Nefsin kurtuluşunun “şerîat”te oluşu ve hevânın buna câhil oluşu hakkında

Ve biz ikisinin arasında, kendisi için savaşlar ve fitneler olan sebebin anlatımına döneriz. Şimdi ben derim ki, bunda sebep, bu insânî mülk üzerinde efendilik talebidir. Bundan dolayı ikisinden birinin onun üzerinde efendiliği sâbit olduğu zaman, onun kurtuluşuna ve ikâmesine çalışır ve ona yakınlığını himâye eder ve alâmetlerini yükseltir. Ve onu kendisi için hayâl ettiği veyâ bildiği şey gereği üzere iki yurtta onun helâkini gerektirecek sebeplerden men‘ eder. Ve bil ki, her bir helâke sürükleyici husûstan onun kurtuluş sebebi hâriçten bir da’vetçinin emrine onun itâatidir ki, ona “şerîat” denir. Rûh onu âriftir. Çünkü o onun cinsindendir. Ve hevâ câhildir. Şimdi hevâ onun için kurtuluşu kendi tarafında hayâl eder. Oysa rûh muhakkak kurtuluşun kendi tarafında olduğunu bilir. Bundan dolayı anlaşmazlık ortaya çıkar ve ayrılık gerçekleşir. Ve buna da’vet eden iki emîrin hakîkati farklıdır. Şimdi ne zamanki da’vetçi hâriçten gelir, bu emrin neticesine bakarak kendisi için iki netîce bulur: Birisi helâk ve diğeri kurtuluştur. Bundan dolayı onlardan her biri, ilâhî hikmetin ve onun hakîkatinin gerektirdiği şey dolayısıyla, kurtuluş yolunu talep etti ve helâk edici şeylerden sakındı. Ve eğer her biri terk etmiş ve özür beyân etmiş ise, onların delîllerinden bir delîli vardır. Lâkin ismi Celîl olan Hak Teâlâ’nın “İşlediğinden suâl olunmaz, onlar suâl olunurlar” (Enbiyâ, 21/23) ve “Bunlar cennete mahsûstur, ve kayırmam yoktur. Ve bunlar cehenneme mahsûstur ve kayırmam yoktur. Ve kalem kurudu” buyuruşu yönüyle onları apaçık kuvvetli delîliyle halleder ve kat’i olarak sonuca bağlar.

Ya‘nî biz rûhun yardımcısı olan “akıl emîri” ile “hevâ emîri” arasında, ne sebepten dolayı savaşlar ve fitneler olduğunun anlatımına döneriz. Şimdi ben derim ki, bu kavgaların ve fitnelerin sebebi bu insânî mülk üzerinde efendilik talebidir. Bundan dolayı akıl ve hevâdan birinin insânî mülk üzerinde efendiliği ve hükmünü geçirmesi sâbit olduğu zaman, onun kurtuluşuna ve onu bulunduğu hâl içinde kâim kılmaya çalışır ve kendisinin ona yakınlığını ve bağlılığını himâye ve muhafaza eder. Ve efendiliğin ve hükmetmesinin alâmetlerini ve nişanlarını yükseltir. Ve o alâmetleri gören kimse bilir ki, bu insan üzerinde akıl ve hevâdan birisi gâliptir.

Ve hevâ kendisi için hayâl ettiği ve akıl da yakînen ya’nî kesin bir şekilde bildiği şey gereği üzere, o insânî mülkü dünyâda ve âhirette onun helâkini gerektirecek sebeplerden men’ eder. Örneğin hevâ hayâl eder ki, şerîat âlemin düzeni içindir. Bundan dolayı akılsal ölçülerin bozulmaması şartıyla şarâb içmekte ve karşısındaki zorlamaksızın zinâ gibi hayvânî hazları yapmakta bir zarar yoktur. Ve aynı şekilde oruç nefsin dikbaşlılığını kırıp halkın hukûna tecâvüzünü engellemek üzere onu zayıf kılmak içindir. Halkın hukûkuna riâyet ettikten ve nefsi terbiye ettikten sonra oruçla nefse eziyet vermenin anlamı yoktur. İşte hevânın buna kıyaslanabilecek bin türlü hayâlleri vardır ki, insânî mülkün kurtuluşunun bunlar ile olabileceğini hayâl eder. Bunlar onun hakîkate aykırı olan hayâlleridir. Ve helâkı gerektireceğini zannettiği ve hayâl ettiği bu sebeplerden onu men’ eder.

Fakat işlerin hakîkatini bilen akıl der ki, şerîat yalnız âlemin düzeni için değildir. Belki dünyâda ve âhirette helâk olmaktan kurtuluşa sebeptir.

Dünyâda kurtuluşa sebeptir. Çünkü şerîat çerçevesinde nefse hayvânî hazları bir sınır ve kayıt içerisinde verilir. Kötü yönde kullanım derecesini bulup nefis helâk olmaz. Çünkü hayvana fazla yem verilse çatlayıp helâk olur.

Ve âhirette kurtuluşa sebeptir. Çünkü âlemin zâhirinde olan ilâhî teklîf bâtında var etmek içindir. Şerîat hükümlerine uymakla sâlih amel işleyen kimselerin bu amelleri âhiret âleminin bünyevî oluşumları gereğince güzel sûretlerde gözükür. Ve sâlihler bu güzel sûretlerle ni’metler içinde olur ve yaşarlar. Ve nebîler (aleyhimü’s-selâm) ve evliyâ (kaddesallâhü esrârahum) hazretleri her türlü kötü hallere meyletmeyeceğinden emîn oldukları nefisleriyle şerîat hükümlerine son derece riâyet ettiler. Ve takvâ âhiret azığının hayırlısıdır. İşte aklın da buna kıyaslanabilir bir çok bildikleri vardır ki, insânî mülkün kurtuluşunun bunlar ile olabileceğini yakînen bilir. Ve bu helâk olma sebeplerinden onu men‘ eder.

