Kitabın yazarı der ki; Daha sonra Allah Sübhânehû ve Teâlâ bu şehir içinde mekânın en yükseğinde onun için yüksek ve seyirli acâip bir gezintilik binâ etti ki, ona “beyin” ismini verdi. Onda onun için pencereler ve kapılar açtı ki, onlardan mülküne bakar. Ve onlar kulaklar ve gözler ve burun ve ağızdır. Daha sonra onun için bir hazîne binâ edip “hayâl hazînesi” ismini verdi. Ve onun vergilerinin karar bulma mahalli ve hissin verdiği şeyin çıkış mevzi’i kıldı. Ve onda görülen ve işitilen ve koklanan ve tadılan ve giyilen şeyler ve onlara bağlı olan şeylerin gelirlerine bir mahzen yaptı. Uyuyanın uyurken gördüğü şeyler ve rü’yâlar bu hazîneden ortaya çıkar. Vergilerde nasıl ki helâl ve harâm varsa, uyurken görülen şeylerde de böylece sâdık rü’yâlar ve ma’nâsız rü’yâlar vardır. Bu gezintiliğin ortasında “fikir hazînesi”ni binâ eyledi ki, ona hayâlden hâsıl olan şeyler çıkar. Şimdi onlardan doğru olanını kabûl eder ve bozuk olanını reddeder. Ve beyinden bu mevzi’i vezîrin ya’nî yardımcının meskeni kıldı ki, o “akıl”dır. Ve kitabın içinde ona mahsûs bir bölüm vardır. Burada bahsini söyledik. Daha sonra onun için “nefs”i vücûda getirdi. Ve o değiştirme ve temizleme mahalli ve emir ve yasağın karargâhıdır. Ve o mübârek olan gecedir ki, Hakîm’in emrinin her biri onda ayrılır. Ve onun hazzı ulvî âlemden “Kürsî”dir. Nitekim “rûh”un mahalli bu âlemden “Arş”tır; ve nefis “kerîme”dir; bu halîfenin kerîmesidir ve onun hurresidir ya’nî hür kadınıdır. Ve İmâm Ebû Hâmid: “Muhakkak rûh nefsi nikâh etti. İkisinin arasında cisim doğdu” sözünde buna işâret etti. Şimdi Lübâbü’l-Hikme kitabının başlarında buna işâreten: “Rabb’imiz; ve ulvî babalarımızın ve süflî analarımızın Râbb’i” dedi. Lâkin tasavvuf ehli, kendisinde hazz olan varlıklardan bir varlığa dönük her bir fiil üzerine “nefsî,” ya’nî “nefsin emrindendir” terimini koydular. Bu fiilin övülmüş veyâ yerilmiş olması farketmez. Ve kendisinde hazz olmayan her bir şey ancak Allah Teâlâ’ya hâstır. O da rûhtur. Ve muhakkak insan için üç nefis, vardır ki, “bitkisel nefs”tir; ve onun sebebiyle madenlerle müşterektir. Ve “hayvânî nefs”tir; ve onun sebebiyle hayvanlarla müşterektir. Ve “konuşan nefs”tir; ve onun sebebiyle bu iki mevcûttan ayrılır. Ve onun üzerine insâniyyet ismi geçerli olur. Ve onun sebebiyle melekûtta ayrılır. Ve o bizim bahsettiğimiz “kerîme olan nefs”tir. O da halîfenin altındadır.
Kitabın yazarı (ra) buyurur ki: Allah Teâlâ hazretleri bu cisim şehri içindeki mekânların en yükseğinde o halîfeye mahsûs olarak yüksek ve seyre sâhip ve acâip bir gezinti mahalli binâ edip bu mahalle “beyin” ismini verdi. Bu gezintilikte o halîfe için bir takım pencereler ve kapılar açtı ki, onlardan mülküne bakar. Ve bu pencereler ve kapılar da iki göz ve iki kulak ve burun ve ağızdır. Daha sonra onun için bir hazîne binâ edip ona “hayâl hazînesi” dedi. Ve bu hazîneyi cisim şehrinden halîfeye âit olarak toplanan vergilerin ve haraçların karar bulma ve toplanma mahalli ve beş duyunun verdiği şeylerin çıkmalarına mahsûs bir mahal edindi. Ve bu hazînede, görülen ve işitilen ve koklanan ve tadılan ve giyilen şeyler ile bunlara bağlı olan duyuların toplanmasına mahsûs olmak üzere bir mahzen yaptı. Uyuyan kimsenin gördüğü sûretler ve rü’yâlar bu hazîneden ortaya çıkar.
