresinde kullanmasıdır. Ve vazîfeler şer’îat hükümlerinin sınırlarından ibârettir ki, faydası insanın kendi nefsine âittir. Onu aşıp geçen kimse nefsine zulmeder ve nefsini helâk eder. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “ve men yeteadde hudûdallâhi fe kad zaleme nefseh” ya’nî “Ve kim Allah’ın hudutlarını aşarsa, o taktirde kendi nefsine zulmetmiş olur” (Talâk, 65/1). Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) bu ni‘metin şükrünü yerine getirmeyen insanı azarlayarak âyet-i kerîmeden alıntı ile “Kutilel insânu mâ ekferah” ya’nî “İnsan kahroldu, o ne kadar çok nankör” (Abese, 80/17) buyururlar. Ya’nî rûhî kemâlâtını nefsânî noksanlık kirleri örten ve onu fiilen inkâr eden insan helâk olsun, demektir. Ve yine buyururlar ki:

“Vücûdundan ibret almaktan yüz çeviren ve onu küçük gören kimsenin vay haline! Ve zillet onu zelîl ve küçük gören kimsenin olsun!”

Ya‘nî “Allah Âdem’i sûreti üzere hálk etti” gereğince insan kendi vücûdunda olan hayat, ilim, sem‘, basar, irâde, kudret, kelâm ve tekvin sıfatlarından; ve her an zâhiren ve bâtınen vücûduna olan Hakk’ın aralıksız tecellîlerinden ibret almaktan yüz çevirir. Ve tecellîlere görünme yeri olan vücûdunu hakîr ve yok şey görürse böyle insana yazıklar olsun! Ve Hakk’ın, kulun zannına göre tecellî edici oluşu yönüyle, zillet kendi vücûdunu zelîl ve küçük zanneden ve böyle inanan kimseye mahsûstur, demek olur.

Hz. Şeyh-i Ekber’in bu îbâreleri bedduâ değil, belki azarlama yoluyla hakikati beyandan ibarettir. Çünkü nebîler ve onların vârisleri olan evliyâ Allâh’ın kullarına bedduâ etmezler. Onların bedduâ şeklindeki ifâdelerinin arkasında çok çok hayır vardır. Nitekim Nûh (as)’ın: “rabbi lâ tezer alel ardı minel kâfirîne deyyârâ” ya’nî “Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden dolaşan bir kimse bırakma” (Nûh, 71/26) suretindeki olan bedduâsının hayır duâdan başka bir şey olmadığını cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) Fusûsu’l Hikem‘de Nûh Fassı’nda îzâh buyururlar. Burada ayrıntılı olarak anlatılması uzundur. Cenab-ı Şeyh-i Ekber daha sonra nasihate başlayıp buyururlar ki:

“Artık vazgeçsin de, onu inkâr ettiği gibi ona şükretsin. Sâlih amele, diğer kötü amel karıştıran kimselerden olsun. Bâkî âhiret yurdunda boyunları bükük olarak ümît etme ipinde dizilmiş bulunsun.”

Ya‘nî insan artık bu gafletten ve gafletin verdiği bozuk zanlardan vazgeçsin de, a‘zâ ve organlarını nefsânî hükümlere mağlûp kılmak sûretiyle ilâhî ni’metleri fiilen inkâr ettiği gibi, o a‘zâ ve organlarını şerîat ölçüsüne tatbîk ederek kullanmak sûretiyle o ni’metlere fiilen şükretsin! Böyle yapan kimse “Ve âharûna’terefû bi zunûbihim haletû amelen sâlihan ve âhare seyyien, asâllâhu en yetûbe aleyhim” ya’nî “Ve diğerleri, günahlarını i’tirâf ettiler. Sâlih ameli, diğer kötü (amel)le karıştırdılar. Umulur ki; Allah, onların tövbelerini kabûl eder” (Tevbe, 9/102) âyet-i kerîmesi gereğince iyi amele diğer kötü amel karıştıran kimselerden olur.

