ÜÇÜNCÜ BÖLÜM Cisim Şehrinde İkâmet -Kalb

Bir sır vardır. Onun bozuk olması ve sâlih olması tâbi’ olanların sâlih olmasına ve bozuk olmasına bağlıdır. Ve sebebi budur ki, muhakkak Allah Teâlâ bir kavme bir halîfe yönetici kıldığında, ona onların sırlarını veyâ akıllarını verir. Böyle olunca bu, tâbi’ olanlarının tamâmı olur. Şimdi imâm, ne vakit onların sırları hakkında hıyânet ederse, bu onlarda gözükür. Ve eğer bunda Allah Teâlâ’dan sakınırsa, bu onların üzerinde gözükür. Ve onun tâbi’ olanlarının sırları ona verildiğinde ba’zen rezele-i nâkısa olur. Ve “Sizin üzerinize, olduğunuz gibi idâre olunur”; ve bir rivâyette “Olduğunuz mekân mislinde sizin üzerinize idâre olunur” hadîs-i şerîfi buna işarettir. Ve eğer onların üzerinde imâmın sâlih oluşu gâlip olursa, sâlih olur. Ve bunun eserleri ilâhî adâletli üst irâde ile, tâbi’ olanlarda ve devlet erbâbında gözükür ki, insan onu, mevcûd olmadıktan sonra kendi nefsinde bulur. Ve onun üzerine nereden ulaştığını ve kendisine nasıl hâsıl olduğunu bilmez. İşte bu (aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm ve âlîhî) Efendimiz’in “Sâlih olduğu zaman, cesedin diğer parçaları sâlih olur” sözünün sırrıdır.

Tâbi’ olanlar içinde imâm, cesed içinde kalb gibidir. Nitekim Hz. Sezâî buyurur. Beyit:

Tâbi’lerdir bütün a‘zâ Sezâî

Vücûd ikliminin şâhı gönüldür

Kalb sâlih veyâ bozuk olduğu zaman, eserleri a’zâdan çıkan fiillerde gözüktüğü gibi, imâm da sâlih veyâ bozuk olursa, eserleri hükümetin idâresinde ve tâbi’ olanlar üzerinde gözükür. Bunda zekâsı ve kavrayışı iyi olanların vâkıf olması gereken bir sır vardır. O da budur ki: İmâmın bozuk oluşu ve sâlih oluşu tâbi’ olanların sâlih oluşuna ve bozuk oluşuna bağlıdır. Ya‘nî tâbi’ olanlar sâlih olursa, imâmda da sâlih olma eseri görünür; ve bozuk olursa, imâmdan da bozukluk eserleri çıkar. Onun için hadîs-i şerifte “Amilleriniz ve vâlîleriniz sizin amellerinizdir” buyrulmuştur. Ve bu hakîkate vâkıf olan Avrupa hukukçularından biri de “Her millet lâyık olduğu hükümete nâil olur” demiş ve hadîs-i şerîfin ma’nâsını tasdîk etmiştir. Ve imâmın sâlih oluşunun ve bozuk oluşunun tâbi’ olanlarının sâlih oluşuna ve bozuk oluşuna bağlı oluşunun sebebi budur ki: Muhakkak Allah Teâlâ bir kavim üzerine bir halîfe atadığında, o halîfeye o kavmin sırlarını ve akıllarını verir. Bundan dolayı bu halîfe tâbi’ olanlarının tamâmı olur.

Bilinsin ki, ilâhî isimlerden ba’zıları küllî ve ba’zıları cüz’îdir. Her bir küllî isim kendisine münâsib olan cüz’î isimleri ihâta etmiştir. Bundan dolayı sâbit ayn’lar âleminde, ya‘nî ilâhî ilmî sûretler mertebesinde, bu isimlerin ilmî sûretleri birdîğerinden ayrıldığı gibi bu ayrım şehâdet âleminde, ya’nî dünyâda onların görünme yerleri arasında da olmuştur. İşte bu hakîkate dayalı olarak, her birerleri birer ilâhî küllî ismin görünme yeri olan büyük nebîler ve kerem sâhibi resûl hazretlerinin küllî rûhları kendilerine tâbi’ olan ümmetlerin rûhlarını ihâta etmiştir. Ümmetlerinin gayr-i mec’ul ya’nî yapılmamış isti‘dâdları, risâlet ilminden ne miktârı talep etmiş ise, bu kendisine tâbi’ olunan kerem sâhibi resûle de risâlet ilminden o miktâr verilmiştir. Çünkü eğer onların isti’dâdından fazla verilse tâkât getirilemez teklîf olur. Oysa Hak Teâlâ hazretleri “Lâ yukellifullâhu nefsen illâ vus’ahâ” ya’nî “Allah hiçbir nefsi kapasitesini aşanla mükellef kılmaz” (Bakara, 2/286) buyurur. Ve isti’dâdlarından noksan verilse, hakları verilmemiş olur. Oysa Hak Teâlâ hazretleri “a’tâ külle şey’in halkahu” ya’nî “herşeye halk edilişini vermiştir” (Tâhâ, 20/ 50) buyurur.

