Şimdi biz deriz ki, muhakkak rûhun hakîkati nûrdur ve hevânın hakîkati ateştir. Ve onlardan her biri kendi vücûdunda vecihlerden bir vecih ni’metlenir. Çünkü o, onun nefsî sıfatıdır. Ve yoksa eğer kendisi hakîkatinin ateş olduğunu yakîn olarak bilse, onunla azaplanır. Ve muhakkak fâil, eğer onda kurtuluş tahakkuk etse bile, nûrun vücûdunun mahalline kaçış talebi için buna kādirdir; lâkin onu câhil kıldı. Şimdi her biri kendi makâmına da’vet etti. Bundan dolayı ateş ateş ile azaplanmaz. Belki ateş nûr ile azap duyucu olur. Nitekim pislik böceği gül kokusuyla zarâra uğrayıcı olur. Şimdi nûr ile azaplandığı zaman, bu insânî mülkün de aynı şekilde nûr ile azap duyucu olduğunu hayâl eder. Böyle olunca o, ebeden nurdan hâriç olmayı talep eder. Ve onu ondan hâriç tutmaya sebep olan fiiller ile ondan engeller. Ve o da şehvetlerdir ki, ateş onunla örtülmüştür. Kim ki onlara erişti, muhakkak ateşe erişti. Ve nûrdan ibâret olan rûh da aynı şekilde bunun benzerini talep eder. Şimdi onlardan her biri bu insânî mülkün eriştiren sebeplerinde kendi cemâatine bakar. Bundan dolayı onun üzerine onları tasarruf edici kılar. Ve ona onlar ile hîle eder. Ve ikisinin indinde onun donandığı veyâhut bu vasfın sâhibi için mülk olan bir vasıf ile vasıflandığı sâbit olduğunda, onun üzerine istilâ edici olur. Böyle olunca fitneler ve savaşlar olur. Ve onlardan her biri kendi nefsine bakmayı terk etseydi; ve şerîat getiriciden ibâret olan hâriçten bu da’vetçiye baksaydı; ve ben hâriçten bir da’vetçi buldum ki, onun doğruluğu ve ma’sûmluğu sâbittir; kurtuluş onun dediği şeydedir ki, o da budur; ve helâk onun dediği şeydedir ki, o da budur, diye idi teslîm ve boyun eğmenin gerçekleşmesinden dolayı fitne kalkar ve mülk kurtuluş cemaâti içinde olur idi. Lâkin bu, ancak hevâ yok olup gittiği zaman geçerli olur. Çünkü o muhâlefetin aynıdır. Eğer yok olursa o da yok olur. Lâkin bunda Allah Teâlâ’ya mahsûs acâip bir tedbîr vardır ki, dilediği kimseyi ondan perdeler ve dilediği kimseye de onu açar. “Lâ yus’elu ammâ yef’alu ve hüm yus’elûn” (Enbiyâ, 21/23) ya‘nî “İşlediği şeyden ona suâl olunmaz ve onlar suâl olunur.” Ve apaçık kuvvetli delîl onun içindir. “Ve lev şâe rabbüke le cealen nâse ümmeten vâhideten” ya‘nî “Eğer Rabb’in dileseydi, insanları tek bir ümmet kılar idi.” “Ve lâ yezâlûne muhtelifîn” (Hûd, 11/118) ya’nî “Onlar dâima muhteliftirler.” ”İllâ men rahime rabbüke” (Hûd, 11/119) ya‘nî “Rabb’inin rahmet ettiği kimseler hâriç.” Ve onlar cem’ ehlidir. Ve onları bunun için halk etti, tâ ki vücûdda isimleri açığa çıksın. Ve Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola irşâd eder. Ve hamd, Rabbü’l-âlemîne mahsûstur.
Ya’nî biz deriz ki, muhakkak rûhun hakîkati nûrdur. Çünkü Hak’tan vâsıtasız olarak zuhûr etmiştir. Ve Hak Teâlâ hazretleri “Allâhu nûrus semâvâti vel ard” (Nûr, 24/35) ya’nî “Allah Teâlâ göklerin ve yerin nûrudur” buyurur. Ve hevânın hakîkati ateştir. Çünkü vâsıtalı olarak zâhir olan tabîat âlemindendir. Ve aşağıların en aşağısı olan tabîat âlemi ise cehennemdir ve ateştir. Çünkü fıtrî kesîfliğiyle, latîf olan aslından uzaktır. Ve rûh ile hevâdan her biri vecihlerden bir vecih ile kendi vücûdunda ve varlığında ni’metler içinde olurlar. Çünkü rûhun nefsî sıfatı nûr olduğu gibi, hevânın nefsî ve zâtî sıfatı da ateştir. “El-cinsü meal cinsi” ya’nî Cins cinsiyle berâberdir” hükmünce her biri kendi cinsi ile ünsiyet edip ni’metler içinde olur. Ve hem-cinsinin dışında birşeyle ünsiyet edemez, azap çeker. Nitekim münâfıklar ve kâfirler mü’minin huzûrunda olmaktan ve sohbetinden eziyet duyarlar.
