ÜÇÜNCÜ BÖLÜM Cisim Şehrinde İkâmet

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Cisim Şehrinde İkâmet ve Onun Bu Halîfeye Bir Mülk Olması Yönünden Ayrıntılanması Beyânındadır.

Bilesin ki, muhakkak Allah Teâlâ yukarıda bahsettiğimiz bu halîfeyi vücûda getirdiği zaman, Hak Sübhânehû onun için bir şehir binâ etti; onun tâbi’ olanlarını ve devlet erbâbını yerleştirdi ki, “cisim hazreti” yâhut “beden” olarak isimlendirilir. Ve o boşlukta yer kaplar, diyen kimsenin sözü üzere, istikrârlı olması için halîfeye ondan bir mevzi‘; yâhut o boşlukta yer tutuculuğu ile kâimdir, diyen kimsenin sözü üzere onda bir mahall ta’yîn eyledi. Boşlukta yer tutmadığını ve boşlukta yer tutuculuğu ile kaim olmadığını ispât eden kimsenin sözü üzere, bu belirtilen mevzi‘ ona mahsûs olarak onun emir ve hitâb ve hükümlerinin etkisini geçirme mevzi’idir. Şimdi onun için cisim şehri dört esas üzerine ikâme etti ki, o da “ustukussât” ve unsurlardır. Hak Sübhânehû ve Teâlâ ondan halîfeye mahsûs olan bu belirlenen mevzi’yi “kalb” olarak isimlendirdi. Ve ihtilaftan bizim bahsettiğimiz şey üzere onu halîfenin meskeni veyahut emir mevzi‘ kıldı. Bir kısım onun mevzi’i beyindir, dedi. Oysa bizim indimizde, delîl yönünden değil, tenbîh ve tümevarım yolundan, Peygamberimiz (aleyhi ve âlihi’s-salâtü ve’s-selâm) efendimizin Rabb’inden haber verici olarak olan “Yerime ve göğüme sığmadım; kulumun kalbine sığdım” sözünden dolayı, şerîate göre “kalb” olduğu çok açıktır. Ve “Allah Teâlâ sizin sûretlerinize ve amellerinize bakmaz; belki kalblerinize bakar” buyurdu. Ve bunun beyânı budur ki, çünkü ancak ona taklîd ettiği şeyde, şu şeyi ki işler, kendisini halîfe kılanın bakışı ebeden halîfesindedir.

Ve Allah Sübnânehû rûhları cisimler üzerine halîfe kıldı. Ve Hak Teâlâ’nın “lâ ta’mal ebsâru ve lâkin ta’mal kulûbulletî fîs sudûr” ya’nî “gözler a’mâ olmaz. Lâkin sînelerdeki kalpler a’mâ olur” (Hac, 22/46) sözü bizim düşündüğümüz şeyi te’yîd eden şeydendir. Ve işâret bitkisel kalb için değildir. Çünkü hayvanlar bunda bize ortaktır. Lâkin emânet bırakılma sırrı ondadır. Ve o halîfedir. Ve bitkisel kalb onun köşküdür. Ve (Sav) Efendimiz “Muhakkak cesedde bir parça vardır. Sâlih olduğu zaman, cesedin diğer parçaları da sâlih olur ve bozuk olduğu zaman, cesedin diğer parçaları da bozuk olur. Haberin olsun ki o kalbdir” buyurdu. Şimdi bitkisel kalbin kendisine hitâb yönelmiş olan bu mutlak sırra mekân olması yönünden başka bir ifâdesi yoktur. Ve soru sorulduğu zaman îcâbet edicidir. Ve cisim ve bitkisel kalb fânî olduğu zaman, bâkîdir. Şimdi biz bunun gibi deriz ki, imâm sâlih olduğu zaman, tâbi’ olanlar sâlih olur; ve bozuk olduğu zaman, bozuk olur. Bununla âdet geçerli oldu ve ilâhî hikmet bağlandı.

Bu üçüncü bölüm halîfenin cisim şehrinde ikâmeti ve bu cisim şehrinin halîfeye bir mülk olması yönünden onun ayrıntılanması beyânındadır.

Allah Teâlâ yukarıda bahsedilen bu halîfeyi vücûda getirdiği zaman, o halîfe için bir şehir binâ etti. Onun tâbi’lerini ve devlet erkânını bu şehirde iskân eyledi ki, o şehre “cisim hazreti” veyâhut “beden” denilir.

