Hevâ-Şehvet / Nefs / Rûh-Akıl Hakkında

Kitabın yazarı der ki: Daha sonra Allah Sübhânehû insan üzerine ni’metinin tamâmından ve nüshanın tamamlanmasından dolayı, bu memlekette yerine getirmesi için kuvvetli, kendisine itâat edilen, adamları çok ve tâbi’leri sayıca kuvvetli olarak bir emîr vücûda getirdi. Ve bunlar halîfeye karşıdır ki, ona hevâ” ismini verdi. Ve bir yardımcı vücûda getirip ona da “şehvet” ismini verdi. Şimdi o bir gün ordusu ve tâbi’leri içine çıkarak bostanlarının ba’zısında gezintiye çıktı. Ve halîfenin hurresi ya’nî câriye olmayan hür eşi olan nefis onun üzerine doğdu ve birdîğerini gördü. Ve onlardan her biri kendi sâhibine baktı. “Hevâ” ona âşık oldu. Bundan dolayı onunla bir araya gelme sebepleri hakkında hîle yaptı. Böyle olunca dâimâ ona geldi. Ve onun gönlünü almak istedi ve ona hazretini yaydı. Ve indinde olan şeyin en güzelini ona hediye etti. Ve emellere yönelik elçiler ve asılsız şeylerin elçileri onların arasında gidip geldi. Sonuçta ona meyletti. Ve ona boyun eğdi. Ve cebretmeyi ve ihsânı ona temlîk eyledi. Oysa halîfe bundan gâfildir. Ve onun yardımcısı olan akıl buna vâkıftır. Ve o, belki halîfe buna vâkıf olmaz ve nefis üzerinde olduğu şeyden geri döner diye bu husûsu idâre eder. Şimdi nefis kuvvetli ve kendisine itâat edilen iki emîrin arasında olur. Ve onu o da, çağırır, bu da çağırır. Ve hepsi Allah Teâlâ’nın izniyledir. “Kul küllün min indillâhi” ya’nî “De ki: hepsi Allah’ın indindendir” (Nisâ, 4/78) ve “Küllen numiddu hâulâi ve hâulâi min atâi rabbike” ya’nî “Bunları herkese veririz ve bunlar Rabb’inin verişlerindendir” (İsrâ, 17/20). “Fe elhemehâ fucûrehâ ve takvâhâ” ya’nî “sonra ona (nefse) fücûrunu ve takvâsını ilhâm ettik” (Şems, 91/8) onun sözünün eseri hakkında “ve nefsin ve mâ sevvâhâ” ya’nî “ve nefse ve onu tesviye edene (andolsun)” (Şems, 91/7). Ve işte bunun için biz onu değiştirme ve temizleme mahalli yaptık. Şimdi eğer hevâya uyarsa değiştirme gerçekleşir; ve onun için “kötülük ile emmâre ya’nî emredici” ismi hâsıl olur. Ve eğer akla uyarsa temizleme gerçekleşir. Ve onun için şerîat hükümlerince “mutmainne” ismi geçerli olur. Ve bu emrin gerçekleşmesi latîf olan hikmet sebebiyledir ve acâib bir sırdır. O da budur ki: Muhakkak Allah Sübhânehû ve Teâlâ bu halîfeyi kemâl cinsinden bizim vasfettiğimiz şey üzere vücûda getirdi. Hak Sübhânehû bununla berâber ona kendisinin “fakîr” olduğunu ve onun için güç ve kuvvetin ancak Rab Teâlâ olan onun Efendi’si ile olduğunu bildirmeyi istedi. Şimdi bunun için ona muhâlif olarak vücûda getirdi ki, ona taklîd ettiği şeyde ona karşı çekişir. Ne zaman gördü ki, rûh çağırır ve nefis ona uymaz. Oysa ona “o senin mülkündür” denilmiş idi. Yardımcısına dedi ki: “Onun bana uymasına engel olan sebep nedir?” Böyle olunca akıl ona dedi: “Ey kerîm olan Efendi, senin karşında bir emîr mevcûddur ki, kuvvetli, kendisine itâat edilen, erişilmesi güç, erişilmeye değerdir. Ona “hevâ” denir. Verdikleri hemen verilen ve görünendir.” Ona yardımcısını gönderdi. Ona hazretini yaydı. Ve ona istediğini en kısa ve yakın zamanda çabuk olarak verdi. Bundan dolayı o onun da’vetine uydu ve ona boyun eğdi ve onun kahrı altında oldu. Ve ordularının ve tâbi’lerinin köyleri ona tâbi’ oldu. Ve memleket erbâbından senin için, ancak senin hakîkatlerin ile tahakkuk etmiş olan ve sana tahsîs edilmiş olan devlet erbâbın kaldı. Ve işte o onu tahrîb etmek ve seni mülkünden çıkartmak için köşkünün önüne kadar geldi. Ve senin tahtını kuşattı. Helâk olmadan evvel çabuk çâresine bak!”