Bâkî âhiret yurdunda “boyunları bükük olarak ümît etmek” ipinde dizilmiş bulunanlardan olur. “Boyunları bükük olarak ümît etme” ibâresiyle Hz. Şeyh (ra) iki âyet-i kerîmeye işâret buyururlar. “Asâllâhu en yetûbe aleyhim” ya’nî “Umulur ki; Allah, onların tövbelerini kabûl eder” (Tevbe, 9/102) ve diğeri “ve küllün etevhu dâhırîn” ya’nî “ve hepsi boyunları bükük olarak O’na geldiler” (Neml, 27/87) âyet-i kerîmesidir. Çünkü insan iyi ameline karşılık mükâfâtı ümît eder ve kötü ameline karşılık da azâplandırılmaktan korkar. Birisi hidâyete ve diğeri dalâlete bağlanır. Nitekim insanın ümît ve korkudan ibâret olan “iki ayak” arasında hareket ettiği yukarıda îzâh edilmiş idi.

Şimdi iyi ameline kötü amel karıştıran kimse, ilâhi huzûrda hor ve zelîl olarak kâimdir. “Asâllâhu en yetûbe aleyhim” ya’nî “Umulur ki; Allah, onların tövbelerini kabûl eder” (Tevbe, 9/102) âyet-i kerîmesi gereğince belki Hak Teâlâ hazretleri hakkımda kötü amelimin cezâsından vazgeçer, diye ümît içindedir. “Ve men ya’mel miskâle zerretin şerren yereh” ya’nî “Ve kim zerre kadar şerr işlerse onu görür” (Zelzele, 99/8) âyet-i kerîmesi gereğince de belki hakkımda cezâ ile hükmedilir, diye korkar. Ve böyle olan kimselerin hâli “ve küllün etevhu dâhırîn” ya’nî “ve hepsi boyunları bükük olarak O’na geldiler” (Neml, 27/87) âyet-i kerîmesine tamâmen uygundur. Zelîl bir şekilde boyunlarını büküp haklarındaki hükmü bekleyici olurlar. Bu hal bir mahkemenin lehde ve aleyhdeki hüküm ve karârını bekleyen suçluların hâline benzerdir. İşte Hz. Şeyh-i Ekber efendimiz bu ibâre ile bu hâle işâret buyururlar. Bu geçen ibâreler Hz. Şeyh’in Allâh’ın kulları hakkındaki hayır duâları ve yüksek temennîleri cümlesinden bulunduğundan ve duâların salavât-ı şerîfe ile tamamlanması kabûl sebebi olacağından daha sonra salât getirip buyururlar ki:

“Salât Seyyidimiz Muhammed üzerine ve onun Âl’i ve ashâbı üzerine ve tâbi‘i ve muâvini üzerine olsun ki, ismet-i müşehhere ilmi ile müzeyyen ve mutarraz olan maârif-i rabbâniyye libâslarına bürünmüşlerdir. O ilim meleğin Rabb’ine teşbih eylediği ve zikr ettiği şeydir.”

Avârifü’l- Maârif’te beyân buyrulduğu üzere: “Ma’rifet ya’nî ilâhî bilgi icmâl olarak bilineni ayrıntılanmış sûretlerde zorlanmadan açıkça bilmekten ibârettir.” Eğer ilim ve zekânın sürüklemesi ile uzun araştırmalar ve incelemeler neticesinde bilinirse ona “öğrenme” derler. Bundan dolayı ma’rifet ya’nî ilâhî bilgi söylenemeyen ve yazılamıyan vicdânî bir husûstur. Fakat ma’rifetin başı ilimdir. İlimsiz ma’rifet muhâl ve ma‘rifetsiz ilim vebâldir.

Şimdi rubûbiyyete ya’nî rabblığa ma‘rifet sâlikte vicdânî bir husûs olduğu için ledünnî ilimdir. Ve ledünnî ilimde ma’sûmluk vardır. Ona vehmin musallat oluşu yoktur. Fakat ledünnî olmayan ilim dâimâ vehmin musallat oluşu altında bulunduğundan muhafazalı ve ma‘sûm değildir. Çünkü binlerce felsefeci ilim yüzünden dalâlete düşmüştür. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “ve edallehullâhu alâ ilmin” ya’nî “ve Allah onu ilim üzere dalâlette bıraktı” (Câsiye, 45/23) buyrulur.

