İKİNCİ BÖLÜM Halîfenin Mâhiyyetine ve Hakîkatine Dâir Olan Söz Hakkındadır.-2-

Ve o kimse ki onun cevher olmadığını düşündü, onun bunun üzerine delîli cevherin benzerliğidir. Şimdi eğer bir olan cevherin bir rûh olması câiz olsaydı, her bir cevher rûh olur idi. Ve delîl, akıl mes’elesinde bunun bâtıl oluşuna getirildi. Şimdi rûhun cevher olduğunu düşünen kimse, benzerlikten dolayı aklın cevher olmasını muhâl gördü. Ve cevher olması bâtıl olduğu zaman, cisim olması da bâtıl olur. Çünkü cisim iki ve daha fazla cevherlerden oluşan cevherlerdir.

Ve bir sınıf düşündü ki, o kendi nefsi ile kâim, boşlukta yer tutmayan sonradan meydana gelmiş bir cevherdir. Ve o İmâm Ebû Hamid el-Gazzâlî’nin onun hakkındaki sözlerinden biri olan bu sözdür. Ve o cismin dâhilinde değildir; ve ondan hâriç de değildir; ve ona bitişik de değildir; ve ondan ayrılmış da değildir; ve bu boşlukta yer tutmamasından dolayıdır ki, o da bitişiklik ve ayrı oluş için geçerli şarttır. Ve onlara onun bir şeyden veyâhut onun zıddından hâlî olmadığı beyânı ile i’tirâz edildi. Şimdi onlar dediler ki, ikisinden ârîdir. Onlardan her birinin vücûdu olduğu zaman, onun için şart kılınan bir şartlılık vardır. Bundan dolayı her ne zaman, şart ortadan kalkarsa ârî olma câiz olur. Nitekim sen mâdenler hakkında âlim değildir, câhil de değildir dersin. Çünkü ilmin veyâ zıddının kâim olması için geçerli şart ancak hayâttır. Oysa mâdenlerde hayât yoktur.

Şimdi buna araz olmasını engelleyen şey nedir? denildi.

Bundan dolayı ona cevher diyen ve araz olmasını iptâl eden kimsenin delîli ile delîl getirdi.

Ona boşlukta yer tutan bir cevherdir denildi. Bundan dolayı ona araz diyen boşlukta yer tutan cevher ve araz hakkında sonradan olmaklığına hasretme inancıyla berâber onun cevher olmasını iptâl eden kimsenin delîli ile delîl getirdi.

Ondan sonra onlara denildi ki: Boşlukta yer tutan bir cevher bâtıl oldu; ve araz olması da bâtıl oldu. Oysa o mevcûttur. Ve o Allah Sübhânehû ve Teâlâ değildir. Bundan dolayı sizin bu hasretmeniz bâtıl oldu.

Ve bir beşinci mevcût ortaya çıktı ki, o da bizim bahsettiğimiz şeydir. Ve biz bahsedilen söze ilmimiz olmakla berâber, Hak onların birisindedir diye bu sözlerin birini tercih etmedik. Çünkü halîfe kaçındı; ve bir şeyden kaçındığı zaman, ben de ondan kaçınırım. Lâkin biz bunu bu kitabın dışında anlattık. Biz dedik ki, ne zamanki onun vücûda getirilmesinin gerekliliği üzere bu halîfeyi vücûda getirdi, ona dedi ki: Sen aynasın ve mevcûtlar seninle bana bakar. Ve isimler ve sıfatlar bana sende zâhir olur. Sen kendi âleminde halîfe olarak kendi hakîkatin üzerine delîlsin. Onlar da senin verdiğin şey sebebiyle açığa çıkar. Benim nurlarım ile onlara yardım edersin. Ve benim sırlarım ile onları gıdâlandırırsın. Ve mülkte açığa çıkan her şeyin talep ettikleri sensin!

YANLIŞ ANLAŞILMA İHTİMÂLİNE KARŞI: Biz deriz ki, bu, zarar vermeyen ve şerîat rükûnlarından bir rüknu yıkmayan bir ihtilaftır. Çünkü her biri kendi mezhebinde onun hakkında, muhakkak o sonradan olmadır, dedi. Ve bu olduğu vakit, ancak murâd olan odur. Ve Allah Teâlâ hepsini muvaffak eyleye!…

Ya‘nî rûhun cevher olmadığını düşünen kimsenin delîli de cevherin benzerliğidir. Ya’nî o kimse fiilde ve özellikte rûh cevhere benzer midir, değil midir? Bu benzerliğe bakar da der ki: Eğer vâhid ya’nî bir olan cevherin bir rûh olması câiz olsaydı, her bir cevher rûh olurdu.