Kitabın yazarı der ki: Şimdi rûh, Allâhü Kadîm Sübhânehû’ya şikâyete döndü. Böyle olunca nefsinde ihtiyaç ve acz ve zillet ile onun ubûdiyyeti ya’nî kulluğu onun için sâbit oldu. Ve ayırım tahakkuk etti. Ve değerini bildi. Ve istenen de bu idi. Şimdi insan eğer hayır ve ni‘metlenme üzerine yaşasa, sıkıntıya düşünceye kadar, ömrü boyunca onun hakkında olan şeyin değerini bilmez. Bundan dolayı onu zarar dokunduğu zaman ni’metlenme ve hayırlar cinsinden kendi hakkında olan şeyin değerini bilir. Böyle olunca bunun indinde de Mün‘im’in değerini bilir.

Kitabın yazarı der ki; Ne zamanki rûh Rabb’ine şikâyet ile mürâcaat etti, Hak Sübhânehû nefsin ve onun arasında vâsıta oldu da ona buyurdu ki: “Yâ eyyetühen nefsül mutmainneh; İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeh; Fedhulî fî ibâdî; Vedhulî cennetî” ya’nî “Ey mutmain olan nefs; Rabbi’ne dön, râzı olarak ve râzı olunmuş olarak; o zaman kullarımın arasına gir; ve cennetime gir” (Fecr, 89/27-28-29-30). Ne zamanki ona sesleniş geldi, vâsıtalar kalktı. Meyletti ve geldi ve iştiyaklı oldu.Bundan dolayı icâbet etti.Ve ilâhî inâyete döndü.