İşte bu önbilgiden anlaşıldığı üzere (Sav) Efendimize tâbi’ olanların rubûbiyyete ma’rifetleri, müşehher ma’sûmluk ilmi ile süslenmiş ve bezenmiş olur. Ve meleklerde tercîh olmayıp onlar me’mûr oldukları şeyde ma‘sûm olduklarından Hak tarafından kendilerine aktarılan ilim onların tesbîhi ve zikridir. Kendilerine ledünnî ilimler hîbe edilen kimselerin halleri de melâike-i kirâmın hallerine muâdil bulunduğundan, onların ilmi meleğin Rabb’ine tesbîh ettiği ve zikrettiği şey olmuş olur.

“Ve inâyet ehli hazret tatlılıklarından perhîz eyledi.”

“Hazret tatlılıkları”ndan kasıt dünyâ ve onun geçici mülküdür. Çünkü dünyâ mutlak vücûdun beşinci tenezzül mertebesi ve bütün mertebelerin en birarada toplanmışı olduğundan tatlılığı ve acılığı toplamıştır. Ve ni’metler içinde yaşama ve azâb ve kötü ve iyi karışıktır. Ve bu şehâdet mertebesinin ilâhî tertîbât ve donanımları gâyet güzel ve şirindir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Züyyine lin nâsi hubbuş şehevâti minen nisâi vel benîne vel kanâtîril mukantarati minez zehebi vel fıddati vel haylil musevvemeti vel en’âmi vel harsi, zâlike metâul hayâtid dünyâ” ya’nî “İnsanlara, “kadınlara, oğullara, kantar kantar biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, hayvanlara ve ekinlere olan sevgiden oluşan” şehvetleri (aşırı düşkünlükleri) güzel gösterildi. Bunlar, dünyâ hayâtının menfaatleridir” (Âl-i İmrân, 3/14). Ve Mesnevî-i Şerif’te Hz. Mevlânâ (ra) bu âyet-i kerîmeye işâreten buyururlar. Mesnevî:

Tercüme: “Hak Teâlâ “Züyyine lin nâsi…” âyet- i kerîmesinde beyân buyurduğu üzere âlem görünme yerlerini ve özellikle kadını güzellik ile bezemiştir. Hakk’ın bezediği şeyden nasıl kurtulabilirler? Hak Teâlâ hazretleri “ve ceale minhâ zevcehâ li yeskune ileyhâ” ya’nî “ve sükûn bulması için ondan onun eşini kıldı” (A’râf, 7/189) âyet-i kerîmesinde buyurduğu şekilde, Havvâ’yı Âdem’in sükûn bulması için hálk etmiş olduğundan, Âdem Havvâ’dan ne vakit ayrı olur? Âlem o kâinâtın efendisi (sav) Efendimiz hazretlerinin latîf kelâmından mest olurken, o Hazret, Âişe-i Sıddîka (r. anhâ) vâlidemize hitâben: “Kellimînî yâ Humeyrâ” ya‘nî “Ey rengi penbe ve beyaz olan, söyle de dinliyeyim!” buyururlar; ve onun dağıttığı şeker sözlerden zevk edici olurlar idi.”

Şimdi dünyâ ve onun geçici mülkü ilâhî bezeme ile bezenmekle berâber onun hakkında “e radîtüm bil hayâtid dünyâ minel âhireti, fe mâ metâul hayâtid dünyâ fîl âhireti illâ kalîl” ya’nî “Âhiretten (vazgeçip) dünyâ hayâtına mı râzı oldunuz? Dünyâ hayâtının metaı (malı, faydası), âhiretten daha azdır” (Tevbe, 9/38) buyrulmuş ve (Sav) Efendimiz de “Dünyâ uyuyan kimsenin rü’yâsı gibidir” buyurmuş olduğundan Nebiyy-i zî-şâna tâbi’ oluşlarının kemâlinden dolayı, inâyet ehli zümresine dâhil olan zâtlar “ezhebtüm tayyibâtiküm fî hayâtikümüd dünyâ” ya’nî “(Ey kâfirler) Siz dünyâ hayâtınızda güzel şeylerinizi tükettiniz” (Ahkâf, 46/20) âyet-i kerîmesine uygun olmak üzere şehâdet mertebesinin tatlılıklarından elini çekmek ve yüz çevirmek ve onun acılığına tahammül buyurmuşlardır.

