Ey kerîm olan efendi şerîatın üzerine koruyucu ol!

Ey kerîm olan efendi şerîatın üzerine koruyucu ol! Ve mülkünü ona hizmetkâr kıl ve aksini yapma ki, senin üzerine aksi olur. Ve insanda bahsettiğimiz âlemlerin tabakaları üzerine, kendisinden Allah Teâlâ’nın sana hîbe ettiği doğmakta olan zâhir hükümlere ve bâtın sırlara bakmaktan bir an bile gâfil olma! Daha sonra emir, yardımcısına doğru ilerler. Bundan dolayı kâtibine ve memleketinde olan her bir vâlîye bakış bu hâl üzerine olur. Öfkeyi yenmeyi ve büyüğe saygıyı ve küçüğe rahmeti ve ihsânda bulunanın ihsânını takdîri ve fenâlığa gözü kapamayı ve küçük günahları ve istemeden işlenen kusurları görmemezlikten gelmeyi üzerine lâzım kıl! Ve bu da gözün bir ân fuzûlî olarak bakmasıyla veyâhut dilin fuzûlî olarak söylemesiyledir. Şimdi öfke, istiğfâr ile ve kendisinde olan şeyden vazgeçmekle yenilir. Senelerce gözlerini yummayan veyâhut zamanlarca istiğfârsız duran kimse gibi olma! Ve büyüğe saygıya gelince, bâtında yaş için hazz yoktur. Ve büyüklük ancak şeref ve mertebe iledir. Ve küçüklük dahi bu ölçü üzeredir. Ve ihsânda bulunanın ihsânının takdîr edilmesine gelince, göz ve kulak gibi senin vâlilerinden bir vâli sana ihsân eylediği vakit, bunun üzerine onun makāmından ona bir çok lütufta bulunmak senin için olsun. Ve ona onun hatırlatılması yakışmaz. Ey kerîm olan efendi, sana şunu da vasiyyet ederim ki, mülkünde bir işi hemen yerine getirme, tâ ki bu işin âkıbetine bak! Eğer âkıbeti hayır ise icrâ et ve değilse kes! İşlerinde, ya’nî tâatta acele etme; çünkü illetler çoktur. Muhakkak nefis kendisine muhalefet edilmesi gereken emirden bir emir için tâat ile emreder. Ve bu nefs erbâbı indinde kendisinde ibret olan geniş bir kapıdır.

“Ey kerîm olan efendi” hitâbı “rûh”adır. Çünkü rûh “halîfe” olup kendisini halîfe kılanın aynıdır. Bundan dolayı kerem sıfatını da taşıyıcıdır. Bu sebeple “kerîm” diye hitâb edildi. Ve halîfelik dolayısıyla vücûd mülkünün tasarruf edicisidir. Ve bütün kuvvetlerin reîsi olduğundan “Efendi” diye hitâb edildi. Varlık âleminin zâtî gereği ve isti’dâdının talebi olan ahmedî şerîatı muhâfaza et; ve mülkün olan insânî vücûdu onun muhâfazasında hizmetkâr kıl! Aksini yapma ki, senin üzerine aksi olur. Ya’nî şerîat hükümlerini muhâfaza etmekten sapma ve mülkün olan insânî vücûdu onun dışında bir hizmette kullanma! Eğer böyle aksini yaparsan, aslî makâmın ulvî âlem iken bu aslî makâma dönemeyip, o makamın aksi olan süflî derecelerde kalırsın. Çünkü nefis, vazîfesi şerîat hükümlerine muhalefetten ibâret olan hevâ emîrine tâbi’ olup da, sen de “Halîlem ya’nî nikâhlı hür eşimdir” diye nefis ile berâber olursan ilâhî yardımdan mahrûm olma çukuruna düşer ve hasret ve pişmanlık içinde kalırsın.