Kitabın yazarı (ra) buyurur ki: Allah Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri ilâhî halîfe kılmaklığıyla vasıflandırdığı insan üzerine, bu cisim memleketinde lâzım olan her şeyi yerine getirmesi için, ni’metini tamamladı. Ve büyük âlemin nüshası olan bu küçük âlemi tamamladı. Ve ni’metini tamamlayıcı olarak ve bu nüshayı tamamlayarak cisim şehrinde bir emîr vücûda getirdi ki, o emîr kuvvetlidir, kendisine itâat olunur. Ve hizmetkârları çoktur; ve sayıca kuvvetlidir. Ve bu sayıca fazla olan tâbi’ler ve hizmetkârlar halîfeye karşı ve muhâliftir. Ve o emîre “hevâ” denilir. Ve Hak Teâlâ hazretleri o hevâ emîrine uygun olarak bir de yardımcı vücûda getirip ona “şehvet” ismini verdi. Şimdi hevâ emîri bir gün ordusu ve hizmetkârları içine çıkıp bostanlarının ve bahçelerinin ba’zısında gezintiye çıktı. Ve halîfenin nikâhlı eşi nefis, hevâ denilen emîre doğdu ve gözüktü; ve birbirini gördü; ve birdîğerine baktılar. Hevâ denilen emîr ona âşık oldu. Bu âşıklık üzerine hevâ nefis ile bir araya gelme sebepleri hakkında çâreye ve hîleye başvurdu. Bundan dolayı hevâ dâimâ onun yanına gelmeye başladı. Ve nefsin gönlünü almak istedi de onun önüne hazretini, ya’nî dünyevî lezzetleri yaydı. Beğendiklerini al! dedi. Nitekim hadîs-i şerifte “Dünyâ hazretlerin hoş ve tatlısıdır, dâimâ onlardan hediye eder” buyrulur ki, dünyâ bir takım hâzır ve hemen gerçekleşen lezzetleri içinde barındırır, demek olur. Ve hevâ kendisinde bulunan şeylerin en güzelini ona hediye etti ki, bunların esâsı ”Zuyyine lin nâsi hubbuş şehevâti minen nisâi vel benîne vel kanâtîril mukantarati minez zehebi vel fıddati vel haylil musevvemeti vel en’âmi vel harsi, zâlike metâul hayâtid dünyâ” ya’nî “İnsanlara, “kadınlara, oğullara, kantar kantar biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, hayvanlara ve ekinlere olan muhabbetlerinin” şehvetleri süslü gösterildi. Bunlar, dünya hayâtının menfaatleridir” (Âl-i İmrân, 3/14) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulan yedi şeydir. Onların en başında kadın vardır. İkinci olarak evlâd; daha sonra altın; ondan sonra gümüş; sonra atlar; ve sonra deve ve koyun ve keçi ve inek gibi hayvânlar; yedincisi ekinlerdir. Bunların dışında olan eşyâ bunların fer’lerindendir. İşte bu yedi şey dünyâ menfaatinin esaslarıdır. Ve bunlardan ekinler ve hayvanlar ve atlar, altın ve gümüş elde etmek içindir. Ve altın ve gümüşün elde edilmesi de kadına olan muhabbetten dolayıdır ki, ondan hem hoşlanılır ve hem de evlâd ve yeni nesil doğar. Ve bunların hepsi hevânın ve onun yardımcısı olan şehvetin tasarrufu altındadır. Ve hevânın nefse en güzel hediyesi erkek için güzel kadın ve kadın için de yakışıklı erkektir. Çünkü dünyevî lezzetlerin en büyüğü cinsel ilişkidir. Onun üstünde olarak nefsin meyledeceği diğer bir lezzet yoktur.

Şimdi şehvetin aşırı fazlalığından cisim şehri harâb olacağı gibi, her hangi bir beşerî topluluğu oluşturan kişilerin büyük çoğunluğunun şehvette aşırıya kaçmaları yüzünden o topluluk harâb olur.

Şimdi hevâ nefse âşık olunca onların arasında emellere yönelik elçiler, ya’nî istekleri ve emelleri tebliğ eden elçiler ve asılsız şeylerin elçileri, ya‘nî histeki lezzetli şeylerin elçileri gidip geldi. Örneğin hevâ nefse: Kumar oyna hem eğlenir ve hem de para kazanırsın ve zengin olursun. Ve zengin olunca falan kadına nâil olursun diye telkînler uygular. Ve aynı şekilde şimdi bahar mevsimidir. Cami‘ye ve dergâha kapanacağına biraz gezinti yerlerini dolaş! Hem havâ alır ve hem de güzelleri seyredersin, diye hisse âit türlü lezzetler tebliğ eyler. Sonuçta nefis kendisine sunulan bu hazları ve lezzetleri görüp hevâya meyletti. Ve ona boyun eğip, artık hevâ tarafından gerçekleşen her türlü aktarımları kabûl ederek icrâya başladı.

