Ba‘zıları bu ilk mevcûda “dâirenin merkezi” ta‘bîr etti

Ve onlardan ba’zıları ona “dâirenin merkezi” ta‘bîr etti. Bu eserin yazarı der ki; Buna yükleyenler ne zamanki bu halîfenin mülkünde adâletine ve onun tamâmı üzerinde ta’kîp ettiği yolun ve hükümlerinin istikâmetine baktılar, onun sebebiyle adâletin varlığından dolayı ona “varlık dâiresinin merkezi” ismini verdiler. Ve onu ancak kürenin merkezine yüklediler ki, onların bakışı sâhibine eşit seviyede olarak noktadan çevreye çıkan her bir hattadır. Bunu adâletin gâyesi gördüler de bu ma’nâdan dolayı ona “dâirenin merkezi” dediler.

Seçkinler için bir sır vardır. O da budur ki, dâirenin noktası çevrenin vücûdunda asıldır. Ve her ne zaman varlığıyla veyâ farazî olarak bir küre takdir etsen, senin için bir nokta takdiri lâzımdır, ki o da onun merkezidir. Ve noktanın vücûdundan çevrenin vücûdu lâzım gelmez. Ve bu dâireden fâil olan vücûd pergel denilen âletin başıdır. Ve vücûdda dâire yoktur. “Allah Teâlâ mevcûddu; ve onunla berâber bir şey yoktu.” Ve pergelin iki bacağı lütuf olarak ve vücûda getirici olarak onun açılmış olan elleridir. Ve bacağın biri noktaya âittir ki, “gayb eli ve a’lâ olan melekût”tur. Ve bacağın biri de çevreye âittir ki, “mülk ve şehâdet âlemi” elidir. Şimdi biri “emr” için ve diğeri “halk” içindir. “Ve kânellâhu bi külli şey’in muhîtâ” (Nisâ, 4/126) ya’nî “Allah Teâlâ her şeyi ihâta edicidir.” Âyet-i kerîmede “ve kad halaktüke min kablü ve lem tekü şey’â” ya’nî “Sen bundan evvel bir şey değil iken ben seni hálk ettim” (Meryem, 19/9) buyrulur. Şimdi merkez eli, yönleri kat’ eden hareketten pâktır. Ve çevreyi çizen eli ise hareketlidir. Bundan dolayı iyi düşün! Allah Teâlâ senin basîretini bu işâretler için nurlandırsın. Ben sana yolu gösterdim. Ve eğer halîfenin eserlerini teftiş etsem ve onun özelliklerini araştırıp tetkîk eylesem ve bu cinsten olan lakapları ona versem, onları büyük bir kitap içine alırdı. Diğer sonradan olanlar arasından onun şerefine ve güzîdeliğine ve bununla işâret etmesi için, bu az sözle çok şey anlatma dâiresinde bu kadarla yetindik.

Ve tahkîk ehlinden ba’zıları o halîfeye “dâirenin merkezi” ta’bîr etti. Bu kitabın yazarı olan Hz. Şeyh-i Ekber (ra) der ki: Halîfeye “dâirenin merkezi” diyenler, ne zamanki onun mülkünde adâletine ve mülkünün tamâmında ta’kîp ettiği yolun ve koyduğu hükümlerin istikâmetine baktılar, halîfenin vücûdu sebebiyle adâletin hâsıl oluşundan dolayı, o halîfeye “varlık dâiresinin merkezi” ta’bîrini yüklediler.

Bilinsin ki, cenâb-ı Şeyh (ra) bu kitabın Önsöz’ünde halîfe hakkında “Orta yol üzere olan medînesini ya’nî şehrini ma’mûr kıldı” buyurmuş idi. “Medîne”den kasıt, iniş ve çıkış mertebelerinin kesişme noktası olması i’tibârı ile, “şehâdet âlemi”dir. Ve halîfenin varlıksal vücûdu şehâdet âleminde taayyyün edip ulvî mertebelerden aldığını süflî mertebelere dağıtır ve taksîm eder. Ve bu dağıtma ve taksîmde küfür ve îmân ve iyileştiricilik ve bozgunculuk onun indinde eşittir. Nitekim yine Önsöz’de Hz. Şeyh (ra): “îmân eden ile küfreden kimse arasındaki alışı onun kabzasında eşit kıldı” buyurmuş ve bu konudaki îzâhlar şerh edilerek geçmiş idi. Şimdi mâdemki mevcûd olan ferdlere isti’dâdları dolayısıyla, isimlere âit verişlerden gerçekleşen her bir şey eşit seviyede halîfenin vücudundan kaynaklanmaktadır; o halde onu bir dâirenin merkezine yüklediler ve benzettiler. Ve tahkîk ehli, ne zamanki noktadan ibâret olan merkezden çevreye çıkan her bir hattın ve her bir yarı çapın, âit olduğu kavise eşit olarak çıktığını gördüler, bu çıkıştaki eşitliği adâletin gâyesi gördüler de bu ma‘nâdan dolayı o halîfeye “dâirenin merkezi” dediler. Çünkü adâletin bir ma’nâsı da “bir şeyi bir şeye eşit kılmak”tır.

Bu yüklemede ve benzetmede seçkinlere özel bir sır vardır. O da budur ki: Dâirenin noktası olan merkez, o dâirenin çevresinin oluşmasında ve vücûdunda asıldır. Ve her ne vakit sen bir kağıt üzerinde vücûda getirmek ve çizmek veyâhut kağıt üzerinde resmetmeyip de zihninde tasavvur etmek sûretiyle bir küre veyâ dâire farz etsen ve takdîr eylesen, senin için işin başında bir nokta takdiri lâzımdır ki, o nokta da o kürenin merkezidir. Çünkü geometri usûlü bunu gerektirir.