Ve eğer hevâ kendi hakîkatinin ateş olduğunu bizzât hakîkatini yaşayarak ve tecrübe ederek yakînen bilse onunla eziyet çekici olurdu. Fakat kendi hakîkatinde ve sıfatında gark olmuş olduğu için bunu idrâk edemez ve yakînen bilemez. Belki kendi tavrında meşrebinde yaşar.
Ve mutlak fâil olan Hak Teâlâ, nûrun mevcûd olduğu mahalde kurtuluş tahakkuk etse bile, ateş mahalline kaçış talep etmesine kādirdir. Lâkin hevâya nûr mahallinde kurtuluş olduğunu bildirmedi. Onu hâl olarak ve yaşantı olarak câhil kıldı. Böyle olunca akıl ile hevâdan her biri kendi makāmına da’vet etti. Bundan dolayı ateş kendi cinsi olan ateş ile azap duymaz. Belki ateş nûr ile azap duyar. Bunun örneği zâhir âlemde mevcûttur. Pislik böceği gül kokusuyla zarâra uğrar ve azap duyar.
Şimdi hevâ nûr ile azap çekici olunca bu insânî mülkün de kendisi gibi nûr ile azap çektiğini hayâl eder. Ve böyle hayâl edince de o hevâ ebeden nûrdan hâriç olmak ister; ve insanî mülkü de nûrdan hâriç tutmaya sebep olan fiiller ile o nûrdan engeller. Ve o fiiller de şehvetlerdir ki, ateş o şehvetler ile örtülmüştür. Kim ki şehvetlere erişti, muhakkak ateşe erişti. Ve nûrdan ibâret olan rûh da, aynı şekilde insânî mülkü hâriç tutmaya sebep olan fiiller ile o ateşten engeller. Ve onlar da nefse fenâ gibi gözüken ilâhî emirlerdir ki, cennet onlar ile örtülmüştür. Kim ki bu fenâ gibi gözüken ilâhî emirleri tercih etti, muhakkak nûru ve cenneti tercih etti.
Şimdi rûh ile hevâdan her biri bu insânî mülkü kendi makāmlarına eriştiren sebeplerde kendi cemâatine bakar. Bundan dolayı o insanî mülk üzerine cemâatini musallat kılar ve ona onlar ile hîle eder. Ve rûh ve hevâdan birinin indinde, o insânî mülkün donandığı veyahut onlardan birinin sâhip olduğu bir vasıf ile vasıflandığı sâbit olunca, artık onun üzerine istilâ edici olur. Ve birinin istilâsı üzerine diğeriyle fitneler ve savaşlar çıkar.
Ve akıl ve hevâdan her biri kendi nefsine ve nefsinde hâsıl olan yaşantıya bakışı terk edip de şerîat getiriciden ibâret olan bu da’vetçiye baksaydı; ve “Ben hâriçten bir da’vetçi buldum ki, onun da’vetinde doğruluğu ve ma’sûmluğu sâbittir; kurtuluş benim zevkimde değil, belki onun dediği şeydedir ki, o da budur; ve helâk onun dediği şeydedir ki, o da budur” diyeydi; teslim ve boyun eğme sebebiyle fitne kalkar ve insânî mülk kurtuluş cemâati içinde bulunurdu. Lâkin bu hâl, ancak hevâ yok olup gittiği vakit sâbit olur. Ve hevâ bulundukça bu hâlin oluşması mümkün değildir. Çünkü o hevâ muhâlefetin aynıdır. Ya’nî mâdemki ilâhî emir ve bu ilâhî emri tebliğ eden bir da’vetçi vardır, elbette hevâ buna muhâlefet eder. Ve kendisi bilhassa buna muhalefet için mahlûktur. Çünkü ilâhî ilimde sâbit olan hakîkati, bu muhâlefeti gerektirir. Eğer hevâ yok olursa fitne de yok olur, gider.