Ve bil ki, her bir helâke sürükleyen husûstan insânî mülkün kurtuluş sebebi kendisinin hâriçten bir da’vetçinin emrine onun itâat etmesidir ki, o da’vetçinin emrine de “şerîat” denir. Rûh bunu ariftir. Çünkü o şerîat rûhun cinsindendir. Çünkü şerîatın doğrudan doğruya çıkış yeri Hak’tır. Ve yukarıdaki şerhlerde îzâh edilmiş olduğu üzere rûhun da çıkış yeri doğrudan doğruya Hak’tır. Gerçi hakikatte hevâ da Hak’tan çıkmakta ise de onun çıkışı doğrudan doğruya değildir; arada bir çok vâsıtalar vardır. Bundan dolayı hevâ vâsıtalar perdesi arkasında bulunuşu yönüyle şerîat cinsinden olmadığı için câhildir.

Şimdi hevâ insânî mülk için kurtuluşun kendi tarafında olduğunu hayâl eder ve öyle zanneder. Oysa rûh muhakkak kurtuluşun kendi tarafında olduğunu yakînen bilir. Böyle olunca akıl ile hevâ arasında anlaşmazlık ortaya çıkar ve ayrılık gerçekleşir. Ve kurtuluşa da‘vet eden iki emîrin, ya‘nî akıl ile hevânın hakikatleri farklıdır. Şimdi da’vetçi hâriçten geldiği vakit, bu da’vet işinin netîcesine bakarak kendisi için iki netîce bulur: Birisi helâk ve diğeri kurtuluştur.

Bilinsin ki, ilâhî emir ikidir:

Birisi irâdî emir, diğeri teklîfî emirdir. İrâdî emir, kulun sâbit ayn’ının isti‘dâd ve kâbiliyyetine göre saâdet ve şekâveti hakkında Hakk’ın irâdesidir. Bu yön kader sırrına bağlanır. Ve teklîfî emir Nebî (as)ın Hak tarafından getirdiği şerîattır ki, apaçık delîl için saîd olana ve şakî olana eşit seviyeden tebliğ edilir. Karşı gelenler teklîfî emre karşı gelmiş ve irâdî emre uygun hareket etmiş olurlar.

Da’vet esnâsında kendilerine usanç gelmemesi için kader sırrı nebîlerden (aleyhimü’s-selâm) örtülüdür. Onlar da’vetlerinin netîcesine bakarlar. Ve karşı gelenlerin sonunun helâke ve uyanların sonunun da kurtuluşa olduğunu görürler. Çünkü irâdî emir gereğince sonu helâke çıkanların, da’vet edildikçe Ebû Cehil gibi şekâveti artar. Bundan dolayı nebîler (aleyhimü’s-selâm) bu hususta doktorlara benzerler. Doktor sonu kesin olarak ölüme çıkacak bir hastayı tedâvî ettikçe hastalığı daha da şiddetlenir. Bu bahsin ayrıntısı Fusûsu’l-Hikem’de Ya’kûb Fass’ındadır. İşte bu hakîkate dayalı olarak akıl ve hevâdan her biri ilâhî hikmetin ve kendilerinin hakîkatlerinin gerektirdiği şey dolayısıyla kurtuluş yolunu talep etti; ve helâklardan sakındı. Ve hiç şüphe yok ki saîd olanın helâki şekâvette ve kurtuluşu saâdettedir. Ve şakînin helâki de saâdette ve kurtuluşu şekâvettedir. Ve aklın tarafında saâdet ve hevânın tarafında şekâvet vardır. İlk bakışta garîp görünen bu hükmün hakîkatini cenâb-ı Şeyh (ra) biraz aşağıda îzâh buyururlar.

Şimdi akıl ve hevâdan her biri diğerinin gidiş yolunu terk etmiş ve kendi gidiş yolunda özür beyân etmiş ise, onların delîlinden, kuvvetli bir delîli vardır ki, o kuvvetli delîller de sâbit ayn’larının isti’dâd ve kâbiliyyetidir. Ve Hak Teâlâ hazretleri sâbit ayn’lara kendi kâbiliyyetleri ve isti‘dâdlarına göre vücûd feyzi verdi. Onlara kendi tavır ve gidiş yollarında zorlamada bulunmadı. İsti‘dâd lisânlarıyla ne istemiş iseler onu ihsân etti. Bundan dolayı Celîl ismi olan Hak Teâlâ’ya “Niçin vücûd feyzi verdin ve niçin istediklerini ihsân ettin?” diye soru sorulmaz. Belki soru isti‘dâd lisânı ile saâdeti bırakıp şekâveti talep etmiş olanlara yönelir. İşte bu hakîkate dayalı olarak Hak Teâlâ “Lâ yus’elu ammâ yef’alu ve hüm yus’elûn” ya’nî “İşlediğinden suâl olunmaz, onlar suâl olunurlar” (Enbiyâ, 21/23) ve “Bunlar cennet içindir; ve kayırmam yoktur. Ve bunlar cehennem içindir ve kayırmam yoktur” buyurur. Ne zamanki âhiret âleminde Hak Teâlâ herkesin sâbit ayn’ını kendisine açar, o kimse görür ki, saîd ise saâdeti kendinindir; ve şakî ise şekâveti yine kendinindir. İşte bu sâbit ayn’ların açılması Hakk’ın apaçık kuvvetli delîlidir ki, onların terklerini ve i’tirâzlarını bu kuvvetli delîl ile halleder ve kat’i olarak sonuca bağlar.