Âlimlerin anlattığı üzere imâmlığın yaratılıştan gelen ilk dört şartı

Ve âlimlerin anlattığı üzere imâmlığın şartları ondur. Onlardan altısı halk edilişe âittir ki, sonradan kazanılmaz; ve onlardan dördü sonradan kazanılandır. Halk edilişe âit olanlara: “Bülûğ” ve “akıl” ve “hürriyet” ve “erkek olmak” ve “Kureyş soyundan gelmek” —ki onda ihtilâf vardır ve âlimlerin ba‘zısı onu dikkâte almaz— ve “işitme ve görme duyusunun selâmeti”dir. Ve sonradan kazanılan dörde gelince: “Necdet” ve “ilim” ve “kifâyet” ve “vera‘”dır. Ve bu şartların hepsi bu ilâhî halîfede mevcûttur. Ve hevâ onlardan uzaktır. Allâh’a, sığınırız. Ona hiç bir kimseyi ortak koşmayız. Şimdi bize yetecek kadar biz onların şartlarını birer birer anlatır ve beyân ederiz. Muhakkak rûh onları topladı.

İlk şart “bülûğ”dur. Çünkü imâmlık çocuk için mümkün olmaz. Allah Teâlâ senin basîretini nurlandırsın. “Bülûğ”un rûhdaki i’tibârı şer’î emirdir. Ve rûhun bülûğu onun ilâhiyyete vâsıl olmasıdır. Ve onun vâsıl oluşu bizim bahsettiğimiz şey üzerine sâbit oldu. Onun üzerine mîsâk aldığında kerîm makâma bülûğudur ki, şeref ve yüksek derece vâsıl oluşudur. Şimdi Hak Teâlâ “e lestü birabbiküm” ya’nî “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” (A’râf, 7/172) buyurdu; “belâ” ya’nî “evet” dedi. Eğer rûhlar bülûğa ermemiş olsaydı, onlardan bu cevap beklenilmez ve onlar üzerine bu hitâb yönelmezdi.

İkinci şart “akıl”dır. Muhakkak imâmlık aklı yerinde olmayan için mümkün olmaz; çünkü o muhâtab değildir ve onun üzerine teklîf yoktur. Oysa imâm mükelleftir. Onun rûhda i’tibârı budur ki, Allah Teâlâ’dan üzerine ulaşan şeyi akleder. Ve bunun için “Belâ” ya’nî “Evet” dedi. Ve o onunla kâim olan bir sıfattır ki, inşâallâhü Teâlâ gelecek olan şeyde, bizim rûh için yardımcı yaptığımız akıl ondan çıktı.

Üçüncü şart “hürriyyet”tir. Muhakkak imâmlık köle için mümkün olmaz. Ve beyânı budur ki, çünkü imâmlık imâmın bütün vakitlerini halkın işlerinde kullanmasını gerektir; ve bu köle için bu uygun olmaz. Çünkü onun efendisi onun sâhibidir. Meşgûliyetleri ve tasarrufları ile onun üzerinde halka lüzûmlu şeylerle ilgilenmeyi keser. Rûhdaki i’tibârı budur ki, hürriyyeti ondan şiddetli ve mükemmel olan bulunmaz. Çünkü onun üzerinde Allah Teâlâ’dan başka hiç bir kimsenin mülkü yoktur. Ve bu nasıl düşünülür ki, o sonradan olanların ilkidir. Ve imâm halka lüzûmlu olan şeylere dalmıştır. Aynı şekilde rûh da mülkünün lüzûmlu işlerine dalmıştır. Hak Teâlâ buyurur: “Yusebbihûnel leyle ven nehâre lâ yefturûn” (Enbiyâ, 21/20) ya‘nî “Gece gündüz tesbîh ederler, aslâ usanmazlar.”