Hz. Şeyh-i Ekber (ra) halîfenin cisim şehrinde ikâmetini ikinci bölümde bahsedilen muhtelif sözlere dayanarak beyâna başlayıp buyururlar ki: O halîfe, ya‘nî “rûh,” boşlukta yer tutar ve bir mahal işgâl eder, diyen kimsenin sözü üzere, onun istikrârı için “halîfe”ye cisimden bir mevzi’ ta‘yîn etti. Yâhut o halîfe, ya‘nî rûh, nefsiyle kâim olan boşlukta yer tutucudur, diyen kimsenin sözü üzere, o cisimde onun kâim olması için bir mahal ta‘yin etti.

Boşlukta yer tutucu olmadığını, ya’nî fezâda bir mahal işgâl etmediğini ve boşlukta yer tutuculuk ile, ya‘nî bir mahal işgâl eden şeyle kâim olmadığını ispât eden kimsenin sözü üzere, cisimde bu halîfeye tahsîs edilmiş olan belirtilen mevzi‘, o halîfenin emrinin ve hitâbının ve hükümlerinin etkisini geçirme mevzi’dir. Ya‘nî rûh, bu belirlenen mevzi‘den cisim şehri üzerinde tasarruf eder.

Şimdi Hak Teâlâ hazretleri bu cisim ve beden şehrini dört esas üzerine ikâme etti ki, bunlar da “ustukussât” ve “unsurlar”dır. “Ustukussât,” “ustukuss”un çoğuludur ve Yûnânca sözdür. Bir kaç ma’nâsı vardır: “Gökyüzü cisimleri” ve “her şeyin aslı ve maddesi;” ve “sıcaklık, soğukluk, rutûbet ve kuruluğun tamamından ibâret olan tabîat” ma‘nâlarınadır. Burada “tabîat”ın bahsedilen dört rüknü murâd olunur. Ve “unsurlar” da burada cismi oluşturan dört rükûndan ibârettir ki, onlar da cisimlerin katı ve sıvı ve gaz halleri ve bir de vücûdun normal ısısıdır. Ya’nî Cenâb-ı Hak beşerin cismini tabîatın sıcaklık, soğukluk ve rutûbet ve kuruluk rükûnlarıyla, cisimlerin katı, sıvı ve gaz halleriyle vücûdun normal ısısı rükûnları üzerine ikâme ve binâ etmiştir.

Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri cisimde halîfeye tahsîs ettiği bu belirtilen mevzi‘ye “kalb” ismini verdi. Ve bu kitabın ikinci bölümünde bahsedilen ihtilâfa göre, o kalbi ya halîfenin meskeni veyâhut emir mevzi’i kıldı. Halîfenin cisimdeki mevzi‘i husûsunda da ihtilâf vardır. Bir sınıf onun mevzi‘i beyindir, dedi. Çünkü gelen fikirlerin beyinden çıkışına kapıldılar. Gerçi “beyin fizyolojisi” uzmanları düşünce kaynağının beyin hücreleri olduğunu beyân etmekte iseler de, “hâtıralar” ilk olarak kalbe ulaşır. Ve kalb o “hâtıra”yı beyne verir. Ve beyin o hâtıra ile meşgûl olur. Bu bir ma‘nâdır ki, maddî tetkîklerle anlaşılamaz. Nitekim mecâzî aşka tutulanlar aşk ateşini göğüslerindeki kalblerinde hissettiklerini vücûdlarında bizzât yaşayarak ve vicdânen bilirler. Bu ma‘nânın maddî delîlini getirmek mümkün değildir. Bu ma‘nânın delîli yine ma’nâdır. O ma‘nâ da zevk ya’nî bizzât yaşanması ve vicdandır. Beyt:Tercüme:

“Birisi, âşıklık nedir? diye sordu. Benim gibi ol ki bilesin, diye cevap verdim.”

Onun için Hz. Şeyh (ra) buyururlar ki: “Bizim indimizde delîl yönünden değil, tenbîh ve istikrâ’ ya’nî tümevarım yolundan, (Sav) Efendimiz’in Rabb’inden haber verici olarak buyurdukları “Ben yerime ve göğüme sığmadım; kulumun kalbine sığdım” kudsî hadîsine bakarak halîfenin meskeninin veyâ emir mevzi‘inin şerîata göre “kalb” olduğu çok açıktır. Çünkü Hak halk ettiği şeyin hakîkatini haber verince onu kabûl etmek zarûrîdir. “Elâ ya’lemu men halaka, ve huvel latîful habîr” ya’nî “Halk eden bilmez mi? Ve O Latîf’tir, Habîr’dir” (Mülk, 67/14). Onun tersini düşünmek vehmî düşüncelerdir, hakîkat değildir. Ve aynı şekilde (Sav) Efendimiz “Allah Teâlâ sizin sûretlerinize ve amellerinize bakmaz; belki kalblerinize bakar” buyurdu. İşte bu iki hadîste olan tenbîh ve istikrâ’ ya’nî tümevarım yoluna bakarak halîfenin meskeni veyâ emir mevzi‘i kalbdir.