Bundan sonra Allah Teâlâ senin sırrını hakîkatlere ulaştırmak ile tahakkuk ettirsin; ve seni kendisine sabah ve akşam secde edenlerden kılsın! Şimdi ben hacmi latîf, cüssesi çok büyük, faydası çok, ledünnî ilimden ve adnânî lâkablardan çıkarılmış olup kendisine şüphe ve tahmin dâhil olmayan İmâm-i Mübîn’de İnsan Memleketinin Islâhı Hakkında İlâhî Tedbîrler olarak isimlendirilen bu küçük kitâbı ortaya çıkardım. Ve o, hikmetlerin tedbîri ve ilâhî düzen üzere olup münkariz olmayan mülkün tedbîri hakkındaki tevhîdden bir Önsöz’ü ve bir Önbilgi’yi ve yirmi bir bölümü içinde bulundurmaktadır. Ve onun şanında beyânın işâretleri karışık olarak garîb geldi. Onu özel ve genel ve en aşağı çukurda olan ve kendisini saygı ve ikrâm kuşatmış olan kimse okuyabilir. Ve insanların her birisi meşreblerini bilir. Ve onda seçkinler için düşünülmüş işâretler ve avâm için açık bir yol vardır. Ve o, tasavvufun lübâbı ya’nî içi ve şeref ve lütuf hazretini, öğrenmenin sebilidir. Ulaşmış ve sâlik onunla hırslanır. Ve tâbi’ olan ve mâlik ondan hazzını alır. İnsânî hakîkati ve onun diğer hayvânât üzerine mevkiinin yüksekliğini beyân eder. Ve o insan ihâta edici âlem cinsinden bir kısaltmadır. Çünkü o, kesîf ve basîttan oluşmuştur. İmkânda onun menşeinin evvelinde ve başlangıçlarında ona verilmeyen bir şey yoktur. Nihâyet kemâl gâyesi üzere açığa çıktı. Ve Celâl ve Cemâl arasında berzahlarda zâhir oldu. Şimdi cömertlikte cimrilik ve kudrette de noksan yoktur. Bu delil ve burhân ile önde gelen akıl sâhibleri indinde sâbit oldu. Ve işte bunun için ba‘zı imâmlar, imkânda bu âlemden daha güzeli yoktur, dedi. Ve Allah Teâlâ bizi ma’sûmluk ile ve hikmetin latîfi île desteklesin! Çünkü O ni‘met feyz edici ve rahmeti herşeyi kuşatmıştır. (10)

Ya‘nî, ey okuyucu, buraya kadar bahsedilen rabbânî ma’rifetleri zekâ ve kavrayışınla anladıktan sonra Allah Teâlâ senin sırrını bunların hakikatlerine ulaştırmak ile seni bu ma’rifetler ile tahakkuk ettirsin! Ve seni sabah ve akşam secde edenlerden kılsın! Çünkü tahakkuk müşâhede makâmıdır. Ve işitmekle görmek arasında çok büyük bir fark vardır. Ve bu müşâhede, kendi nefsinde olan şeyi müşâhededir. Bundan dolayı hıbret ya’nî tecrübe etme ve zevkî ve vicdânî ilimdir. Mesnevi:

Tercüme: “Kıyâmet ol, kıyâmını gör! Her şeyi görmek için bu şarttır.”

Kulun “sabah ve akşam secde edenlerden” olması salât-ı dâim ya’nî dâim olan namaz içinde bulunmasıdır ki, “Ellezîne hüm alâ salâtihim dâimûn” ya’nî “O kimselerki işte onlar dâim namaz üzeredirler” (Meâric, 70/23) ve “Ve lillâhi yescüdu men fis semâvâti vel ardı tav’an ve kerhen ve zilâlühüm bil guduvvi vel âsâl” ya’nî “Yerdekiler ve göktekiler ve onların gölgeleri, sabah akşam, isteseler de istemeseler de Allah’a secde ederler” (Ra‘d, 13/15) âyet-i kerîmelerinde işâret buyrulmuştur. Ve salât-ı dâim odur ki, insan nefis kirlerinden soyutlanarak ve onun sıfatlarından uzaklaşarak müşâhede ehli olan ulaşmışlar sınıfına dâhil olduğunda, onun rûhu salât içindedir. Çünkü müşâhede rûhun salâtıdır. Onlar müşâhedelerinin devâmında nefisten ve sıfatlarından ve görüşlerinde olan mâsivânın hepsinden gâib olurlar.

Ve “sabah” rûh güneşinin doğmasıyla nefsânî sıfatlar karanlığının yok olmasıdır.