Dördüncü şart “erkek olmak”tır. Muhakkak imâmlık kadın için mümkün olmaz. Bundan men‘ eden şey budur ki, hükümetlerin ekserisinde onun için hâkimlik ve şâhitlik mevkii yoktur. Onun bu i’tibârı açıktır, kendi içinde şerh edilmeye muhtâc değildir. Her ne kadar kemâl sıfâtı ile vasıflanmış olsa da, nefsi imâm olmaktan men‘ eden şey budur ki, o varlıkta sûretlerin perdesi altındadır. Ve o bu imâmın kerîmesi ve halîlesi ya’nî nikâhlı hür kadınıdır; ve o fücûr ve takvâ mahallidir. Ve illet iki halîfelikte de berâberce birliktedir.

Ya‘nî âlimler ve içtihad verenler hazarâtı imâmlık için on şartın varlığının lâzım olduğunu şerîat kitaplarında beyân etmişlerdir ki, bunlardan altısının imâm olacak kimsenin halk edilişinde mevcûd olması lâzımdır. Çünkü bunlar çalışmakla kazanılmaz. Bunlardan dördü çalışmakla kazanılır. Halk edilişte mevcûd olması lâzım gelen şartlar “bülûğ,” “akıl,” “hürriyyet” ve “erkek olmak” ve “Kureyş kabilesi soyundan gelmek”tir, ki bu soy husûsunda âlimlerin ihtilâfı vardır. Ba’zıları, bu soydan gelme şartı imâmlığın şartından değildir, derler. Ve “işitme ve görme duyularının selâmeti”dir. Ve çalışmakla kazanılan dört şart da “necdet” ve “ilim” ve “yeterlilik” ve “vera‘”dır. Aşağıda îzâh edileceği üzere bu şartların onu da ilâhî halîfe olan rûhda mevcûddur. Ve hevâ emîrinde bu şartların hiç birisi yoktur. İlâhî halîfe olan rûhun bu sıfatlarına biz gayrı ortak koşmaktan Allâh’a sığınırız. Çünkü bu sıfatları mahalline isnâd etmemekle zulmetmiş oluruz; ve şirk en büyük zulümdür. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri buyurur: “inneş şirke le zulmün azîm“ ya’nî “muhakkak zulüm en büyük zulümdür” (Lokmân, 31/13).

Şimdi biz rûhun topladığı bu şartları zihninde hiç bir ukde kalmayacak şekilde birer birer anlatır ve beyân ederiz. Şöyleki: Birinci şart “bülûğ”dur. Çünkü zâhirde henüz bülûğ çağına ulaşmayan bir çocuk için imâmlık mümkün olmaz. Sebepleri selîm akıllar indinde çok açık olmakla berâber şer‘î kitaplarda da ayrıntılı olarak anlatılmıştır.

Ey okuyucu, Allah Teâlâ hazretleri senin basîretini ve akıl gözünü nurlandırsın da bu beyânlarımızı iyi anla! Bülûğun rûhdaki i‘tibârı aşağıda îzâh edileceği üzere şer’î emirdir, ya‘nî rûhun bülûğu şer’an sâbittir. Ve rûhun bülûğu onun ilâhiyyete vâsıl olmasıdır ki, bu vâsıl olma husûsu bizim yukarıdan beri rûh hakkında olan beyânlarımız ile sâbit oldu. Ve bu husûsa işâreten Hz. Mevlânâ (ra) Mesnevî-i Şerîflerinde buyururlar:

Tercüme: “Elbise tenden, can da tenden haberdâr değildir; onun dimâğında Allah gamından başkası yoktur.”

Ve aynı şekilde diğer bir beyitte de buyururlar:

Tercüme: “Rabbü’n-nâsın insanların cânına bir esâsa dayanmaksızın ve kıyâssız bir vâsıl oluşu vardır.”