Ve bir an bile zâhir hükümlere ve bâtın sırlara riâyet husûsunda bakıştan gâfil olma ki, o zâhir hükümlerden ve bâtın sırlardan insanda bizim bahsettiğimiz âlemlerin tabakaları üzerinde, Allah Teâlâ’nın sana hîbe ettiği şeyler doğmaktadır. Ya‘nî insânda zâhir ve bâtın duyular vardır ki, bunlar hakkındaki ayrıntılar yukarıda beyân olundu. Ve bunlar halîfeye mahsûs bir takım pencereler ve kapılardır ki, zâhir duyulara bir takım zâhir hükümler ve bâtın duyulara da bâtın sırlar bağlanır. Ve bunların ikisinden de insanda mevcût olan âlemlerin tabakaları üzerinde Allah Teâlâ’nın sana hîbe ettiği şeyler, ya’nî isimlere âit verişler, doğar ve açığa çıkar. Bundan dolayı sen zâhir beş duyundan çıkan hükümlere ve bâtın beş duyuna ulaşan sırlara dikkat et! Bu isimlere âit verişler Hâdî ismi hazretinden mi, yoksa Mudill ismi hazretinden mi ulaşıyor? Böylece onların mâhiyyetlerine bakıştan gâfil olma!

Senin bu teftîşlerinden ve devamlı süren iç gözlemlerinden sonra, bu gözlemlerin yardımcın olan akla ilerler, ya‘nî ona işler ve geçer. Bundan dolayı kâtibine, ya‘nî hayâl kuvvetine ve memleketinde olan her bir vâlîye, ya’nî tasarruf edici kuvvetlerine, olan bakış ve dikkat bu hâl üzerine olur. Eğer çevrenin fiillerinden ve hareketlerinden sana hiddet istilâ ederse bu öfkeyi hazmetmeyi; ve büyüklere saygıyı; ve küçüklere merhameti; ve ihsân edici olan kimsenin ihsânını görüp takdîr etmeyi; ve gördüğün fenâlıklara karşı göz yummayı; ve halkın küçük günahlarından; ya‘nî yapmakta ısrar etmemek üzere onlardan çıkan kabahatlerden ve istemeden işlenen kusurları görmemezlikten gelmeyi üzerine vâcib kıl! Ve küçük günah ve istemeden işlenen kusurların îzâhı budur ki, göz bakılması câiz olmayan bir şeye fuzûlî olarak bakar; veyâhut dil söylenmesi uygun olmayan bir sözü fuzûlî olarak söyler. Şimdi öfkeyi hazmetmenin çâresi istiğfâr ve kendisinde hiddet olan şeyden vazgeçmektir. Sen senelerce gözünü yummayan veyâhut zamanlarca istiğfârsız duran kimseler gibi olma!

Ve büyüklere saygıya gelince, büyüklük her ne kadar zâhirde yaş itibarı ile olur ise de, bâtında yaş için haz yoktur; ya‘ni bâtında ve ma’nâda gençlik ve ihtiyarlık yoktur. Bâtında büyüklük ancak şeref ve mertebe iledir. Bâtındaki küçüklük dahi aynı şekilde bu ölçü üzeredir.

Ve ihsânda bulunanın ihsânını görüp takdîr etmeye gelince göz ve kulak gibi senin memleketinin vâlîlerinden bir vâlî sana ihsân ettiği, ya’nî şerîat hükümlerine uygun amel ettiği zaman, bu amel ve ihsân üzerine onların kendi makamlarından bu vâlîlere bir çok lütuflarda bulunmayı üzerine vâcib bil! Ve bu lütufların onlara hatırlatılması sana yakışmaz. Çünkü bundan nefsini temiz bilmeyi doğurur. Oysa Hak Teâlâ hazretleri “fe lâ tuzekkû enfüseküm” ya’nî “Öyleyse nefslerinizi temize çıkarmayın“ (Necm, 53/32) buyurmuştur.

Ve halîfenin insânî memleketteki kulak ve göz gibi vâlîlerinin ihsânına karşı, onun bol lütufları fiilen şükrüdür. Ve Seriyy Sakatî hazretleri Cüneyd Bağdâdî hazretlerine “Şükür hakkında ne dersin?” diye sordu. O hazret “Şükür Hak Teâlâ’nın verdiği ni’metler ile günahlara girmemendir” cevâbını verdi. Kulak ve göz gibi kuvvetler insânî vücûtta Hak Teâlâ’nın zâhirî ni’metleridir. Bunları şer’î sınırlar içerisinde kullanmak fiilî şükürdür. Ve onların her ânda şerîat hükümlerine uygun amellerde kullanılması devamlı olan fiilî şükür ve sürekli olan ihsândır.