“İstikrâ’” muhtelif ma’nâlara gelir. Bir ma‘nâsı “bir cinsin fertlerinin ekserisinde görülen husûsları, bahsedilen cinsin geneline isnâd ve isbât etmek”; ve diğer bir ma‘nâsı “avı tutmak ve tuzak kurmak;” ve bir ma’nâsı da “çok araştırma yapmak”tır. Ve diğer ma’nâları da vardır. Burada kastedilen ilk ve sonuncu ma‘nâlardır. Ya‘nî bir çok araştırma netîcesinde kendi nefsinde zevkan ya’nî bizzât hakîkatini yaşayarak ve vicdânen bulduğu ma‘nâyı diğer insanlara da genelleştirmek ve daha sonra halîfenin meskeninin veyâ mevzi‘inin “kalb” olduğuna hüküm vermektir. Bundan dolayı bu hüküm, akılsal ve bilimsel delîl yönünden değil, belki hadîs-i şerîflerin tenbîhine ve bu tenbîh üzerine olan bir çok derin tetkîklere dayanmış olur. Ve bunun beyânı budur ki:

Allah Teâlâ’nın taklîd ettiği ve yüklediği şeyde, her ne işler ve yaparsa, kendisini halîfe kılan Hakk’ın bakışı ebeden halîfesindedir. Çünkü Hak Teâlâ halîfeye hayat ve ilim ve sem’ ve basar ilh… gibi ma‘nevî sıfatlarını taklîd etmiş ve yüklemiştir. Ve ilâhî fiiller ve kemâlât bu halîfenin vücûdu ile açığa çıkar. Ve Hak halîfe aynasında kendi isimlerini ve sıfatlarını müşâhede eder. Bundan dolayı onun bakışı kendi cemâlini müşâhede için dâimâ halîfesindedir. Ve şeffaf olan bir camda kemâliyle sûretler gözükemeyeceğinden, tam bir ayna olması için o cama kesîf bir sır lâzımdır. Latîf rûh sırsız cam mesâbesindedir. Bundan dolayı Allah Sübhânehû rûhları, kesîf cisimler üzerine halîfe kıldı. Ve bu kesîf cisimler vâsıtasıyla ilâhî fiillerin sûretleri kemâliyle açığa çıkar. Beyt:Tercüme:

“Ey Sâib, latîf olan meleklerden kesîf cisim sâhibi olan insanın mertebesini arama! Çünkü arkasında kesîf bir sır olmayan bir ayna ne sûret gösterebilir?”

Ve Hak Teâlâ’nın “lâ ta’mal ebsâru ve lâkin ta’mal kulûbulletî fîs sudûr” ya’nî “Gözler a’mâ değil, lâkin sînelerde olan kalbler a’mâdır” (Hac, 22/46) sözü, bizim düşündüğümüz şekilde halîfenin meskeninin veyâ mevzi’inin “kalb” olduğunu te’yîd eden şerîata âit delîllerdendir. Ve ilâhî ve nebevî sözdeki işâret, bitkisel kalb ile ya’nî yemek ve içmek ile gelişme bulan et parçası için değildir. Çünkü bu et parçası hayvânlarda da vardır. Ve bunda onlar da bizim ile müşterektir. Lâkin ilâhî sır o bitkisel kalbe emânet bırakılmıştır ki, o sır da “halîfe”dir. Ve bitkisel kalb halîfenin köşküdür.