Zâhiri hükûmetin topladığı vergilerde, nasıl ki helâl ve harâm varsa, bu mahzene toplanmış olan vergilerde de böylece helâl ve harâm bulunduğundan uyuyan kimsenin gördüğü sûretlerde ve rü’yâlarda da “sâdık rü’yâ;” ve “ma’nâsız,” ya’nî ta‘bîre gerek olmayan bir takım perîşân rü’yâlar vardır. Hak Teâlâ hazretleri bu gezintiliğin ortasında da “fikir hazînesi”ni binâ eyledi ki, bu hazîneye hayâlden hâsıl olan şeyler çıkar. Ve bu hazîne kendisine çıkıp gelen hayâlden hâsıl olan şeylerden doğru olanlarını kabûl eder; ve bozuk olanlarını da reddedip girmesine müsâade etmez. Ve beyinde olan bu mevzi‘i Hak Teâlâ “vezîr ya’nî yardımcı”nın meskeni edindi. Ve o “vezîr ya’nî yardımcı” da “akıl”dır. Ve bu kitâbın içinde vezîr olan akla mahsûs özel bir bölüm vardır. Burada ilgisi dolayısıyla bahsedildi.
“Hayâl hazînesi” ve “duyular” ve “fikir hazînesi” ve sâire hakkında burada biraz îzâhlar verilmesine lüzûm görüldüğünden Gülşen-i Râz kitabının sâhibi Mahmûd Şebüsterî hazretlerinin Mir’ât-ı Hakâyık ismindeki risâlesinden alınarak özet bilgiler verilecek:
Bilinsin ki, “nefis”te dört itibâr vardır ki, onlar da “tabîî nefs” ve “bitkisel nefs” ve “hayvânî nefs” ve “konuşan nefs” yâhut “insânî nefs”dir.
“Tabîî nefs” cismin parçalarına dağılmasına engel olup onları bir arada tutan bir kuvvettir.
“Bitkisel nefs” cismi üçlü ölçüye, ya‘nî uzunluğa ve genişliğe ve derinliğe doğru büyüten bir kuvvettir.
“Hayvânî nefs” cisme kendi tercîhi ile hareket veren bir kuvvettir.
Her bir nefse hizmet eden bir takım kuvvetler vardır. Ve tabîî nefs ile bitkisel nefs kendilerinin hizmetçileri olan bütün kuvvetler ile berâber hayvânî nefsin hizmetine mahkûmdurlar. Hayvânî nefsin de ayrıca kendisine mahsûs on iki hizmetçisi vardır ki, bu kuvvetlerin her birisi kendisine âit olan hizmetler ile meşgûldür. O on iki hizmetçinin beşi zâhir beş duyu ve beşi bâtın beş duyu ve ikisi de şehevî kuvvet ve gazabî kuvvettir.
Zâhir beş duyu: Görme, işitme, tadma, koklama ve dokunmadır. Bâtın beş duyu: Müşterek his, hayâl, vehim, fikir ve hâfızadır. “Konuşan” veyâ “insânî nefs,” bu kuvvetlerin kemâli veyâ i’tidâlidir.
