Halîfenin Mâhiyyetine ve Hakîkatine Dâir Olan Söz Hakkındadır.
Halîfe ta‘bîr ettiğimiz bu “rûh” hakkında âlimler (r. anhüm) ihtilâf ettiler. Onlardan ba‘zıları ferd ya’nî tektir, boşlukta yer kaplayan bir cevherdir, dedi. Onun hayvânî cisim ile kâim olan hayâtın tersi ve ma’nevî sıfatları taşıyıcı olduğu şeklinde düşündüler.
Ve bir sınıf da yine düşündüler ki, muhakkak idrâkler mahallerine mahsûstur. Lâkin Allah Teâlâ onları cisme tutturdu. Ve onların devamlılığı rûhun devamlılığıyladır. Şimdi madde bedenin rûhu ayrıldığı zaman, onun gidişinden dolayı idrâkler de gider.
Ve bir sınıf da düşündüler ki, bedenin parçalarına teşebbüs etmiş olan bir latîf cisimdir ki, suyun yüne tahallülü (تخلل) veyâ tahallülü (تحلل) gibi ona tahallül etmiştir ve tahallül etmiştir; ve onun için madde bedenden ona hâs olan bir mahal yoktur.
Ve Abdülmelik b. Habîb dedi ki, o cismin sûreti üzerine olan latîf bir sûrettir. Cismin dâhilinde onun iki gözü ve iki kulağı ve iki eli ve iki ayağı vardır. Bedenden her bir uzva ve parçaya karşılık olarak onun benzeri vardır.
Ve işte bunların hepsi onun araz olmasını olmayacak bir şey gördüler.
Şimdi onlara, bundan engelleyen şey nedir? denildi.
Dediler ki: “Bizim indimizde bu, aslında uzak değildir. Lâkin “Muhakkak rûhlar ni’metlenici ve azâp duyucu olur; çünkü onlar bâkîdir” sözünde işittiğimiz bundan engelledi. Oysa bu iki sıfat arazın sıfatından değildir. Çünkü ni’metlenme, ma‘nânın ma’nâ ile kâim olmasını gerektirici olur. Bu ise akıllı olanların ekserisi indinde aklen olması muhâl olan birşeydir. Şerîat hükümleri ise muhâl ile gelmedi. Ve rûhun bâkî oluşu hakkındaki hadîs dahi aklın delîlini bozar. Eğer araz olsa, arazın bâkî olması mümkün olurdu. Çünkü arazlar her bir zamanda yenilenir. Ve bu söz üzerine, canlı için zamanların adedi sebebiyle, ya‘nî onun üzerine zamanları madde olması sebebiyle, adetlenmiş rûhlar olur idi. Oysa bunların hepsi bâtıldır.
Hz. Şeyh-i Ekber (ra) “halîfe” ta‘bîr edilen “küllî ya’nî bütünsel rûh”un mâhiyyeti ve hakîkati hakkında kerem sâhibi âlimlerin türlü ihtilâflarını beyân ederek buyururlar ki:
Bu âlimlerden ba’zıları o rûha, ferddir ve tektir, ya’nî bir ikincisi yoktur. Onun vücûdu yer tutucudur, ya‘nî fezâda bir yer işgal eder. Kendisi iki zamanda dâimi kalmayan araz türünden olmayıp, zamanlarda dâimi olan cevherdir, dedi. Ve böyle söyleyenler bu rûhun hayvânî cisim ile kâim olan hayâttan, ya’nî hayvanî rûhtan başka bir şey olduğunu ve hayat ve ilim ve sem’ ve basar ve diğerleri gibi ilâhî ma’nevî sıfatları taşıdığını düşündüler.
Ve âlimlerden bir sınıf da idrâklerin mahallerine, ya’nî cisimde mevcûd olan dimağ, kalb, kulak ve göz gibi a’zâlara mahsûs olduğunu ve Allah Teâlâ hazretlerinin bu idrâkleri cismin bu gibi mahallerine tutturduğunu ve bu idrâklarin devamlılığının rûhun devamlılığı ile bulunduğunu ve rûh cesedden ayrıldığı vakit, bu rûhun gitmesi sebebiyle idrâklerin dahi berâberce gittiğini düşündüler.
Ve yine âlimlerden bir sınıf bu rûhun bedenin parçalarına bağlanan latîf bir cisim olduğunu ve su bir yüne veyâ yünden ma’mûl bir kumaşa nasıl nüfûz ederse ve dâhil olursa, o rûhun da öylece bedenin parçalarına nüfûz ettiğini ve dâhil olduğunu ve cisimde rûha mahsûs bir mahal olmadığını düşündü.
Ve âlimlerden Abdülmelik b. Habîb dahi dedi ki: Rûh cisim sûretinde bir latîf sûrettir. Cismin içinde bulunduğu halde, cisim gibi onun da iki gözü ve iki kulağı ve iki eli ve iki ayağı vardır. Bedenin her bir uzvuna ve parçasına karşılık olmak üzere o latîf olan sûrette de bu uzuv ve parçaların benzeri mevcûddur.
İşte bu beyânlardan anlaşıldığı şekilde bahsedilen âlimler rûhun araz olmasını olmayacak bir şey gördüler; ya’ni “rûh” araz türünden olamaz dediler. Şimdi bu beyânların sâhiplerine denildi ki:
Bundan, ya’nî rûhun araz olduğuna hükmetmekten engelleyen şey nedir?
Onlar cevâben dediler ki:
İşin aslında rûhun araz olması bizim indimizde uzak görülen bir şey değildir. İlâhî kudret indinde bu mümkündür. Velâkin (Sav) Efendimiz’in şerefli sözünde işittiğimiz ma’nâ bizi bu rûhu araz saymaktan engelledi. O hadîs-i şerîf de: “Rûhlar ni’metlenir ve azab duyucu olur. Çünkü onlar bâkîdir” meâlindedir. Oysa bu iki sıfat, arazın sıfatından değildir. Çünkü rûh, araz olduğu halde ni’metlense ve azab duyucu olsa, ma’nânın ma’nâ ile ve arazın araz ile kâim olması lâzım gelir. Çünkü ni’met ve azâb birer arazdır. Bunların bağlanması için bir cevhere ihtiyaç vardır. Rûhun araz olduğunu kabûl edince bir araz diğer araz ile kâim olmuş olur. Bu ise akıllı olanların çoğu indinde aklen muhâl olan bir şeydir. Oysa şerîat muhâl olan bir şey getirmemiştir. Belki mümkün olan şeyi beyân etmiştir. Böyle olunca rûhun, arazın gayrı olması îcâb eder.
Rûhun bakası hakkındaki ikinci hadîs, ya’nî “onlar bâkîdir” sözü onun araz olmasına aykırıdır. Aklın delîli onu bozar. Çünkü rûh araz olsa, arazların bâkî olması mümkün olurdu. Çünkü arazlar iki zamanda bâkî kalmaz, her bir zamanda yenilenir. Ve rûh da araz olursa eğer her bir zamanda yenilenmesi gerekir. Ve bu şekilde de bu söze göre her bir canlı için zamanların adedince adetlenmiş rûhlar olması îcâb eder. Çünkü arazın maddesi, üzerinde bulunduğu zamanlardır, ya‘nî arazı ortaya çıkaran zamandır. Oysa bunların hepsi bâtıldır.