Bilinsin ki, bitkisel kalbe emânet bırakılan sır, hem insan ve hem de hayvânlarda mevcûttur. Ve ilâhî vahiy ve ilhâm bu sırra ulaşır. İnsana ulaşan vahiy ve ilhâm açık olduğu için ispâta gerek yoktur. Ve hayvana ulaştığının delîli “Ve evhâ rabbuke ilen nahli” ya’nî “Ve Rabb’in arıya vahyetti” (Nahl, 16/68) ve benzeri Kur’ân âyetleridir. Velâkin insan, hayvânâtın kemâle ermiş bir sûreti olduğu için bu sır onda kâmildir. Ve en güzel sûret üzere mahlûk olduğu için, ilâhî isimlerin ve sıfatların eserleri ve hükümleri onda kemâl üzere açığa çıkar. Hayvânî sûretler ahsen-i takvîm ya’nî en güzel sûret üzere olmadığından onlarda ilâhî isimlerden ve sıfatlardan ba’zılan zâhir ve ba’zıları bâtındır. Ve zâhir olanları da kâmil değildir. Meselâ hayvânlar kendi işlerine bakanları ve ikâmetgâhlarını bilirler ve kendi kendilerine bulurlar. Fakat onların bu ilmi insanların ilminin mertebesinde değildir. Ve aynı şekilde ba’zılarında sezgi gâlip ve ba’zılarında pek noksandır. Fakat bu sezgi insandaki sezgi derecesine yetişemez. İşte küllî ya’nî bütünsel rûhun ve halîfenin, gerek insanın ve gerek hayvanâtın bitkisel kalblerindeki tasarruf eserlerini buna kıyâs et!

Efendimiz (sav) “Muhakkak cesedde bir et parçası vardır; iyi olduğu zaman cesedin diğer parçaları da iyi olur; ve bozulduğu zaman cesedin diğer parçaları da bozulur. Haberin olsun ki o et parçası kalbdir” buyururlar. Şimdi bitkisel kalb olan et parçasının ancak bir faydası vardır. O da kendisine ilâhî hitâb yönelmiş olan olan bu mutlak sırra, ya’nî bir kayıt ile kayıtlanmış olmayan “halîfe”ye mekân olmasıdır. Nitekim güneş kendi âleminde mutlaklık üzere nûrlarını yayar; ve onun ışığı her tarafa eşit seviyede ulaşır. Fakat onu pencerelerin şekilleri ve ölçüsü kayıtlar. Ve bu kayıtlama güneşe âit değil, belki pencerelerin hallerine bağlanır.

Şimdi o mutlak sır soru sorulduğu vakit cevap verir; ve cisim ve bitkisel kalb olan et parçası ölüm ile çürüyüp bozulduğu vakit bâkîdir. Nitekim kendisine ışık ulaşan bir hânenin pencereleri bozulup yıkıldığı vakit güneş yine bâkî ve nûrlarını yaymaya devâm eder. Çünkü rûh mutlak vücûdun mertebelerinden bir mertebe olup kesîf bir sûret sâhibi değildir. Bozulma ve fenâ kesîf sûrete bulaşan bir hâldir. Ve hattâ kesîf sûretler bozulmakla onu oluşturan parçalar için dahi fenâ yoktur; belki bir sûretten diğer sûrete dönüşürler. Örneğin insanın cisminin sûretini oluşturan bir çok basît unsur zerreleri vardır. Bu sûret bozulunca o zerreler dağılıp başka cisimlerin sûretini oluşturur. Kimi mâdene ve kimi bitkiye ve kimi hayvana ve kimi insana gider. Ve bu zerreler fenâ bulmayıp böylece devr-i dâim ile toplanıp dağılma içinde bulunur. Ve bu bozulan cisme bağlanan mutlak sır da, eğer sâhibi olan cisim tarafından mâsivâ kayıtları ile kayıtlanmış ise kayıtlı olarak; ve eğer sâhibi olan cisim tarafından mâsivâdan yüz çevirmek ile mutlak olan Hakk’a yönelmeyle kendi mutlaklığı üzere bırakılmış ise, mutlak olarak kendi âleminde bulunur. “Allahüm mahşurnâ fî zümret’il mutlakîn” ya’nî “Allah’ım bizi mutlakîn ya’nî kayıtlardan kurtulmuşlar zümresinden olanlarla haşret”

Şimdi eğer bitkisel kalbe bağlanan o sır, küfür ve bozuk niyetler ile bozulmuş olursa, insanî cesedden çıkan fiiller dahi bozuk olur. Ve îmân ve sâlih inançlar ile ma’mûr olursa insânî cisimden çıkan fiiller daha iyi olur. İşte biz bunun gibi ve buna kıyâsen deriz ki: Zâhirî hükümette imâm sâlih olursa onun tâbi’leri de sâlih olur; ve bozuk olursa onlar da bozuk olur. Çünkü “ennâsu alâ sülûki mülûkihim” ya’nî “insanlar melîklerin yolu üzeredir” denilmiştir. Âlem suretinde ilâhî âdet böyle cereyân eder. Ve ilâhî hikmet de âlem sûretine böyle bağlanmıştır.