A’râf sûresinde “Ve iz ehaze rabbüke min benî âdeme min zuhûrihim zürriyyetehüm ve eşhedehüm alâ enfüsihim, e lestü birabbiküm, kâlû belâ, şehidnâ” (A’râf, 7/172) ya‘nî “Ne zamanki Hak Teâlâ Benî Âdem’in sırtlarından zürriyyetlerini aldı; ve onları nefisleri üzerine şâhid edip: Ben sizin Rabb’iniz değil miyim? dedi; onlar da: “Evet, şâhid olduk” dediler” buyrulduğu üzere Hak Teâlâ rûhlardan mîsâk aldığında rûhlar kerîm makâma, ya‘nî ilâhiyyete, vâsıl idi ki, bu vâsıl oluş şeref ve yüksek derecelere vâsıl oluştur, yoksa iki şeyin birleşmesi türünden değildir. Çünkü rûhlar mertebesi hakîkî vücûdun gayrılık elbisesiyle açığa çıkma mertebesidir.

Şimdi bu mîsâkın alınışı esnâsında Hak Teâlâ “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” buyurdu. Rûhlar da “Evet!” deyip tasdîk ettiler. Eğer rûhlar bülûğa ermemiş olsaydılar bu hitâba ehil olmazlar ve bu hitâbın hassas ma‘nâsını idrâk edip “Evet” cevâbı ile tasdîk etmezlerdi. Çünkü rubûbiyyet ya’nî rabblık, ancak hakîkî vücûdun gayrılık elbisesiyle açığa çıkmasıyla merbûbun ya’nî rabbı olanın vücûduna bağlıdır. Rûhlar bunu idrâk ettikleri için hakîkî vücûdun Rab ve kendilerinin merbûb ya’nî rabbı olan olduğunu bilip tasdîk ettiler. Bu idrâk ise bülûğa erme eseridir.

İkinci şart “akıl”dır. Muhakkak imâmlık akıldan mahrûm olan deli için mümkün olmaz; çünkü o muhâtab değildir. Aklı olmayan kimseye bir şey söylenmez ve ona bir şey teklîf edilmez. Oysa imâm kulların işlerini yönetmek ile mükelleftir. Ve “akl”ın rûh hakkındaki i’tibârı budur ki, Allah Teâlâ tarafından kendi üzerine ulaşan hitâbı akleder; ve bu akledişi sebebiyle hitâba cevâben “Evet!” dedi. Ve akıl rûh ile kâim olan bir sıfattır ki, inşâallâhü Teâlâ ileride gelecek olan bir bahiste biz aklın rûhun yardımcısı olduğunu beyân ettik; ve aklı bu bahiste rûhun yardımcısı yaptık. Çünkü akıl rûhdan çıktı. Ve aklın aklediş şekli bülûğ hakkındaki şerhde îzâh edildi.

Üçüncü şart “hürriyyet”tir. Ve muhakkak imâmlık köle için mümkün olmaz. Bu hürriyyet zamânımızda insanlar arasında anlaşılan “hürriyyet” değildir; belki köleliktir ki, soya bağlıdır. Ve soy ise çalışarak kazanılan bir şey değildir, halk edilişe âittir. Onun için cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) bunu halk edilişe âit şeyler meyânında saymıştır. Bu husûs bir çok soru ve cevâbı doğurur. Burada onların anlatılması sözü uzatmayı gerektireceğinden anlatımından vazgeçildi. Şimdi köle için imâmlığın mümkün olmamasının beyânı budur ki, imâmın bütün vakitlerini halkın işlerine ayırması gerekir. Oysa bu, köle için mümkün değildir. Çünkü onun efendisi, onun sâhibidir. Vakitlerinin büyük bir kısmında ona bir takım işler emreder; ve köle vakitlerini bu işlere harcamak zorundadır. Bundan dolayı aynı zamanda halkın işleri ile meşgûl olamaz ve hakkıyla vazîfesini yerine getiremez. “Hürriyyet”in rûh hakkındaki i’tibârı budur ki, hürriyyetçe rûhdan daha kuvvetli ve mükemmel olan bir şey düşünülemez. Çünkü onun üzerinde Hak Teâlâ’dan başka hiç bir kimsenin tasarrufu yoktur; ve onun sâhibi ancak Hak’tır. Çünkü o sonradan olanların ilkidir. Ve Hakk’ın hakîkî vücûdu ondan evvel gayrılık elbsesiyle hiç bir mertebede açığa çıkmış değildir. Bundan dolayı altında olan eşyâya bakarak ondan daha hür hiç bir şey yoktur. Ve imâm halkın işlerine nasıl dalmışsa, rûh da kendi mülkü olan cismin işlerinin idâresine öylece dalmıştır. Tedbîrlerini ve tasarruflarını cisim üzerinden bir an kesse ölüm dediğimiz hâl oluşur. Nitekim Hak Teâlâ Kur’ân-ı kerîmde “Gece gündüz tesbîh ederler, aslâ usanmazlar” (Enbiyâ, 21/ 20) buyurur. Bu onun gark oluşunun delîlidir.