Ve tabîî ve bitkisel ve hayvânî nefs bütün hizmetçileriyle berâber insânî nefsin hizmetine mahkûmdur. Bahsedilen on iki kuvvette hayvânî nefs ile insânî nefs müşterektir. Örneğin görme kuvveti hayvanda da ve insanda da vardır. Fakat hayvan gördüğü şekilleri ve renkleri ayrıntısıyla fark edemez, insan fark eder. Örneğin insan bir küre, bir prizma ve bir piramit şekillerini görse bunları ayırt edip vasıflarını bilir. Hayvan yalnız bir cisim görür. Ve aynı şekilde insan yeşil ve kırmızı, mavî ve sarı ve diğer renkleri görse vasıflarını bilir ve birdîğerinden ayırt eder. Ve hayvan bunları görürse de idrâk edemez. Bundan dolayı bu kuvvet insânî nefsde kâmil ve hayvânî nefsde noksandır. Diğer kuvvetler de buna kıyâs olunsun. Zâhir beş duyudan her birerlerinin hizmetleri bilindiğinden îzâhına gerek görülmedi.
Bâtın beş duyudan birincisi “müşterek hiss”tir. Müşterek hiss zâhir duyuların sonu ve bâtın duyuların başıdır, ve zâhir ve bâtın kuvvetlerin müşterek bağlantı yeridir. Vazîfesi gözlerin gördüğü sûretleri ve kulakların işittiği sesleri birleştirip bâtına yol verir, ya’nî bâtın duyuların kapıcısıdır.
İkincisi “hayâl”dir. Vazîfesi zâhir duyular ile bilinen şeylerin sûretlerini ve misâllerini zabtetmektir. Örneğin gözler bir şahıs veyâ bir şehri görür. Ve müşterek his onların sûretini hayâle ulaştırır. Ve bu sûret ve misâller orada muhâfaza edilir. O adam veyâ şehir gözden kaybolsa insan onu tekrâr göz ile görmeye muhtaç olmaksızın hayâl hazînesinde onu dilediği zaman müşâhede eder.
Üçüncüsü “vehim veren kuvvet”tir. Bunun vâzîfesi diğer kuvvetleri dalâlette bırakmaktır ve onların üzerine musallat olmaktadır. Varı yok ve yoku var gösterir. Cüz’î duyularla idrâk edilenlerden cüz’î ma’nâları da idrâk eder. Örneğin Zeyd’in sadâkatini ve Amr’ın düşmanlığını idrâk eder. Bu idrâkte ba’zen isâbet eder, ba‘zen de hatâ eder. Gördüğü ve görmediği şeyleri insan nefsine gösterir.
Dördüncüsü “fikrî kuvvet”tir. Eğer akla tâbi’ olursa ona “zâkire-i mütefekkire”; ve eğer vehme tâbi’ olursa ona “mütehayyile” derler. Bunun vazîfesi zâhir ve bâtın duyulardan “hâfıza kuvveti”ne ulaşan şeyleri müşâhede etmektir. Ve onların sûretlerinde ve ma’nâlarında sentez ve analiz ile tasarruf eylemektir. Örneğin sûretten sûreti ayrıntılandırır. Ba’zen sûreti sûret ile ve ma’nâyı ma‘nâ ile birleştirir. Bu kuvvete “kuvvet-i mutasarrife ya’nî tasarruf edici kuvvet” dahi derler.
Beşincisi “hâfıza kuvveti”dir. Vazîfesi zâhir ve bâtın duyulardan gelen her ma‘nâyı muhâfaza eder, zâyi’ etmez. Özetle hâfıza kuvveti levhe benzer. “Kuvve-i zâkire-i mütefekkire ya’nî akla tâbi’ olan fikir” onun okuyucusudur; ve “kuvve-i hayâliyye ya’nî vehme tâbi’ olan fikir” onun yazıcısıdır; ve “vehim veren kuvvet” âfâktaki ya’nî dıştaki şeytanın benzeri olup bu işi karıştırır. Ve “müşterek hiss” her taraftan akıp gelen nehirleri ve ırmakları birleştiren denize benzer.
Hayvânî ve insânî nefsde ortak olan on iki kuvvetten “şehevî kuvvet” hayvan veyâ insanı menfaat kazanmaya ve lezzet hâsıl etmeye meylettiren kuvvettir.