Şimdi onların ma’nevî vârisleri olan evliyâullâh ile sûrî vârisleri olan hükümet erbâbı dahi böyledir. Bundan dolayı bir kavme atanan imâm, bu husûsta görünme yeri olduğu küllî isim dolayısıyla, kendi tâbi’ olanlarının görünme yeri oldukları isimleri ihâta eder. Amma tâbi’ olanlarından ma’nevî verâsete nâil olanları, her yönle ihâta edici değildir, yalnız zâhirî kudret i‘tibârı ile ihâta edicidir. Nitekim Zekeriyyâ ve Îsâ (aleyhime’s- selâm) ve benzeri üzerlerine zâhirî olarak üstün gelişleri gerçekleşmiştir. Ve Mûsâ (as) gibi ba‘zı kerem sâhibi resûller onların zâhirî kuvvetleriyle senelerce uğraşmışlardır. Bundan dolayı nebîlere (aleyhimü’s-selâm), risâlet ilminden ümmetlerinin gayr-i mec‘ûl ya’nî yapılmamış isti’dâdlarının talep ettiği şey verildiği gibi, bir kavim üzerine atanmış olan imâma dahi hükümet idâresi ilminden kendi tâbi’ olanlarının yapılmamış isti‘dâdlarının talep ettiği şey verilmiştir. Bundan dolayı tâbi’ olanlarının sırlarını ve akıllarını taşımaktadır. Ve tâbilerden açığa çıkan fiiller de gerek bozuk oluştan ve gerek sâlih oluştan ilâhî ilimde sâbit olan sâbit ayn’larının gerektirdiği şeylerdir. İşte imâmın, tâbi’lerinin tamâmı olmasının sırrı budur.

İLGİSİ DOLAYISIYLA: Bilinsin ki, imâm bir kavmin idârî ve siyâsî işlerini yürütmeye me’mûr olan hükümet reîsinden ibârettir. Bu hükümet reîsliği ister kavmin kendisini seçmesi ile olsun, ister verâset yoluyla kendisine geçmiş olsun farketmez. İmâmın hulefâ-i râşidîn (rıdvânullâhi aleyhim ecma‘în) hazretleri zamânında olduğu gibi, kavmin tamâmının seçip biât etmesiyle olması verâset usûlünden daha iyidir. Hükümet şekilleri idâre hukûku kitaplarında ayrıntılı olarak îzâh edilmiş olduğu üzere üç tür üzeredir: Birisi “mutlak olan hükûmet,” diğeri “meşrût olan hükûmet” ve üçüncüsü “cumhûrî olan hükümet”tir. Mutlak olan hükümet ile meşrût olan hükümette hükümet reîsi verâset yoluyla belirlenir. Cumhûrî olan hükümette ise hükümet reîsi kavmin genelinin seçmesi ve bîatı ile olur.

Mutlak olan hükûmette hükümet reîsi idârî ve siyâsî işleri kendi arzûsu çerçevesinde yürütür; ve kendisini bir kayıt ile kayıtlanmış görmez. Eğer bu idârenin mutlaklığında sâlihlik bulunursa, tâbi’lerinin isti’dâdından dolayıdır. Çünkü tâbi’lerin isti’dâdı sâlihliğe meyilli iken idâre bozukluğa meyletse, tâbi’lerin bu idâreye tahammülü kalmaz; onu bulunduğu makâmdan indirirler. Ve eğer idârenin mutlaklığında bozukluk bulunursa, yine tâbi’lerinin isti‘dâdından dolayıdır. Çünkü tâbi’lerin isti’dâdı bozukluğa meyilli iken idâre sâlihliğe meyletse, tâbi’lerin bu idâreye de tahammülü kalmaz; aynı şekilde onu da indirirler ve kendilerine bozuk bir hükümet reîsi bulurlar.