Ve hevâ emîri kendisine meyleden nefse cebretmeyi ve ihsânı temlîk eyledi ya’nî arttırdı. Çünkü herhangi bir kuvvetli emîr, isteklerini ya cebren veyâ ihsân yoluyla yerine getirir. Bundan dolayı kuvvetli bir emîr olan hevâ da isteklerini yerine getirmek için nefis üzerinde cebrîliğini ve ihsânı arttırdı. Oysa halîfe, hevâ ile nikâhlı eşi olan nefis arasındaki bu halden gâfildir. Fakat onun yardımcısı olan akıl buna vâkıftır. Ve o akıl, belki halîfe buna vâkıf olmaz ve nefis de bu yaptığı şeyden geri döner, diye bu husûsu gizler. Böyle olunca nefis kuvvetli ve kendisine itâat edilen iki emîrin arasında kalır.

Ve nefsi bir taraftan halîfe ve bir taraftan hevâ çağırır. Ve nikâhlı eşi olan nefsi, rûhun hevâya kaptırması ve nefsin böyle ikisinin arasında kalması hep Allah Teâlâ hazretlerinin izniyledir. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri “kul küllün min indillâhi” (Nisâ, 4/78) ya‘nî “Ey Resûlüm, her şey Allah Teâlâ indindendir, de!”“Küllen numiddu hâulâi ve hâulâi min atâi rabbike” (İsrâ, 17/20) ya‘nî “Hepsini bunlara biz imdâd ederiz. Ve bunlar senin Rabb’inin verişleri cinsindendir” buyurur. Ve aynı şekilde Hak Teâlâ buyurur: “Fe elhemehâ fucûrehâ ve takvâhâ” (Şems, 91/8) ya‘nî “Hak Teâlâ nefse fücûru ve takvâyı ilhâm etti.” Ve onun bu sözünün eseri hakkında da “ve nefsin ve mâ sevvâhâ” (Şems, 91/7) âyet-i kerîmesinde nefis üzerine ilâhî yemîn olmuştur. Ya’nî “Nefis ve ona a‘zâ ve duyulardan tesviye ettiği şey hakkı için” demek olur.

Bilinsin ki, her bir nefis kendi sâbit ayn’ının gölgesi ve sâbit ayn’ı da bir ilâhî ismin gölgesidir. Bundan dolayı nefis gölgenin gölgesi olur. Şimdi sâbit ayn hangi ilâhî ismin gölgesi ise, o ismin hazînesinde gizli olan hükümler ve eserler bu varlık âleminde kendisinin gölgesi olan nefiste açığa çıkar. Çünkü gölge gölgenin sâhibine tâbi‘dir. Örneğin yuvarlak bir şeyin gölgesi yuvarlak; ve uzun bir şeyin gölgesi de uzun olur. Bu tabîî bir haldir. Böyle olunca her bir nefse fücûr ve takvâdan ilhâm olunan şey, kendi hakîkati olan sâbit ayn’ından ve ona da görünme yeri olduğu ismin hazînesinden gelir. Ve isimler ise isimlendirilenin “ayn”ı olduğundan bunların hepsi Hak Teâlâ tarafından gelir. Ba’zen bir nefsin hakîkati saâdet görünme yeri iken bu varlık âleminde çevresinin kendisine verdiği bir hal sebebiyle geçici olarak fücûra meyleder. Fakat görünme yeri olduğu ismin hükümleri ve eserleri üstün gelmekle ve kendisine takvâyı ilhâm etmekle fücûrdan takvâya döner. Ve aynı şekilde bunun aksi olarak bir nefsin hakîkati şekâvet görünme yeri iken, bu varlık âleminde çevresinin zaman zaman olan te’sîrlerine uyarak kendisinden takvâ açığa çıkar. Fakat sonrasında görünme yeri olduğu ismin hükümlerinin ve eserlerinin üstün gelmesi ve kendisine fücûru ilhâm etmesiyle takvâdan fücûra meyleder. Ve fücûrun en küçüğü küçük günahlar; ve ortası büyük günahlar; ve en büyüğü küfürdür. Ve takvânın en küçüğü farzları yerine getirmek; ve ortası farzlarla berâber nafi’leleri yerine getirmek; ve en büyüğü izâfî vücûdu hakîkî vücûdda fânî kılmaktır. Ve işte bunun biz nefsi fücûr ile değiştirme ve takvâ ile temizleme mahalli yaptık.