Ve “gazabî kuvvet” bu kuvvetin zıddı olarak hayvanı zararları def’ etmeye ve acının giderilmesine meylettiren kuvvettir.
Bu iki kuvvete zâhir ve bâtın duyuların hepsi veyâ ba‘zıları yardımcı olurlar. Bu iki kuvvetin aşırı çokluğu ve azlığı hayvânî sıfat; ve i‘tidâli ya’nî normâl hâli insânî sıfattır. Örneğin gazabî kuvvetin aşırı fazlalığı sonunu düşünmeden korkusuzca hareket etmektir ve aşırı azlığı ürkekliktir. İkisi de zemmedilmiştir. İkisinin ortası ve i‘tidâli yiğitliktir. Ve aynı şekilde şehevî kuvvetin aşırı fazlalığı hırs ve açgözlülüktür; ve azlığı donukluk ve soğukluktur. Her ikisi de zemmedilmiştir. İkisin arası iffettir ki, insânî nefse mahsûstur.
Daha sonra Hak Teâlâ hazretleri “halîfe” için nefsi vücûda getirdi ki, o onun “konuşan nefsi”dir ve “insânî nefsi”dir. Ve o nefis değiştirme ve temizleme mahalli ve emir ve yasağın karargâhıdır. Eğer bu konuşan nefs olmasa hayvânî nefs ile kalır ve hitâbı anlamak mümkün olmaz idi. Şimdi insânî nefs hayvânî nefs ile ortak olan kuvvetlere sâhip olduğundan ve yukarıda îzâh edildiği üzere hayvânî nefsde bu kuvvetlerin zemmedilmiş olan aşırı çokluğu ve azlığı bulunduğundan, insânî nefs bu aşırı çokluğun ve azlığın değiştirme ve temizleme mahallidir. Ve onların bu sıfatları bozulup yerlerine mu‘tedili ya’nî normâli gelir. Ve hayvânî kötü ahlâktan temizlenir. Bu da o nefsin emir ve yasak karargâhı olduğundan kaynaklanır. Çünkü kötülenmiş ve övülmüş şeyler emir ve yasaklar ile bilinmiştir. Bundan dolayı yasaktan kaçınmayanların ve emre uymayanların nefisleri hayvânî mertebeden insânî mertebeye gelemez. Onlar sûrette insan, sîrette hayvandırlar.
Hz. Şeyh-i Ekber (ra) nefsi “mübârek gece”ye benzetip: O mübârek gecedir ki, Hakîm’in emrinin her biri onda ayrılır. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri Duhân sûresinde “Fihâ yufreku küllü emrin hakîm” ya’nî “Hikmetli işlerin hepsi onda (o mübârek gecede) ayırt edilir” (Duhân, 44/4) buyurur. Çünkü nefis zulmânî tabîî kesîflik içindedir. Ve Hakîm olan Hak Teâlâ hazretlerinin emir ve yasağı bu zulmânî nefsde ayırt edilmiştir. Ve nefsin hazzı ulvî âlemden, ya’nî ulvî mertebelerden, “Kürsî’dir. Ve Kürsî tabîat sahasıdır. Çünkü bütün şehâdetsel âlemlerin işlenmiş olduğu mahal tabîat tezgâhıdır. Nitekim âyet-i kerîmede Hak Teâlâ “vesia kursiyyuhus semâvâti vel ard” ya’nî “O’nun kürsîsi gökleri ve yeri kaplamıştır” (Bakara, 2/255) buyurur. Ve göklerin ve yerin var edildiği tabîat fezâsının sonsuz kapasitesi vardır. İşte âlemin numûnesi olan insânî nefs dahi bu tabîat tezgâhında dokunmuş ve var edilmiştir. Ve nitekim rûhun mahalli bu ulvî âlemden, ya’nî ulvî mertebelerden, “Arş'”tır. Ve Arş’a dâir olan ayrıntılar, halîfe olan “küllî rûhun” hakkında olan mevzû’ terimlerin yukarıda beyânı sırasında bir nebze îzâh edildi.
