İmâmlığın şartlarından “neseb” ve “işitme ve görme duyusunun selâmeti” hakkında

Beşinci şart “neseb” ya’nî “soy”dur. Onun i’tibârı muhammedî makâmlara dâhil olmaktır. Ve o evvelliği ve âhirliği içine alan ilâhî ikinci devredir ki, “âhir” olarak gönderildi. Ve (Sav) Efendimiz’e: “Ne vakitten beri nebîsin?” denildi. (Sav) Efendimiz “Âdem su ile toprak arasında iken nebî idim” buyurdular. Şimdi Âdem’den olan devre Îsâ (as) hakkında sona erdi. Ve Hak Teâlâ kitabında onu böyle yaptı. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “İnne mesele îsâ indallâhi ke meseli âdem” (Âl-i İmrân, 3/59) ya’nî “Îsâ’nın durumu Allah indinde Âdem’in durumu gibidir.” Şimdi başladığı şeyi benzeriyle sona erdirdi. Ve ihâta edici muhammedî küll üzerine hâkim olan ikinci devre cevâmi’u’l-kelime tahsîs edildi. Ve o doğudan batıya olan bir devredir. Şimdi Muhammed (aleyhi ve âlihi’s-selâm) nasıl ki herkese gönderildi ise, rûh da öylece bütün bedene gönderildi. Ve bunda acâip bir sır vardır ki, biz onu bu kitabın dışında anlattık. Şimdi bu, rûha nesebin ya’nî soyun faydasıdır.

Altıncı şart “işitme ve görme duyusunun selâmeti”dir. Çünkü a‘mâ ve sağır olan kimse kendi kendini idâreden âcizdir; başkasını nasıl idâre eder? Rûhun i’tibârı onun Hak ile işitmesi ve Hak ile görmesidir. Bundan dolayı âfetten uzak ve pâktır. (Sav) Efendimiz Rabb’inden haberci olarak buyurur: “Ben ona muhabbet edinceye kadar kulum nâfileler ile bana yaklaşmaktan ayrılmaz. Ne zamanki Ben onu severim. Onun işitmesi Ben olurum ki, Benim ile işitir; ve onun görmesi olurum ki, Benim ile görür.” Burada kendinden bahsedilen bir sır vardır. Şimdi o da böyle oldu. Bundan dolayı işitmesi ve görmesi Hak olan kimse, nasıl kendi nefsini ve onun dışındakileri idâre etmez!

Beşinci şart “neseb” ya’nî “soy”dur. Yukarıda anlatıldığı üzere zâhiren olan halîfelikte soy şartının varlığında âlimler arasında ihtilâf vardır. Bâtınen olan halîfelikte cenâb-ı Şeyh (ra) hazretleri bu şartı sâbit kılıp buyururlar ki: Nesebin rûh hakkındaki i’tibârı onun muhammedî makâmlara dâhil olmasıdır. Ve o muhammedî makâmlar evvelliği ve âhirliği içine alan ilâhî ikinci devredir.

Bilinsin ki, ahadiyye zâtının vahdet ve vâhidiyyet mertebelerine tenezzülünde gayrılık i’tibârı yoktur. Küllî rûh mertebesine tenezzülü ise gayrılık elbisesiyle zuhûr mertebesidir. Bundan dolayı ulûhiyyet ya’nî ilâhlık mertebesi olan vahdet mertebesinden Hakk’ın mutlak vücûdunun insânî hakîkat ve ilmî sûretler mertebesi olan vâhidiyyet mertebesine tenezzülü ilâhiyyetin ilk devresidir; ve küllî rûh mertebesine tenezzülü de ikinci devresidir. Ve bu tenezzül mertebeleri fakîr tarafından Fusûsu’l-Hikem’e yazılan şerhin mukaddimesinde ayrıntılı olarak beyân edilmiştir. Şimdi küllî ya’nî bütünsel rûh mertebesi, vahdet ya’nî birlik mertebesinden ibâret olan hakîkat-ı muhammediyyenin ikilik tavrı ile zuhûrundan ibâret olup bütün çoklukların kaynağı ve evvelidir. Ve kendi hakîkatini taşıyan Muhammed (sav)’in taayyünü varlık âleminde en son gönderilip nübüvveti sonlandırmıştır. Bundan dolayı o ilâhî ikinci devre evvelliği içine aldığı gibi, âhirliği de içine almıştır. Nitekim (Sav) Efendimiz’e “Ne vakitten beri nebîsin?” denildiğinde, saâdetle cevap verip, “Âdem su ile çamur arasında iken nebî idim” buyurdular. Ve küllî rûh mertebesindeki nebîliklerine işâret ettiler. Ve varlık âleminde zuhûr eden insân-ı kâmillerin neseb yönünden taayyünlerinde üç devre vardır:

Birincisi Âdem devresidir ki, Âdem (as)’ın ortaya çıkması kendisi gibi âdemden değildir. Babasız ve annesiz mahlûktur. Bu devre Îsâ (as)’a kadar gider ve orada son bulur. Çünkü Îsâ (as)’ın neseb yönünden ortaya çıkışı başkadır. Anne yönünden maddesel ve baba yönünden rûhsaldır. Bundan dolayı madde babasız mahlûktur. Ve bunu Hak Teâlâ varlık kitâbında, ya’nî fiilî Kur’ân’da böyle yaptı. Nitekim Kur’ân-ı kavlîsinde buyurur: “İnne mesele îsâ indallâhi ke meseli âdem” (Âl-i İmrân, 3/59) ya’nî “Taayyün devresi ve neseb yönünden zuhûru husûsunda Îsâ (as) Allah indinde Âdem’in benzeridir.” Bundan dolayı Hak Teâlâ hazretleri Âdem’in hilkatine nasıl müstesnâ bir tarz ile başladı ise, Îsâ (as)’ın hilkatinde de istisnâ bir tarz ortaya koymakla öylece o devreyi sonlandırdı. İşte ikinci devre de budur.

Üçüncü devre (Sav) Efendimizin yüce taayyünlerinin ortaya çıkış tarzıdır. Bu da onların varlığın tabîî kâideleri üzere baba ve anneden doğmalarıdır. Ve şerefli taayyünlerinin bu şekilde açığa çıkması onların i‘tidâl yönünden kemâle sâhip olmalarından dolayıdır. Çünkü kâidede i’tidâl vardır; ve istisnâda i’tidâl yoktur. Ve yukarıda bahsedilen ilâhiyyetin ikinci devresi ihâta edici muhammedî küll üzerine hâkim olup her biri bir “kelime” olan nebîlerin (aleyhimü’s-selâm) hakîkatlerini toplamaya tahsîs kılındı. Ya’nî hakîkat-i muhammediyyeden ibâret olan vahdet mertebesinin üzerine ilâhiyyetin ikinci devresi olan ve bütün rûhları ihâtâ etmiş olan muhammedî küllî rûh hâkimdir. Çünkü muhammedî küllî rûh ma’nâ olan vahdet mertebesinin sûretidir. Ve sûret ma‘nâ üzerinde hâkimdir; çünkü sûretsiz ma‘nânın zuhûru yoktur; ve ma’nâ sûret olmadıkça görünmez.