Ve akıl mes’elesinde, ya‘ni akıl cevher midir, değil midir? diye bahis konusu olan mes’elede getirilen delîl, aklın cevher olduğu davâsının bâtıl olduğunu orta koydu. Rûhun cevher olduğunu düşünen kimse, cevherler arasındaki benzerliğe bakıp o benzerliğin akılda olmadığını müşâhede ettiğinden, aklın cevher olmadığına hükmetti. Ve aklın cevher olması bâtıl olduğu zaman, cisim olması da bâtıl olur. Çünkü cisim iki veyâ daha fazla cevherlerin birleşmesinden oluşan cevherlerdir. Ya‘nî cisimler basît cevherlerin bir araya gelmesinden oluşan birleşik cevherlerdir. Şimdi akıl, bu delile göre cevher olmayınca, akla benzer olan rûh da böylece cevher değildir.

Ve bir sınıf da düşündü ki, rûh kendi nefsiyle kâim ve yer tutmayan, ya‘nî fezâda bir mahal işgâl etmeyen sonradan olma bir cevherdir. Ya‘nî kadîm olmayıp sonradan hâsıl olan bir cevherdir. Ve bu söz İmâm-ı Gazzâlî hazretlerinin rûh hakkındaki sözlerinden birisidir. Ve bu söyleme göre rûh cismin dâhilinde değildir; ve cismin hâricinde de değildir; ve ona bitişik değildir; ve ondan ayrı da değildir. Ve rûhun bu özellikleri yer tutmamasından, ya‘nî fezâda kendisine mahsûs bir mahall işgâl etmemesinden dolayıdır. Ve bu boşlukta yer tutuculuğunun olmaması da, rûhun cisme bitişikliği ve ondan ayrı oluşu için geçerli bir şarttır. Ya’nî mâdemki rûh fezâda kendisine mahsûs bir mahal işgâl etmemek özelliğini taşıyan bir cevherdir; şu halde onun bağlandığı şeyin dâhilinde olmaması ve bağlantısı dolayısıyla ondan hâriç de olmaması lâzım gelir. Bundan dolayı bitişme ve ayrı olma esasları için, boşlukta yer tutuculuğunun olmaması bu hükmü geçerli ve sâbit kılan bir şart olur. Nitekim bir odada beş mum yakılsa, beşinin ışığı da odanın her noktasına yayılır. Her birinin ışığı kendisine mahsûs, bir mahal işgâl etmez. Ve bu ışıklar ayrıca birer mahal işgâl etmek için birdiğerini engelleyici olmazlar.

Ve bu sözün sâhiplerine i’tirâz olarak denildi ki: Rûh bir şeyden ve onun zıddı olan diğer bir şeyden hâlî değildir. Ya‘nî biz rûha ilim ve cehâlet ve saâdet ve şekâvet gibi şeyler isnâd ederiz. İlim ve saâdet birer şeylerdir. Ve cehâlet ve şekâvet dahi onların zıddı olan şeylerdir. Bundan dolayı rûh bu ve benzeri şeylerden hâlî değildir.

Onlar cevaben dediler ki: Rûh işin aslında bu şeylerden ârîdir; ve o soyuttur. Rûha bir şey veyâ onun zıddı isnâd edildiği zaman o isnâd edilen şeyin vücûdu için şart kılınmış olan bir şartlılık vardır. Örneğin rûhâ saâdet isnâd edildiği zaman, onun geçerli şartı îmân ve sâlih ameldir. Ve onun zıddı olan şekâvet isnâd edilidği zaman, onun geçerli şartı da küfür ve kötü ameldir. Şimdi bu şartların vücûdu indinde rûha bir şey isnâd olunur. Ve her ne vakit şart ortadan kalkarsa, onun ârî ve soyut oluşu câiz olur. Nitekim emir ve yasakların geldiği yer şehâdet âlemi olduğundan saâdet ve şekâvetin şartları bu âlemde sâbit olur. Ondan evvel bu şartlar, ya‘nî îmân ve küfür sâbit olmadığından rûh soyut âlemdedir. Sonuç olarak rûha bir şey isnâd edilebilmesi için geçerli şart lâzımdır. Nitekim sen mâdenler hakkında, âlim değildir, câhil de değildir, dersin; ve mâdenlere ilim ve cehâlet isnâd edemezsin. Çünkü ilmin ve onun zıddı olan cehâletin kâim olması için geçerli şart ancak hayâttır. Mâdenlerde ise hayât yoktur. Ve şart bulunmayınca şartlılık da bulunmaz; bu bir genel kâidedir.