Ve “akşam” nefsânî sıfatların gereklerinin istilâsıyla rûh güneşinin örtülmesidir.

“Kâmillerin hâli tecellî ve örtünme arasıdır” dedikleri budur. Onlar da noksanlar gibi nefsânî sıfatların gerekleri olarak yiyip içerler ve uyurlar ve evlenirler. Fakat kâmiller ile noksanlar arasındaki fark yukarıda îzâh edilmiş ve Mesnevî-i Şerif’in beyitleri de konulmuştur.

Kâmiller bütün görünme yerlerinde Zâhir’i müşahede edip görünme yerlerini onun gölgesi bilirler. Bundan dolayı onlar sabah ve akşam isteyerek secde edenler sınıfına dâhildirler. Noksanlar ise bunun aksinedir. Onlar Zâhir’den gâfil olup görünme yerlerini müşâhede ederler; ve onları ayrı ve bağımsız vücûtlara sâhip zannederler ve vehmederler.Fakat “fe eynemâ tüvellû fe semme vechullâh” ya’nî “Artık ne tarafa yönelirseniz Allah’ın vechi oradadır” (Bakara, 2/115) âyet-i kerîmesi hükmünce nereye yönelirlerse yönelsinler, hakikatte yine Hakk’a yönelmiş olurlar. Ya’nî onların istekleri Hakk’ın mâsivâsına yönelmek olduğu halde, hakikatte isteklerinin tersine olarak Hakk’a yönelmiş olurlar.

İsteme ve istememenin esâsı ise ilim ile cehâletten başka bir şey değildir. İlim ile cehâletin bir çok mertebeleri vardır ki, burada ayrıntılı olarak anlatılması uzun olur.

Şimdi salât, Hakk’a yönelmektir. Kâmiller gerek rûhun doğuş vakti olan sabahda ve gerek onun nefsânî sıfatlar ile örtülmesi zamânı olan akşamda hep isteyerek Hakk’a yönelmiş oldukları için dâim salât içindedirler. Şeyh-i Ekber (ra) bu kitabın okuyucusuna bu şerefli mertebeye ulaşmak için duâ buyururlar.

Daha sonra cenâb-ı Şeyh buyururlar ki: Ben gayb tarafından hâricî vücûtta açığa çıkışı latîf ve ma’nevî cüssesi çok büyük ve faydası çok ve ledünnî ilimden, ya’nî Allah indinden hîbe olunan ilimden ve adnânî lâkablardan ya’nî ulaştığım makâmın gereği olan meşrebden, çıkarılmış olup kendisine şüphe ve tahmîn dâhil olmayan “İmâm-ı Mübîn”de, ya’nî ilmî ilâhî sûretler mertebesinde, İnsan Memleketinin Islâhı Hakkında İlâhî Tedbîrler ismi verilmiş olan ve görünüşte şekli küçük olan bu kitabı ortaya çıkardım.

Bilinsin ki, ilâhî isimlerin ve sıfatların sûretlerinin birdîğerinden ayrılmış olarak ortaya çıktığı ilk mertebeye “vâhidiyyet ya’nî birliksellik mertebesi” derler. Bunlar ilmî sûretlerdir. Âlemin kalbi mesabesinde bulunan Levh-i Mahfûz’a inen her bir sûret bu mertebeden gelir. Bu mertebede sâbit olan her bir sûrete “sâbit ayn” derler ki, varlık âleminde açığa çıkan sûret onun yansımasından ve gölgesinden ibarettir. Ve sâbit ayn gölgenin sâhibidir. İlmî ilâhî sûretlerde aslâ değişim olmadığı gibi sâbitlikleri de kat’îdir. Varlık âleminde açığa çıkan her bir şeyin hakikati ve sâbit ayn’ı bu âlemde mevcûttur. “Ve külle şey’in ahsaynâhu fî imâmin mubîn” ya’nî “Ve herşeyi İmâm-ı Mübîn’de saydık” (Yâsîn, 36/12) âyet-i kerîmesinde buna işâret edilir. Evliyâullâhın kâmillerinin bakışları sâbit ayn’lar âlemine olduğundan onların ilimi alışlarına şüphe ve tahmin dâhil olamaz.

Şimdi buna “Ümm’l-Kitab” da derler. Ve her sûret buradan levh-i mahfûza ve levh-i mahfuzdan misâl âlemine ve misâl âleminden de şehâdet âlemine iner.