Lâkin bu insânî mülkte fitne ve savaşın olmasında Allah Teâlâ’ya mahsûs acâip bir tedbîr vardır ki, o acâip tedbîrden dilediği kimseyi perdeye düşürür ve onun hakîkatini bildirmez; ve dilediği kimseye de onu açıp bildirir. Ve bu tedbîri Hak Teâlâ niçin ba’zılarından saklar ve ba’zılarına açar? diye soru sorulmaz. Çünkü bu tedbîrden ba’zılarının perdelenmesi ve bunun ba’zılarına açılması onların sâbit ayn’larının gereğindendir. Ve ilâhî tecellîler kulun isti‘dâd ve kâbiliyyetine göredir. Çünkü Hak Teâlâ hakîmdir ve hakîm her şeyi yerli yerine koyana derler. Bundan dolayı Hak Teâlâ bu acâip tedbîri kâbiliyyeti olmayanlara açmaz, onlardan saklar. Böyle olunca isti’dâda göre ihsân eden Hak Teâlâ’ya soru yöneltilmez. Belki soru noksan isti‘dâdların sâhiplerinedir. Onun için Hak Teâlâ “Lâ yus’elu ammâ yef’alu ve hüm yus’elûn” (Enbiyâ, 21/23) ya‘nî “İşlediği şeyden ona soru sorulmaz ve onlara soru sorulur” buyurur. Ve aynı şekilde “fe lillâhil hüccetül bâligah“ ya’nî “artık apaçık kuvvetli delîl Allah’ındır” (En’âm, 6/149) buyurur. Çünkü her bir kulun sâbit ayn’ının kâbiliyyet ve isti’dâdı Hak Teâlâ hazretlerinin kudret elinde apaçık kuvvetli delîldir. Şâyet bir kimse Hakk’a “Niçin beni böyle yaptın” diye soru sorarsa, Hak Teâlâ ona, onun hakikatini açıverir. Ve bu açılım netîcesinde o kul görür ki, kendinin böyle olması yine kendinden imiş ve Hak Teâlâ tarafından zorlama olmamış. Belki zorlama kendisine yine kendisinden olmuştur.
Ve yine Hak Teâlâ bu hakîkate işâreten “Ve lev şâe rabbüke le cealen nâse ümmeten vâhideten” ya’nî “Eğer Rabb’in dileseydi, insanları tek bir ümmet kılar idi” (Hûd, 11/118) buyurur. Çünkü Hak Teâlâ’nın irâdesi ilmine ve ilmi de ma’lûma ya’nî bilinene tâbi‘dir. Ve “malûm ya’nî bilinen” kulun sâbit ayn’ıdır. Ve sâbit ayn’lar Kâbız ve Bâsıt; ve Dârr ve Nâfi‘; ve Hâdî ve Mudill gibi karşılıklı ilâhî isimlerin gölgeleridir. Şimdi mâdemki isimler muhteliftir, elbette onun gölgeleri de muhtelif olur. Ve ma‘lûmât ya’nî bilinenler muhtelif olunca Hakk’ın ilmi de muhtelif olur. Ve sâbit ayn’lar muhtelif olunca ma‘lûmât ya’nî bilinenler de muhtelif olur. Ve Hakk’ın ilmi muhtelif olunca ilâhî irâde de muhtelif olur.
İbâredeki “lev” ya’nî “eğer” “imtinâ’ ya’nî olumsuzluk” içindir. Ya‘nî Hak dileseydi, insanları ihtilâflardan pâk, tek bir ümmet kılardı. Ancak eşyânın hakîkatleri muhtelif olduğu için, bunu dilemek imkânsız olduğundan, dilemedi. “Ve lâ yezâlûne muhtelifîn” ya’nî (Hûd,11/113) “Onlar dâimâ muhteliftirler.” Ve bu ihtilâftan Rabb’inin rahîmsel rahmetiyle rahmet ettiği kimseler müstesnâdır; çünkü onlar cem‘ ehlidir. Bunlar bir takım insân-ı kâmillerdir ki, bütün ilâhî isimlerin ve sıfatların görünme yeridirler. Bundan dolayı her bir kâmil bu isimlerin cem‘iyyetine görünme yeri olmaklık i‘tibârı ile birdiğerinin aynıdır. Gerçi (Sav) Efendimiz müstesnâ olmak üzere, bunlarda da bu cem’iyyet içinde bir ismin hükümlerinin üste çıkışı var ise de, kâmiller arasındaki birlik ve aynılık, isimlerin cem‘iyyeti bakış açısındandır; yoksa hakîkatte aynılık yoktur; çünkü tecellîde tekrâr yoktur.
Ve Hak Teâlâ bütün mahlûkları izâfî vücûdlar âleminde muhtelif isimlerinin hükümlerinin açığa çıkması için halk etti. İşte bu hakîkate dayalı olarak yeryüzünde sâkin olan muhtelif milletlerin bir olmasına çalışan “Bâbîler” ile benzerlerinin, bu hususta harcanmış olan himmet ve gayretleri anlamsızdır. Ve bunun oluşacağını mümkün görmek hâlin hakîkatine câhil olmaktan kaynaklanmaktadır. Bu anlattığımız sözler Kur’ân âyetlerinden alınmadır ki, onları Hak söyler; ve Allah Teâlâ söylediği vakit hakkı söyler ve doğru yola irşâd eyler. Bundan dolayı biz “Duânın en üstünü el hamdu lillâhi’dir” hadîs-i şerîfi gereğince bu ilâhî bilgiye erişmekten dolayı Rabbü’l-âlemîne hamdın hakîkati ile hamd ederiz.