İşte bu ilâhî ikinci devre doğudan batıya olan bir devredir. Ya‘nî Muham- med (s.a.v)’in gönderilmesinden sonra bütün şerîatların hükümleri kaldırılmıştır. Çünkü ondan sonra doğudan batıya kadar, gelen bütün yeryüzü sâkinleri Kur’ân’a âit hükümlere muhâtab olmak isti’dâdını taşımaktadır. Günümüzde batılıların hükümlerine sarıldıklarını iddiâ ettikleri îsevî şerîat yoktur. Çünkü onlar îsevî şerîat hükümlerine tâbi’ olma isti‘dâdında değildirler. Her ne kadar onlar sözlü olarak Kur’ân’ı inkâr ederler ise de, fiilen farkına varmaksızın onun hükümlerine riâyet ederler. Bu hâlin burada bir kaç delîlinden bahsetmek uygundur:

  1. Îsevî şerîatte birisi yanağına bir tokat vursa, diğer yanağını çevirmek lâzımdır. Muhammedî şerîatte “fe meni’tedâ aleyküm fa’tedû aleyhi bi misli ma’tedâ aleyküm” (Bakara, 2/194) ya’nî “Size saldıran kimseye, size saldırdığı kadar saldırın!” buyrulmuş olduğundan kısâs ve karşılık vardır. Batılıların hiç birisi yediği tokat karşılığında diğer yanağını çeviremez, belki derhâl karşılık verir; ve hattâ ağır bir söz karşılığında düello teklîf eder.

  2. Îsevî şerîatte hükümdâra vergisini kendi eliyle mütevâzi bir şekilde götürmek lâzım. Oysa hükümdarlarına karşı tevâzu’ şöyle dursun, batılılar onların zorla olan hükmetmelerine tahammül edemediler de tâc ve tahtlarını alt-üst ettiler. Haksızlığa ve râzı olunmayan şeylere karşı koymak muhammedî şerîatın gereğindendir. Çünkü hadîs-i şerîfte “Sizden biriniz râzı olunmayan bir şey görürse eli ile ve gücü yetmezse dili ile men’ etsin. Ve eğer buna da gücü yetmezse kalbiyle buğz etsin” buyrulur.

  3. Kur’ân-ı Kerîmde “Kul sîrû fîl ardı fânzurû keyfe bedeel halka” (Ankebût, 29/20) ya’nî “Yeryüzünde geziniz, halk edilme husûsuna nasıl başladı, bakınız!” buyrulur ki, bu tavsiye yeryüzünün ve bitkilerin ve hayvanların ve insanların halk edilme husûslarını araştırmaya teşvîktir. Bundan dolayı batılılar yeryüzünü bucak bucak dolaşıp yer katmanlarının ve fosillerin ilimlerini vücûda getirdiler; ve fiilen bu teşvîk dâiresinde amel ettiler; çünkü isti’dâdları budur, başka türlü hareket edemezler.

  4. Batılılar birisinin odasına gireceği zaman kapıyı vurup girmek için izin isterler. Ve onlar söz ile inkâr ettikleri Kur’ân-ı Kerîm’in şu “Yâ eyyühellezîne âmenû lâ tedhulû buyûten gayra buyûtiküm hattâ teste’nisû ve tusellimû alâ ehlihâ” (Nûr, 24/27) ya’nî “Ey mü’minler, ehlinden izin almadıkça ve selâm vermedikçe, kendi hânenizden başka kimsenin hânesine girmeyiniz!” âyet-i kerîmesinin hükmüne riâyet ederler. Çünkü isti’dâdları budur, başka türlü yapamazlar.

  5. Batılılar Kur’ân-ı Kerîm’in eşlerin sayısı hakkındaki müsâadesini fenâ görüp inkâr ederler. Oysa fiilen, gayr-i meşrû’ olarak bir çok metresler edinirler. Ve bu hâle olan düşkünlükleri o kadar açıktır ki, kendi içlerinde koydukları kanûnlarına, “tabîî çocuk” ta’bîr ettikleri, zinâ çocukları hakkında hükümler koymaya mecbûr olmuşlardır.