Hz. Şeyh (ra) bu kitabı aynen Ümmü’l-Kitab’dan aldıklarını ve bundan dolayı içeriğine şüphe ve tahminin dâhil olmadığını beyân buyururlar.

“Ve o hikmetlerin tedbîri ve ilâhî düzen üzere olup münkariz olmayan mülkün tedbîri hakkındaki tevhîdden bir Önsöz’ü ve bir Temhîd’i ve yirmi bir bölümü içinde bulundurmaktadır. Ve onun şânında beyânın işâretleri karışık olarak garîb geldi; ilh…”

Ya‘nî bu kitap hakîmlerin sözleri ile Hak Teâlâ hazretlerinin beyân buyurduğu düzenden bahsedilmek sûretiyle yazıldı. Ve onun şânında ve hâlinde bir gariplik vardır. Ve o gariplik de bir takım hakîkatlerin ibârede işâret sûretiyle açığa çıkarılmasıdır. Bundan dolayı onda gizleme ve ifşâ karışıktır.

Bu kitabı, Zü’l-celâli ve’l-ikrâm hazretlerine yakın olan seçkinler okuduğu zaman onda bulunan zâhiri işâretleri anlar. Ve en aşağı çukurda, ya’nî bilgisi aşağının en aşağısında, olan sıradan kişiler okuduğu zaman, onda bulunan açık bir yolu görür. Sonuç olarak insanların her bir sınıfı meşreblerine göre bir ilim hâsıl ederler. Ve o tasavvufun lübâbı, ya‘nî içidir. Ve tasavvufun içi Allah Teâlâ hazretlerine sadâkat ile yönelmektir.

Ve bu kitap şeref ve lütuf hazretini, öğrenmenin sebilidir. Ya‘nî ilâhî isimlerin ve sıfatların görünme yerlerinde açığa çıkışının esaslarını ve geçerli hükümlerini ve isimlerin lütuflarını ve görünme yerlerinde açığa çıkanın kim olduğunu derin düşünme ve tefekkür yolu üzere bilmenin ve anlamanın yoludur ki, bu öğrenme sebebiyle gerek ulaşmış ve gerek sâlik olanlar ilâhî muhabbete hırsın kemâliyle girişirler.

Bu kitaptan mâlik, ya’ni hüküm sâhipleri, ve tâbi’ olan, ya‘nî hükme tâbi‘ olan kimseler, hazlarını alırlar. Ya‘nî mâlik ne için hükmettiğini ve tâbi’ olan ne için hükme tâbi‘ olduğunu bilir ve anlar.

Ve bu kitap insânî hakîkati ve insanın diğer hayvânât üzerine üstünlük sebebini açık bir şekilde bildirir. Ve insan ihâta edici âlem, ya‘nî melekût ve mülk âleminin tamâmı cinsinden bir kısaltma ve bir özettir; ve o tamâmın bir numunesidir. Çünkü o insan kesîf ve basîtten oluşmuştur. Ve kesîfi mülk âlemine ve basîtı melekût âlemine karşılıktır.

İmkânda, ya‘nî imkân dâhilinde olan ve izâfî varlıklar âleminde, onun menşeinin evvelinde ve başlangıçlarında, ya‘nî onun vücûda getirilmesinin başlangıcında, kendisine verilmeyen bir şey yoktur. Çünkü “Muhakkak Allah Âdem’i kendi sûreti üzere hálk etti” ve “Rahmân sûreti üzere hálk etti” gereğince Hak Teâlâ hazretleri Âdem’i bütün sıfatlarına ve isimlerine görünme yeri olmak isti‘dâdı ile hálk etti. Çünkü “Allah” ve “Rahmân” isimleri birer toplayıcı isimdir. Nitekim buyrulur: “Kulid’ullâhe evid’ur rahmân” ya’nî “De ki: “Allah diye çağırın veyâ Rahmân diye çağırın” (İsrâ, 17/110). Bundan dolayı Âdem, bütün ilâhî isimlerin ve sıfatların görünme yeri olan varlık âleminin özeti olduğundan onun toplayıcı olmadığı bir şey yoktur.