Şimdi eğer nefis hevâya uyarsa fücûr ile değiştirme gerçekleşir. Ve bu halde de o nefse “kötülük ile emmâre ya’nî emredici” ismi verilir. Ve eğer akla uyarsa takvâ ile temizlenme gerçekleşir. Ve ona şerîat hükümlerince “mutmainne” ismini vermek geçerli olur. Ve nefsin böyle kuvvetli ve kendisine itâat edilen iki emîrin arasında olması, Hak Teâlâ hazretlerinin latîf olan hikmeti sebebiyledir. Ve acâib bir sırdır. O sır da budur ki, muhakkak Allah Teâlâ hazretleri bu halîfeyi zâhiren ve bâtınen kemâl cinsinden bizim vasfettiğimiz şey üzere vücûda getirdi. Nitekim âyet-i kerîmede “ve esbega aleyküm niamehu zâhireten ve bâtıneten” ya’nî “Ve sizin üzerinize zâhiren ve bâtınen ni’metlerini tamamladı” (Lokmân, 31/20) buyurur. Ya’nî Hak Teâlâ hazretleri halîfeyi hayat, ilim, sem‘, basar ilh… gibi ma’nevî sıfatlarını taşımaya müsâit olarak halk eyledi ki, bunlar bâtın ni’metlerdir. Ve aynı şekilde duyular ve a‘zâ ve bunların eklerini ve gereçlerini kabûle müsâit olarak vücûda getirdi ki, bunlar da zâhir ni’metlerdir. Ve bunların hepsi kemâl cinsinden olan şeylerdir.

Şimdi böyle ilâhî ma‘nevî sıfatları taşıyıp kendisinin aslından gayrılık elbisesi ile açığa çıkan bu halîfe, kendi nefsinde kuvvet ve kudret göreceği ve bu görüş ile aslından perdeleneceği için Hak Teâlâ hazretleri o halîfeye işin aslında kendi nefsinin fakîr ve aslına muhtaç olduğunu ve kendisinde bulunan güç ve kuvvetin ancak yüce terbiyecisi bulunan kendisinin seyyidi ve efendisi ile mevcûd olduğunu bildirmeyi istedi. İşte bu maksad ile onun tasarruf edici olduğu cisim şehri içinde kendisine karşı ve muhâlif olarak vücûda getirdi ki, ona yüklemiş olduğu tasarruf kudretinde ona muhâlefet eder.

Ne zamanki halîfe olan rûh gördü ki, nefsi çağırır ve nefis onun da’vetine uymaz. Oysa rûha, o nefis senin mülkündür, denilmiş idi. Rûh nefsin kendi mülkü olmasıyla berâber da’vetine uymadığına hayret edip yardımcısına dedi ki: Bu nefis benim mülküm olduğu ve kendisini da’vet ettiğim halde niçin uymuyor? Bu uymasını engelleyen sebeb nedir? O soruya cevâben akıl rûha dedi:

“Ey kerîm olan efendi!”

Çünkü rûh halîfe olup kendisini halîfe kılanın aynıdır. Bundan dolayı kerem sıfatını da taşıyıcıdır. Akıl bu sebeple ona “kerîm” diye hitâb etti. Ve vücûd mülkünün tasarruf edicisi olduğundan “efendi” diye hitâb etti.