Dördüncü şart “erkek olmak”tır. Muhakkak imâmlık kadın için mümkün olmaz. Kadını imâmlıktan men’ eden şey budur ki, hükümetlerde genellikle şer’an ve kânûnen kadınlara hâkimlik ve şâhitlik mevkii verilmemiştir. Çünkü anatomi ilmine göre ve tıbben ve idâreten ve ahlâkan kadınlara erkeklerin vazîfelerini vermek o beşerî cem‘iyyetin yavaş yavaş yok olmasını îcâb ettirir. Bunun maddî sebepleri hakkında anlatılanı anlayabilen selîm akıl sâhiplerine özet olarak îzâhlar verilmesine lüzûm görülür.

  1. Kadınların bünyesi çocuk doğurmaya yönelik oluşumlar çerçevesinde mahlûktur. Bundan dolayı bu bünyeye savaş ve çarpışma gibi erkeklere âit vazîfeler yüklenemez. Halk edilişine karşı gelinerek bunlar ona yüklenirse o vazifeyi lâyıkıyla yerine getiremez. Hem vazîfe ve hem de bünye bozulur.

  2. Kadın bünyesel oluşumları itibâriyle erkeğin döllemesini kabûlle ve tabîi olarak terbiye vazîfesiyle görevli; ve döllenmeden sonra erkeğin nutfesini sağlıklı bir şekilde muhâfaza vazîfesiyle mükelleftir. Tıbben kadın gerek hâmileliğinde ve gerek doğumdan sonra lohusalık hâlinde hastadır. Bu hastalığı esnâsında kendi vücûdunun ârızalarıyla meşgûl ve asabî olup hislerine hâkim değildir; muhâkemesinde selâmet yoktur. Bu müddet zarfında zâtî husûslarını bile yerine getirmekte zorlanan bir kadının halkın işleri ile uğraşması mümkün değildir. Özellikle def’alarca bu hâmilelik hâlinin gerçekleşmesi vücûdunun tabîî kâidelerinin gereğindendir.

  3. Kadın erkekten daha fazla tabîatı gereği olarak ekseriyetle gösterişe ve ziynetler ile güzelliğini göstermeye meyillidir. Bu hâlin isbâtına gerek yoktur. Çünkü gerek târîhe baktığımızda ve gerek zamânımızda hissen görülür. Bunun tersini iddiâ etmek güneşi inkâr etmek türündendir. Ve kadınların ekseriyetle bu meyilleri pek kuvvetli ve şiddetli olup zamânımızda “moda” denilen iktisâdî belâ her memlekette bunun şâhididir. Ve bu hissi tatmîn etmek için mâsûmiyet sermâyesini fedâ eden kadınlara her memlekette bölük bölük rastlanır. Şimdi bu hisse üstün gelen kadınlar istisnâdır; ve istisnâ ise kâide değildir. Bundan dolayı kadının halkın işleri üzerinde bu hissi ile tasarruflara kalkışması idâreten câiz değildir.

