Yalnız İmâma Mahsus Olan İsim ve Onun Sıfatları ve Halleri Beyânındadır
Muhakkak imam, ancak dörtten biri olur. Âlemde ilâhî hikmet geçerlidir ki, muhakkak onun üzerinde yalnız halîfeye tahsîs edilmiş bir isim vardır. Onun dışında hiç bir kimsenin onunla isimlendirilmesine yol yoktur; tâ ki zikrolunduğunda diğerlerinden ayırt edile ve biline. Ve onu halîfe yapan kimseye tâbi oluşundan dolayı kelime, âdet oluşu üzere, kendisinden imâmın dışında birini ve müşterek oluşu sebebiyle, bin bile olsa, onun isimlerinin geri kalanından onun üzerine anlaşılmayı vermez. Ve onu halîfe kılan Allah Teâlâ’dır. Çünkü Hak Sübhânehû “ilâhiyyet” ismine mahsûstur. Hattâ biri “Allah” dediği zaman bu söylediğinden, Fâil Sübhânehû’dan başkası anlaşılmaz. Görmez misin? Onun ”a’budûllâhe” ya’nî “Allah’a ibâdet ediniz” (Nisâ, 4/36) sözü indiği zaman, “Allah” nedir? demediler.Ve ne zamanki onlara “uscudû lir rahmâni” ya’nî Rahmân’a secde edin” (Furkân, 25/60) denildi, “Rahmân” nedir? dediler. Biz deriz ki bu imâma hangi ismin mahsûs olduğuna bakarız, ve onu ona onu söyleriz. Şimdi biz Allah Teâla’nın “Ve iz kâle rabbüke lil melâiketi innî câilun fîl ardı halîfeten” (Bakara, 2/30) ya‘nî “Zikret şu vakti ki, Rabb’in meleklere yeryüzünde ben bir halîfe kılıcıyım, dedi” sözünde onu isimlendirdiği bir şeyin gayrını bulmayız. Ve Hak Sübhânehû bir zamân içinde ondan ikiyi men’ eyledi de, bunu “İki halîfeye bîat olduğu vakit diğerini katlediniz” sözüyle kat’i olarak sonuçlandırdı. Şimdi ikisinin irâdesi birlikte olsa bile iki idâreci arasında mülkün idâmesi geçerli olmaz. Hak Teâlâ “Lev kâne fîhimâ âlihetün illâllâhu le fesedetâ” (Enbiyâ, 21/ 22) ya‘nî “Yerde ve gökte Allah’dan başka ilâhlar olsa idi, yer ve gök fesâda uğrar idi” buyurdu. Çünkü muhakkak iki halîfeden biri, diğerinin yasakladığı şeyin aynı ile emreder. Oysa onlardan birinin emrine uymak lâzımdır. İki emre uymak mümkün olmadığından, eğer terk ederlerse cezâya çarptırılırlar. Ve eğer onlardan birine itâat ederlerse, diğeri onları cezâya çarptırır. Ne zamanki birine itâat ettikleri şeyin nefsiyle diğerine âsî olurlar, şimdi âsî oldukları kimse onları cezâya çarptırır. Bundan dolayı kendisine itâat ettikleri kimse üzerine onların yardımları zorunlu olur. İşte bu savaşlar ve fitneler sebep olup mülkü idâreden başka işlerle meşgûl eder. Böyle olunca savaşlar çıkar. İşte bunun için tek bir halîfe üzerine kat’i ve kesin olarak haber verdi.
Bu beşinci bölüm yalnız imâma hâs olan isim hakkında ve imâmın sıfatları ve halleri beyânındadır
Muhakkak imâm, ancak dört vasfı taşıyan meliklerden biri olur ki: Bunlardan biri hem kendine ve hem de idâresi altındakilere cömert; ve biri hem kendine ve hem de idâresi altındakilere cimri, ve biri kendine cömert ve idâresi altındakilere cimri; ve biri kendine cimri ve idâresi altındakilere cömert olur. Bunların beyânı ileride başlı başına bir bölümde gelecektir.
Alemde ilâhî hikmet böyle geçerlidir ki, muhakkak âlem üzerinde yalnız halîfeye tahsîs edilmiş bir isim vardır ki, o isim başkasına verilemez. Halîfenin bu isim ile tek oluşu, zikredildiği zaman diğer insanlardan ayırt edilmesi ve bilinmesi içindir. Ve imâma mahsûs isim olmak üzere konulan kelimeden, âdet oluşu üzere imâmdan başkası anlaşılmaz. Ya‘nî geçerli olan âdet imamdan başkasının anlaşılmasına mâni’dir. Ve imâmın diğer insanlarla müşterek bir çok isimleri olsa bile, imâmlığı yönünden âdet olarak kendisine mahsûs olan kelime bu diğer isimlerden hiç birisi üzerine söylenmez.