“Senin karşında bir emîr vardır ki, kuvvetlidir ve kendisine itâat edilendir; ve erişilmesi güçtür; ve nâil olduğu şeyler pek büyüktür. Ve o emîre “hevâ” denir. Verişlerini ve ihsânını duyulara gösterir ve hemen verir. Senin verişlerin gibi duyulardan gizli ve âhiret âlemi için sonraya bırakılmış değildir. Ve o emîr, nefse yardımcısı olan şehveti gönderdi. Ve onun önüne bu hemen olan algılanabilir lezzetlerin türlüsünü yaydı. Ve nefsin bu lezzetler ve hazzlar içinden beğendikleri şeyleri pek az ve pek yakın bir zaman içinde acele ona verdi. Nefis de böyle isteklerini çabuk veren hevâ emirinin da’vetine uydu; ve ona teslîm oldu ve onun kahrı altına girdi. Ve cisim şehri içindeki orduların ve tâbi’lerin köyleri ve kasabaları ona tâbi’ oldu. Ve memleket erbâbından senin için ancak senin hakîkatlerin ile tahakkuk etmiş ve sana tahsîs edilmiş olan devlet erbâbın, ya‘nî kemâlî sıfatlar kaldı. Ve işte o hevâ emîri senin köşkün olan kalbin önüne kadar geldi. Onu tahrîb edecek ve seni mülkünden çıkaracaktır. Ve senin tahtını kuşattı. Helâk olmadan önce çabuk onu def’etmenin çâresine bak!”

Kitabın yazarı cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) buyururlar ki: Gayrılık elbisesiyle sonradan olmuş olan rûh, yardımcısı olan akıldan bunları dinledikten sonra kendisinin kadîm aslı olan Allah Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerine şikâyete döndü. İşte bu şikâyeti sebebi ile, rûhun nefsinde ayrı ve bağımsız olmayıp aslına ihtiyâcı ve aczi ve zilleti ve aslı indinde ubûdiyyeti ya’nî kulluğu tahakkuk etti. Ve Hakk’ın samed oluşu ve rûhun muhtaç oluşu; ve Hakk’ın kudreti ve rûhun aczi; ve Hakk’ın izzeti ve rûhun zilleti; ve Hakk’ın efendiliği ve rûhun kulluğu birdîğerinden ayrıldı ve tahakkuk etti. Ve netîcede rûh kendi değerini ve derecesini bildi. Ve ilâhî istek de ancak bu idi. Bunun delîli his âleminde de açıkça gözükmektedir. Çünkü insan bütün ömründe türlü râhat ve ni‘met içinde yaşasa, aslâ Mün‘im’e ya’nî ni’metleri verene şükretmek hâtırına gelmez. Çünkü bu nimetlerin değerini bilmez. Ancak bunların zıddı olan elem ve azâba düştüğü zaman râhat ve ni‘metin değerini ve kıymetini bilir. Nitekim “Cefâyı çekmeyen âşık safânın değerini bilmez” demişlerdir. Ömrü boyunca hiç hastalık çekmemiş olan kimse sıhhatin değerini bilmez. Hastalık gelince sıhhatin geri gelmesine hasret çeker. Çünkü eşyâ zıddıyla belli olur. Bundan dolayı insan ni’metlere dalmış iken kendisine zorluklar gelince Mün‘im’in değerini bilip ona şükreder.

Kitabın yazarı (ra) buyurur ki: Rûh Rabb’ine şikâyet ile mürâcaat ettiği zaman, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri rûh ile nefis arasında vâsıta oldu. Ve koca ile karısının arasını bulmaya teşebbüs edenlerin vazîfesini üzerine aldı da nefse şöyle hitâb etti: “Ey mutmainne nefs, râzı olduğun ve râzı olunmuş olduğun halde Rabb’ine dön de benim kullarıma ve cennetime dâhil ol!” (Fecr, 89/28-29). Cenâb-ı Şeyh (ra) bu âyet-i kerîmeyi aşağıda gelecek ibârelerinde tefsîr buyururlar.

Ne zamanki nefse bu ilâhî sesleniş geldi, rûha meyletmesine engel olan vâsıtalar kalktı, o tarafa meyletti. Ve koşa koşa rûh tarafına geldi. Ve onda iştiyâk hâsıl oldu. Bundan dolayı Rabb’inin da’vetine uydu etti. Ve ilâhî inâyete döndü.