Meşrût olan hükûmette verâset yoluyla ta‘yîn olunan hükümet reîsi, millet tarafından seçilen üyeler ile idâre edilen bir meclisin hüküm ve karârı çerçevesinde reîslik icrâ eder. Kavmin isti’dâdının sâlihliğe veyâ bozukluğa meyletmeleri hükümetin bu şeklinde daha bârizdir. Çünkü isti’dâdlarında sâlihlik veyâ bozukluık gâlip olan kavim, meclis üyelerini de kendi ahlâklarına uygun kimselerden seçer. Ve kendi üzerine, sâlihlik veyâ bozukluk türünden olan şeyi kendisi hükmeder.

Cumhûrî olan hükûmette hükümet reîsi, aynı şekilde millet tarafından seçilen üyeler ile idâre edilen bir meclisin seçilmesiyle ta’yîn olunur. Ve hükümetin bu şeklinde de yukarıda bahsedilen hâlin hakîkati cereyân eder. Sonuç olarak hükümetler her hangi şekilde olursa olsun, idâre işinde kavmin isti‘dâdları etkilidir. Ve cenâb-ı Şeyh (ra) hazretlerinin beyân buyurdukları hakîkatlerin hükümet şekillerinin her bir türü hakkında tatbîk edilmesi mümkündür.

Şimdi imâm tâbi’lerinin sırları hakkında hıyânet ederse, bu hıyânetin eseri onların üzerinde fiilen gözükür. Ve aynı şekilde bu sırlarında Allah Teâlâ’ya karşı sakınır ve Hak’tan korkup doğru yola giderse, bunun eseri o tâbi’lerin üzerinde fiilen gözükür. Ve onların sırları sâbit ayn’larının gerekleri olan hallerdir. Ve imâmın tâbi’lerinin sırları o imâma verildiğinde ba‘zen rezele-i nâkısa, ya’nî kötü ahlâk ve insânî kemâlâta aykırı olan noksanlıklar olur. Çünkü onların isti’dâdları budur.

Ve imâm, hükümet ilminden tâbi’lerinin isti’dâdlarının kendisine verdiği şeye sâhiptir; ondan ne fazla ve ne de noksandır. İşte a‘ref-i enbiyâ (sav) Efendimizin ‘‘Sizin üzerinize, olduğunuz gibi idâre olunur”; ve bir rivâyette “Olduğunuz mekân mislinde sizin üzerinize idâre olunur” hadîs-i şerîfi bu hakîkate işârettir. Ya‘nî siz ne isti‘dâd üzere bulunursanız, üzerinize seçilen imâm da sizi o isti’dâdınız çerçevesinde idâre eder. Veyâhut üzerinize seçilen imâmın idâre işindeki ma‘nevî mekânı, sizin ma’nevî mekânınızın mislidir, demek olur. Ve eğer onların üzerinde imâmın sâlih oluşu gâlip olursa, tâbi’ler de sâlih olur. Çünkü tâbi’lerin isti’dâdları sâlihliği gerektirdiğinden imâm da sâlih olur. Ve imâm sâlih olunca tâbi’lerinden nefsin sürüklemesiyle ârızî fesâda meyledenler de bu fesâdı icrâ edemez olur. Bu şekilde bu sâlihliğin eserleri ilâhî adâletli üst irâde ile tâbi’lerde ve devlet erbâbında gözükür. Ve tâbi’ fertlerde bu sâlihlik öyle bir halde ortaya çıkar ki, insan, ya‘nî tâbi’ fertlerden herhangi bir fert, beşeriyeti dolayısıyla fesâda meyilli olup kendisinde sâlihlik görmez iken, daha sonra kendi nefsinde bir sâlihlik bulmaya başlar. Ve bu sâlihliğin nefsi üzerine nereden ulaştığını ve kendisinde ne şekilde oluştuğunu bilmez; ve fesâda olan meyli kesilir. İşte bu hâl (Asv) Efendimizin “Kalb sâlih olduğu zaman, cesedin diğer parçaları da sâlih olur” sözünün sırrıdır.