Ve o isim “halîfe”dir. Meselâ halîfenin “Ahmed ve Mahmûd ve Ali” gibi diğer halk ile müşterek olan isimleri vardır. Fakat “halîfe” ismi ancak kendisine mahsûstur. Ve bu ismin, bu müşterek olan diğer isimler ile münâsebeti yoktur. Ve halîfenin bu tekliği, kendisini halîfe kılan Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerine tâbi olaraktan ve benzerlikten olmuştur. Çünkü Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri “İlâhiyyet” ismine mahsûs kılınmıştır ki, bu isimde kendisine aslâ iştirâk eden bir ferd yoktur. Hattâ biri “Allah” dediği zaman o kimsenin bu söylediğinden hakîkî fâil olan Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinden başkası anlaşılmaz. Görmez misin? Hak Teâlâ’nın ”a’budûllâhe” (Nisâ, 4/36) ya‘nî “Allâh’a ibâdet ediniz!” sözü indiği zaman, halk “Allah kimdir ki ona ibâdet edelim?” demediler. Fakat ne zamanki “uscudû lir rahmâni” (Furkan, 25/60) ya’nî “Rahmân’a secde ediniz!” denildi, Rahmân’ın rahmetten türemesi ve rahmetin kullara da kapsam oluşu i’tibârı ile halk “Rahmân nedir ki ona ibâdet edelim?” dediler.
İşte bunun gibi halka “Halîfeye itâat ediniz!” denilse, “Halîfe kimdir?” demezler. Fakat halîfenin ismi, farz edelim Abdullah olsa ve halka “Abdullâh’a itâat ediniz!” denilse, “Abdullah kimdir?” diye sorarlar. Bundan dolayı biz deriz ki, bu imâma hangi ismin hâs olduğuna bakıp, o ismi ona söyleriz. Böyle olunca Allah Teâlâ’nın “Ve iz kâle rabbüke lil melâiketi innî câilun fîl ardı halîfeten” (Bakara, 2/30) ya‘nî “Zikret şu vakti ki, Rabb’in meleklere yeryüzünde ben bir halîfe kılıcıyım, dedi” (Bakara, 2/30) sözünde ona verdiği bir ismin gayrını bulmayız ki, o isim de “halîfe”dir.
Ve Hak Teâlâ hazretleri o ismi ferd olarak sâdece kendisi için kullandığı için, bir zaman içinde halîfe cinsinden iki şahsın varlığını men’ eyledi de, bu husûsu Nebiyy-i zî-şânının lisânıyla “İki halîfeye bîat olunduğu vakit diğerini katlediniz!” sözüyle halletti ve kat’i olarak sonuçlandırdı.
Şimdi iki şahsın irâdesi birlikte olsa bile iki idâreci arasında, ya’nî idâre makâmında bulunan iki kimse arasında, mülkünü idâme etmek ve mülkün idâresini ayakta ve nizâm içinde tutmak geçerli olmaz; çünkü mümkün olmaz. Bu imkânın olmadığını Hak Teâlâ hazretleri “Lev kâne fîhimâ âlihetün illâllâhu le fesedetâ” (Enbiyâ, 21/ 22) ya‘nî “Yerde ve gökte Allah’dan başka ilâhlar olsa idi, yer ve gök fesâda uğrar idi” (Enbiyâ, 21/22) âyet-i kerîmesinde beyân buyurdu. Açık sebebi budur ki, muhakkak iki halîfeden biri diğerinin yasakladığı şeyin aynı ile emreder. Örneğin halîfenin biri “Falan şeyden şu kadar kuruş vergi alınsın” diye emreder. Diğeri “Bu câiz değildir, alınmasın!” der. Bu ise birinin yasakladığı şeyin gayrı ile emretmektir. Oysa idâre altındakilerin bunlardan birinin emrine uyması gerekir. Bir şeyin hem yapılması ve hem de yapılmaması mümkün olmadığından birinin emrini ve diğerinin yasağını terk ederlerse cezâlandırılırlar. Ve eğer birinin emrini tutup diğerinin yasağını dikkâte almasalar, diğeri onları cezâlandırır; çünkü kuvvet sâhibidir. Sonuç olarak birine itâat ettikleri şeyin nefsiyle ve zâtıyla diğerine âsî olmuş olurlar. Bu durumda da kendisine isyân ettikleri kimse onları cezâlandırır. Eğer birinin emrini beğenip kendisine itâat ederlerse, diğerinin cezâlandırmasına engel olmak için, itâat ettikleri kimse üzerine onların yardım etmeleri zorunlu olur. İşte bu hâl tabi’ki savaşların ve fitnelerin çıkmasına sebep halîfeyi mülkün idâresinden başka işlerle meşgûl eder. Ve mülkün idâresi ihmâl edilmiş bir halde kalınca o mülk harâb olur. İşte bu açık ve tabîi sebeb için Hak Teâlâ hazretleri gerek âyet-i kerimede ve gerek Nebiyy-i zî-şânının lisânıyla ulaşmış olan hadîs-i şerîfte tek bir halîfe üzerine kat’i olarak haber verdi.