Ve daha çok lütfun bir ma’nâsı da budur ki, bu gibi kuvvetlerin şer’î sınırlar içerisinde amelleri sağlam bir şekilde yerine oturunca, artık onların riyâzât ve mücâhedeler ile terbiye edilmesine ve “ve lâ tense nasîbekemined dunyâ ve ahsin kemâ ahsenallâhu ileyke” (Kasas, 28/77) ya’nî “Dünyâdan nâsibini unutma; ve Allah Teâlâ’nın sana ihsân eylediği gibi ihsân eyle!” âyet-i kerîmesi gereğince mubâh şeylerle ni’metlenmekten men’ edilmelerine lüzûm kalmaz. Bu hâl onların ilâhî zâhirî ni’metlerle lütuflandırılmaları demek olur.

Ey kerîm efendi olan halîfe! Sana şunu da vasiyyet ederim ki, mülkünde işlerinden bir işin hükmünü derhâl uygulama ve icrâ etme! İlk olarak bu işin âkıbetini iyice düşün! Eğer bu düşünce netîcesinde, o işin âkıbetinin hayır olduğunu görürsen icrâ et! Aksi halde o işin icrâsından kaçın! İcrâsına me’mûr olduğun işlerinde, ya’nî tâat ve ibâdetlerde acele teennî eyle! Her hâtıra gelen ibâdeti icrâ edeyim diye acele etme! Çünkü illetler çoktur; ya’nî zahiri tâat ve ibâdet ve bâtını günah olan işler pek çoktur. Muhakkak nefis, zâhiri tâat ve bâtını günah olduğu için kendisine muhâlefet edilmesi gereken işlerden bir iş ile emreder. Bu vasiyyet nefis erbâbı, ya’nî nefsin illetlerini bilen kimseler indinde kendisinde ibret olan geniş bir kapıdır.

Meşhurdur ki, İmâm-ı Alî (kerremallâhü vechehû ve radıyallâhü anh) efendimiz bir savaşta kâfirin birini yatırıp öldürmek istedi. Kâfir gazâbından Hz. Alî (k.a.v) efendimizin pâk yüzüne tükürdü. Bu hâli müteâkip cenâb-ı Alî kâfirin öldürülmesinden vazgeçip onu serbest bıraktı. Kâfir bu hâle hayret edip dedi ki: “Yâ Alî, beni öldürmekten niçin vazgeçtin? Bunun sırrını bana îzâh et!” Sultânü’l-Muhlislerin sultânı İmâm-ı Alî efendimiz buyurdular ki: “Kâfirler ile savaş farz ve ibâdettir. Ve seni öldürmeye kalkıştığım zaman ancak bu farzı yerine getirecektim. Oysa sen yüzüme tükürünce nefsimde bir hiddet peydâ oldu. Eğer nefsimin bu hiddeti esnâsında seni öldürmüş olsam, ibâdet işin nefsimin arzûsunu da ortak yapmış olacaktım. Hak Teâlâ hazretleri ise “ve lâ yuşrik bi ibâdeti rabbihî ehadâ” (Kehf, 18/110) buyurup kendi ibâdetine hiç bir şeyin ortak koşulmamasını emreder. Bundan dolayı sûrette tâat ve ibâdet ve bâtında şirk ve günah olan bu işi icrâdan vazgeçtim.” Kâfir: “Yâ Alî, ne yüce dinin vardır!” deyip müslüman olmuştur. Bu kıssa Mesnevî-i Şerîf’in birinci cildinde cenâb-ı Mevlânâ (ra.) efendimiz tarafından hakîkatleri ve incelikleriyle beyân buyrulmuştur. Sonuç olarak zâhirde tâat ve bâtında günah olan bir çok işler Tezkiretü’l Evliyâ ve Nefehâtü’l-Üns ve Reşehâtü Ayni’l-Hayât gibi kitaplarda evliyâullâhdan naklen îzâh edilmiş ve ayrıntılı olarak anlatılmıştır.