  6. Kadınlara ve güzel kokulara meyilleri pek şiddetlidir. Bu ise varlıksal muhammedî nisbettir ki, eserleri ümmetinde de gözükmektedir. Çünkü (Sav) Efendimiz “Bana sizin dünyânızdan üç şey sevdirildi ki, kadın ve güzel kokulardır; ve benim gözüm nûru namazda kılındı” buyururlar. İşte namaz hâriç olmak üzere batılılar bu varlıksal muhammedî nisbetlerin ikisine şiddetle meyillidirler. Çünkü kendileri ümmet-i Muhammed’den olmak isti’dâdındadırlar, başka türlü yapamazlar.

Sonuç olarak batılıların söz ile inkâr ancak fiilen icrâ ettikleri muhammedî şerîatın hükümlerini birer birer saymak lâzım gelse başlıbaşına bir kitap olur. Bu kadarı insâf sâhiplerine numûne olarak gösterildi. Ve bu numûneler ile anlaşıldı ki, muhammedî şerîat doğudan batıya kadar olan bir devredir. Ve âhir zamanda ortaya çıkacak olan Mehdî (as)’ın etkisiyle batılıların söz ile ve fiilen Kur’ân’ın hükümlerini kabulleri kuvvetle beklenmektedir.

İşte Muhammed (as) nasıl ki herkese gönderildi ise, rûh da öylece herkese gönderildi. Ve bunda acâîp bir sır vardır ki, biz onu bu Tedbîrât-ı İlâhiyye kitabının dışındaki eserlerimizde anlattık. Ya’nî bu acâip sır muhammedî makâmlara dâhil ve muhammedî vâris olmakla varlık âleminde bâtınen halîfeliği taşıyan zâtın varlık âleminin tamâmında tasarruf edici olmasıdır. Ve bu mübârek zât her asırda bir tâne olup ma’nevî tasarruf sâhibidir. Ba’zen bu zât sûrî ve ma‘nevî tasarruf sâhibi olur. Nitekim âhir zamanda ortaya çıkacağı haber verilen Mehdî (as) zâhiren ve bâtınen halîfeliği taşıyıcı olur. Ve aynı şekilde rûh da bedende vâhid ya’nî birdir; bedenin zâhirinde ve bâtınında tasarruf eder. İşte bu bahsettiğimiz şey rûha nesebin faydasıdır.

Altıncı şart “işitme ve görme duyusunun selâmeti”dir. Çünkü gözü görmeyen ve kulakları işitmeyen kimse kendi nefsini idâre etmekten âcizdir; başkalarını nasıl idâre edebilir? Rûhun bundaki i’tibârı, onun Hak ile işitmesi ve Hak ile görmesidir. Ve Hak ile işiten rûhun işitmesi ve görmesi elbette âfetlerden uzak ve pâk olur. Ve bunun delîli (Sav) Efendimiz’in Rabb’inden haberci olarak beyân buyurduğu kudsî hadîsidir. O da şudur: “Ben onu sevinceye kadar kulum nâfilelerle bana yaklaşır. Ben onu sevdiğim vakitte de onun işitmesi olurum, Benim ile işitir; ve görmesi olurum, Benim ile görür.”

Şimdi buna tahkîk ehli terimlerinde “nâfilelerle yaklaşma” derler ki, “cem’ makâmı” demektir. Ve bu makamda kul Hakk’a âlet olur. Ve bu makamın üstü “farzlarla yaklaşma”dır ki, ona da “cem’ü’l- cem‘ makâmı” derler; “bakâ-billâh” demektir. Bu makâmda da Hak kula âlet olur.

Burada kendinden bahsedilen bir sır vardır. O da budur ki, mâdemki kulun izâfî vücûdu kesîflik mertebesinde bulunduğu halde, Hak onun işitmesi ve görmesi olmakla Hakk’a âlet oluyor, elbette kesîflikten ârî olan rûh böyle olmaya daha lâyıktır. Ve o halk edilişinin başlangıcından beri böyle oldu. Bundan dolayı işitmesi ve görmesi Hak olan kimse, elbet kendi nefsini ve kendi nefsinin dışındakileri idâreye yeterli ve halîfeliğe daha lâyık olur.