İşte insan bu sebeple sonuçta kemâl gâyesi üzere açığa çıktı. Ve Celâl ve Cemâl arasındaki berzahlarda zâhir oldu. Çünkü onun hakikati Hakk’n vechi ve mutlak zât olup aslâ helâk olucu değildir; bu yönü Cemâl’dir. Ve taayyünü ise Hakk’ın mâsivâsı denilen izâfi vücûd olup helâk olucudur; ve Hakk’ın vechinin örtüsüdür; bu yönü de Celâl’dir. Bundan dolayı insan Cemâl ve Celâl arasında berzahtır. Ve “berzah” iki cihete yüzü olan şeye derler. İnsan fertlerinden her bir ferd bu isti’dâd üzere mahlûktur. Fakat insân-ı kâmil bu hakîkati zevkan ya’nî bizzât yaşayıp idrâk ederek vücûdunda ârif olur. Ve noksan insân ise cehâleti ve gafleti sebebiyle kendi kıymetini bilemeyip vücûdunda gizli olan hazîneyi keşf edemez.

Şimdi bu kitabı tefekkürün kemâli ile okuyanların ilâhî feyizlere mazhar olmaları kuvvetle muhtemeldir. Çünkü cömertlikte cimrilik yoktur. Ve mutlak Cevâd (Çok Cömert) hazretleri dâima tecellîdedir. Ve onun açığa çıkan kudretinde aslâ âcizlik söz konusu olamaz. Kul tecellîyi kabûl etme isti‘dâdını gösterdikten sonra ilâhî feyizler dâimâ hâzırdır. Bu hakikat önde gelen akıl sâhipleri indinde delîl ve burhân ile sâbit bir şeydir. Bu konudaki delîl ve burhân varlık âleminde his ile görülen ilâhî tecellîlerdir ki, bu hakikat aşağıdaki beyitte îzâh buyrulmuştur:

Halkın isti’dâdına bağlıdır feyz eserleri

Nîsan ayından sadef inci, yılan kapar zehiri

Ve işte bunun için ba‘zı imâmlar, ya‘nî tahkîk ehlinin büyüklerinden ba‘zıları, imkân dâhilindekiler âleminde bu şehâdet hazreti mertebesinden daha güzeli yoktur, demişlerdir. Çünkü şehâdet âlemi gâyet eşsiz güzel düzendir; çünkü Rahmân görünme yeridir. Ve rahmânî tecellîde Celâl ve Cemâl; ve tatlılık ve acılık; ve gam ve sevinç; ve gülme ve ağlama vb… gibi zıtlar karışıktır. Bundan dolayı şehâdet âlemi en topludur; âhiret âlemi ise daha geniştir, daha toplu değildir. Çünkü cemâlî ve celâli mazharlar orada karışık olmayıp ayrılmıştır. Ve bu şehâdet âleminin taayyünü açığa çıkmalarına müsâit olmayan cemâlî ve celâlî görünme yerleri âhiret âleminde açığa çıkabilir. Nitekim buyrulur “ferîkun fîl cenneti ve ferîkun fîs saîr” ya’nî “Onların bir kısmı cennette ve bir kısmı alevli ateştedir” (Şûra, 42/7).

Mâdemki bu âlemde Celâl ve Cemâl karışıktır, böyle olunca Allah Teâlâ hazretleri bizi ma’sûmluk ile, ya‘nî cemâl himâyesi ile ve hikmetin latîfi ile desteklesin! Çünkü bu âlemde Hak sûretinde bâtıllar ve ilaç sûretinde zehirler vardır. Eğer ilâhî ma’sûmluk olmazsa, Hakk’a yöneleyim derken insan dalâlete düşer. İbâdet içinde dalâlete düşen bir çok ibâdet ediciler vardır. Ve aynı şekilde hikmetin maddiyyât âlemine isâbet eden kısımları vardır ki, evhâm ile karışmış olduğundan insanı dalâlete düşürür. Fakat Hak Teâlâ hazretlerinin “ve men yu’tel hikmete fe kad ûtiye hayran kesîrâ” ya’nî “ve kime hikmet verilmişse böylece ona çok çok hayır verilmiştir” (Bakara, 2/269) buyurduğu hikmet ilâhî vâridâtlardan olduğundan latîftir.

Şimdi bir kimse sadâkat ile Hakk’a yönelirse, ni’met feyz edici ve rahmeti herşeyi kuşatmış olan Hakk’ın maddî ve ma‘nevî ni’metleri ve feyizleri ve rahmeti o kimseye ulaşır.