Şimdi bu sözü söyleyen ve bu delilleri getiren kimseye: Şu halde o rûhun araz olmasına mâni’ olan şey nedir? denildi. O kimse bu soruya cevâben rûha cevher diyen ve onun araz olmasını iptâl eden kimsenin delilini getirdi ki, yukarıda bahsedilmiş idi.

Ve rûha boşlukta yer tutan cevherdir denildi. Bu defa da rûha araz diyen ve hem cevherin ve hem de arazın aklen ve naklen sonradan olduğuna inanmakla berâber, o rûhun cevher olmasını iptâl eden kimsenin delîli getirildi. Ya’nî rûhun araz olduğuna delîl getirenler cevher olduğunu iptâl ettiler. Ve cevher olduğuna delîl getirenler de araz olduğunu iptâl ettiler.

Bu delillerin getirilmesinden sonra, her iki sınıfa hitaben denildi ki: Rûhun boşlukta yer tutan bir cevher olması bâtıl oldu; araz olması da bâtıl oldu. Oysa o rûh mevcûttur. Ve, o araz ve cevher olmaktan münezzeh olan Allah Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri değildir. Bundan dolayı kiminizin o rûhu cevhere ve kiminizin araza hasretmesi bâtıl oldu.

Ve bu îzâha bakarak bir beşinci mevcût ortaya çıktı ki, o da bizim bu kitabın başında bahsettiğimiz şeydir. Ve biz bahsedilen sözün hakîkatini bildiğimiz halde, en doğrusu şu sözdür, diye bu muhtelif sözlerden birisini tercih etmedik, Çünkü bu sözleri beyân ettiğimiz sırada halîfe olan “küllî rûh” onun îzâhından kaçındı. Çünkü bu kitabın mevzûu bu değildir. Ve birşeyden halîfe kaçındığı zaman, ben de ondan kaçınırım. Bu sebebden dolayı bu bahiste lâzım olacak îzâhları vermedim. Velâkin biz bunu bu kitabın dışında anlattık. Çünkü mevzûya uygunluk dolayısıyla izinli olmuş idim. Bu hakîr şerh edici dahi Hz. Şeyh-i Ekber (ra)’e tâbi’ olarak burada onların rûh hakkındaki yüce mezheblerini îzâh etmekten vazgeçti.

Biz deriz ki, ne zamanki Allah Teâlâ hazretleri o “küllî rûh”u ne sûretle vücûda getirmek gerekti ise o sûretle onu vücûda getirdi. Ona dedi ki: “Sen aynasın; ve mevcûtlar senin ile Bana bakar.” Nitekim demişlerdir. Beyt:

Bir aynadır âlem her şey Hak ile kâim

Muhammed aynasından Allah görünür dâim

“Ve isimler ve sıfatlar Bana sende zâhir olur.” Çünkü insân-ı kâmil, yukarıda geçen şerhlerde îzâh edildiği üzere bütün ilâhî isimlerin ve sıfatların görünme yeridir. Sen kendi âleminde, ya’nî taayyünün âleminde Hakk’ın halîfesi ve vekîli olarak kendi vechine, ya‘nî kıblen olan hakîkatine delîlsin. Çünkü âlemin ve Âdem’in kesîf olan taayyünleri ve onlarda zâhir olan eserler latîf olan hakîki vücûdun ve onda gizli olan sıfatların ve isimlerin delîlidir. Onlarda, ya’nî mahlûklarda, zâhir olan şeyler benden sana gelen isimlere âit verişlerden onlara verdiğin şey sebebiyle zâhir olur. Benim nûrlarım ile onlara yardım edersin; ve Benim sırlarım ile onlara gıdâ verirsin. Ve mülk ve şehâdet âleminde açığa çıkan herbir şeyin talep ettikleri sensin. Çünkü sen hakikî vücûd ile izâfî vücdlar arasında çok büyük bir rûhsun. Onlar senden geçmedikçe bana ulaşamazlar. Bundan dolayı sen bu şekilde talep edilensin.

YANLIŞ ANLAŞILMA İHTİMÂLİNE KARŞI: Biz deriz ki, âlimlerin rûh hakkındaki bu ihtilâfları, zarar vermeyen ve şerîat rükûnlarından bir rüknu yıkmayan bir ihtilâftır. Çünkü her birisi kendi anlayışında rûhun sonradan olduğunu beyân ediyor. Ve rûh hakkında “bu sonradan olmadır” hükmü olduğu zaman, şerîat hükümlerinin murâdı sâbit olur. Bundan dolayı bu ihtilaf ile berâber âlimler esâsta müttefiktir. Ve Allah Teâlâ hepsini rûhun hakîkatine ulaşmaya muvaffak eylesin!