  4. Tabîatları gereği ekseriyetle gösterişe ve ziynetler ile güzelliğini göstermeye meyilli olan kadınların erkeklerin vazîfelerine iştirâkleri ahlâk yönünden uygun değildir. Çünkü erkek ile yakınlaşmaya sebeptir. Ve bu yakınlaşma esnâsında tarafların hislerine hâkim olabilmeleri nefislerinin ölmüş ve mutmain olmuş bulunmalarına bağlıdır. Böyle bir nefis, insana yıllarca süren mücâhedelerden ve riyâzâtlardan sonra bile oluşmaz. Gece gündüz nefsânî arzûları peşinde koşan insanlarda böyle bir hâlin düşünülmesi mümkün müdür? Kadında güzelliği gösterme isteği ve işve ve naz ve edâ meyli bulundukça hangi bir erkek ona karşı metânetini muhâfaza edebilir? Ve bir kadının, halk edilişinde sâbitleşmiş olan bu hissi ile reîslik makâmında bulunması hâlinde, Rus ve İngiliz melikeleri Katerina ve Viktorya’nın târihlerde kayda geçmiş olan hallerini temsîl edeceği açıktır. Ve zamânımızda fuhuşların her memlekette çoğalmasına tek sebep yakınlaşmaların sıklığıdır. Diğer sebepler onun altında örtülü teferruâttır.

Şimdi bu esâslara zamânımızın kadın-sever erkekleri ve erkek-sever kadınları bir takım safsatalar ile i‘tirâz edebilirler. Fakat bizim sözümüz insâf sâhiplerine ve selîm akıl sâhiplerinedir. Hayvâniyyet duygularının üstüne yaldızlı perdeler çekmek isteyenlere değildir.

SORU: Hz. Şeyh-i Ekber bu kitapta kadınlar için imâmlığın mümkün olmayacağını buyuruyor. Oysa Fusûsu’l-Hikem’de Süleymân Fassı’nda Süleyman (as) ile Yemen melikesi Belkıs’ın kıssasında hükümet siyâsetine vâkıf olmada Belkıs’ın erkekler üzerine üstünlüğünü beyân etmiştir. Bu kıssa Kur’ân-ı Kerîm’de de zikredildiğine göre kadın için imâmlığın bağlanmasının geçerli olması lâzım gelmez mi?

CEVAP: İlk olarak bu kitapta cenâb-ı Şeyh (ra) mülkün idâresi hakkındaki genel kâideleri açıklıyor ve bundan dolayı genel kâide olarak kadın için imâmlığın bağlanamayacağını beyân buyuruyorlar. Fusûsu’l-Hikem’deki beyânları ise bu genel kâidenin istisnâsıdır; ve istisnâ ise genel kâideler arasında zikredilmez. İkinci olarak Süleyman (as)ın Yemen melikesini da‘veti ve imâmlığı kendi nübüvvet-penâhîlerine tahsîsi ve kıssanın Kur’ân-ı Kerîm’de zikri, kemâlî sıfatlar ile vasıflanmış olsa bile, Allah indinde kadın için imâmlığın bağlanmayacağına delîldir. Böyle olunca Hz. Şeyh-i Ekber’in yüksek beyânlarında birbirine zıtlık yoktur.

Şimdi kadının zâhirî hükûmetlerin ekserisinde imâm olamamasının insânî vücûttaki i’tibârı açıktır; ve işin aslında îzâha muhtaç değildir. Ve o da insânî nefstir. Ve insânî nefs her ne kadar kemâlî sıfatlar ile vasıflanmış olsa da insânî vücûtta imâm ve hâkim olamaz. Onu imâmlıktan men’ eden şey budur ki, nefis dediğimiz kuvvet varlık âleminde sûretlerin perdesi altına gizlenmiştir. Bir sûrete bağlanmaksızın onu görmek mümkün değildir. Ve nefis imâm olan rûhun kerîmesi ve halîlesi ya’nî nikâhlı hür eşidir ki, yukarıdaki şerhlerde îzâh edildiği üzere, o fücûr ve takvâ mahallidir. Ya’nî ona ezelî isti’dâdına göre fücûr ve takvâ cinsinden olan şeyler ilhâm olunur. Ve bu dişilik illeti hem zâhirî ve hem de bâtınî halîfelikte birlikte mevcûttur.