Ve nefis “kerîme”dir, ya‘nî kız evlâddır; ve halîfenin kerîmesidir. Burada nikâhlı eşi kastedilir. Ve onun câriyesi değil, hurresi ya’nî hür kadınıdır. Ve İmâm Ebû Hâmid Gazzâlî hazretleri: “Muhakkak rûh nefsi nikâh etti; ikisinin arasında cisim doğdu” sözünde, nefsin halîfenin kerîmesi, ya’nî nikâhlı eşi ve hurresi ya’nî hür kadını olduğuna işâret etti.
Ve Lübâbü’l-Hikme ismindeki kitabının başlarında rûhlara ve nefislere işâret olarak: “Rabb’imiz; ve ulvî babalarımızın ve süflî analarımızın Rabb’i” dedi. Çünkü “ulvî babalarımız” ta’bîri “rûh”a; ve “süflî analarımız” ta’bîri de “nefs”e dönüktür. Ve fiillerin hepsi, şehâdet âleminde rûh ile nefsin bir arada olmasından çıkar. Ve nefsin hareket ettiricisi rûhdur. Rûh olmasa nefis donuk bir halde bulunur. Fakat tasavvuf ehli kendisinde haz olan varlıklardan bir varlığa dönük her bir fiil üzerine “nefsî”dir, ya’nî “nefse mensûp”tur; ve “nefsin emrinden”dir, ya’nî “nefsin şânından”dır terimini koydular.
Örneğin yeme hazzı varlık âlemine dönük bir fiil olduğundan nefse âit bir şeydir. Fakat nefsi yemeğe sevkeden şey hayattır. Hayat olmasa, yeme hazzı da olmaz. Böyle olmakla berâber bu hazza tasavvuf ehli “ruhî”dir demediler de “nefsî”dir dediler. Çünkü varlık âleminin gereğidir. Ve varlıksal diğer hazlar da buna kıyaslanabilir. Bu varlığa dönük olan fiil ister şerîat hükümleri gereği nikâh gibi övülmüş olsun, ister zinâ gibi zemmedilmiş olsun farketmez. İkisinin de kaynağı insânî nefstir. Çünkü yukarıda îzâh edildiği üzere, birisi şehevî kuvvetin i’tidâli ya’nî normal hâli olan “iffet,” ve diğeri aşırısı olan “hırs ve aç gözlülük”tür. Ve kendisinde nefsin hazzı olmayan her bir şey ve her bir fiil ancak Allah Teâlâ hazretlerine mahsûstur. O da rûhdur. Örneğin nefsin emre uymaktan ve yasaklardan sakınmakta hazzı yoktur. Nefis şehevî ve gazabî kuvvetini mutlaka kullanmak ister; onun hazzı bundadır. Ve namaz ve oruç gibi ibâdetten nefret eder. Çünkü onun bunlarda hazzı yoktur. Ve emre uymak ve yasaktan sakınmak rûhun emriyle hâsıl olur. Ve insanın üç nefsi vardır ki, “bitkisel nefs” ve “hayvânî nefs” ve “konuşan nefs”dir. Nitekim yukarıda îzâh edildi. Hz. Şeyh-i Ekber (ra) tabîî nefs bitkisel nefsde mevcût olduğundan ikisini bir sayıp tabîî nefsten bahsetmedi.
Şimdi insan bitkisel nefsi sebebiyle mâdenlerle ve hayvânî nefsi sebebiyle hayvanlarla müşterektir. Ve konuşan nefsi sebebiyle bu iki mevcûddan, ya‘nî mâdenlerden ve hayvânlardan ayrılır. Ve bu nefis sebebiyle ona “insâniyyet” ismini vermek doğru olur. Ve onun sebebiyle melekûtta, ya‘nî semâvât ve arzın melekûtunda ayrılır. Ve o nefis bizim bahsettiğimiz “kerîme nefs”dir ki, o da halîfenin idâresi altındadır ve onun haremi içindedir.