Ve her bir noktayı vücûda getirmekle veyâ farz etmekle mutlaka çevrenin vücûdu lâzım gelmez. Ya’nî her bir nokta mutlaka çevrenin merkezi değildir. Fakat her nerede bir dâire olursa mutlaka onun merkezi olan noktanın vücûdu lâzımdır. Şimdi geometri usûlü üzere bir dâire çizilmesinde fâil olan vücûd pergel dediğimiz âletin baş tarafıdır. Ve dâireyi çizmezden önce pergelin bacaklarını birleştirdiğimiz zaman, onu ikilikten kurtulmuş bir vücûddan ibâret görürüz ki, bu hal dâireyi çizecek fâilin vücûdu mevcûd olmakla berâber, henüz meydanda bir dâirenin mevcûd olmadığına işârettir. Bundan dolayı fâil vücûd olan Hak mevcûd olmakla berâber âlemimiz olan kürenin ve diğer âlem kürelerinin taayyünleri böylece yok idi. “Allah Teâlâ mevcûd olduğu halde onunla berâber bir şey yok idi.” Tahkîk ehli “El an kemâ kân” ya’nî “Şu an dahi yine öyledir” manâsını da ilâve ederler.

Bu ma‘nâ sırf vahdet-i vücûdu ifâde etmek içindir. Oysa burada Hz. Şeyh (ra) hem vahdeti ve hem de ikiliğin esâslarını ifâde etmek için pergel örneğini verirler. Çünkü taayyün âlemi ikiliği gerektirir. Şimdi taayyün etmiş olan vücûdlara göre pergelin bacakları açıldığı zaman, onun bir olan vücûdu iki ayak sâhibi olarak görünür ki, bu iki bacak lütuf olarak ve vücûda getirici olarak onun açılmış olan elleridir.

Ve bu iki bacaktan biri çizilecek olan dâirenin vücûdunun merkezi bulunan noktaya mahsûstur ki, “gayb ve a’lâ olan melekût eli”dir. Ve bacağın biri de çevreye mahsûstur ki, “mülk ve şehâdet eli”dir. Ya‘nî pergelin başı Hakk’ın vücûduna karşılıktır. Hakk’ın vücûdunda gizli olan isimlerin görünme yerlerinin vücûda getirilmesi için, o başa bağlı olan etken el ve edilgen el birdîğerinden ayrıldılar. Birlikten ikilik çıktı. “Gayb ve melekût eli” pergelin merkezde sâbit olan ayağı mesâbesindedir. Ve “mülk ve şehâdet âlemi eli” de pergelin hareketli olan ve çevresi dediğimiz eli çizen diğer ayağı mesâbesindedir.

Şimdi merkezde sâbit olan ayak çevreninin çizilmesini emreder. Ve diğer ayak ise merkezden çıkan bu emir üzerine çevreyi hálk eder ve takdir eyler. Bundan dolayı ayağın biri “emr” için ve diğeri “halk” içindir. Ve pergelin başı ise “emr” ve “halk”ı ihâta etmiştir. Nitekim âyet-i kerimede “Ve kânellâhu bi külli şey’in muhîtâ” ya’nî “Allah Teâlâ her şeyi ihâta edicidir” (Nisâ, 4/126) buyrulur. Ve aynı şekilde “ve kad halaktüke min kablü ve lem tekü şey’â” ya’nî “Sen bundan evvel bir şey değil iken ben seni hálk ettim” (Meryem, 19/9) buyrulur. Nitekim dâire evvelce mevcûd değil iken pergelin her iki ayağına hâkim olan baş, onu hálk etmiş ve takdîr eylemiştir. Şimdi pergelin merkez eli, fezâda mesâfeler kat’ etmeyip hareketten pâk ve sâbit bir halde durur. Ve dâirenin çevresini çizen el ise fezâda mesâfeler kat’ ettiği için hareket eder. Ve bu hareketten bizim âlemimiz ile sonsuz şehâdetsel âlemlerin taayyünleri vücûd bulucu olur.

Bundan dolayı bu verdiğimiz esâslar doğrultusunda iyice düşün ve tetkîk et! Allah Teâlâ senin akıl ve rûh ve kalb gözünü nurlandırsın da bu işâretlerden ne gibi şeyleri murâd ettiğimizi anla! Ben sana bu düstûru beyân etmekle derin düşünme yolunu gösterdim. Ve eğer halîfenin eserlerini teftiş ve onun özelliklerini araştırıp tetkîk eylesem ve bunlara benzeyen bir çok lakablarını söylesem büyük bir kitap yazmak lâzım gelirdi. Diğer sonradan olanlar arasından onun şerefine ve onun güzîde oluşuna işâret etmek üzere az sözle çok şey anlatma yoluyla bu kadarla yetindim.

Meselâ halîfeye “âlemin kalbi” lakabı da verilebilir. Ve “kalb” ma‘nâsına yüklendiğinde benzerliğin îzâhı budur ki, insan vücûdunun fiilleri ve hareketlerini ortaya getiren şey “hâtıralar”dır. Kalb kendisine ulaşan “hâtıra”yı aldıktan sonra o hâtıraların türüne göre beş duyudan her birerlerine onları dağıtır. Ve insan beş duyusunu kullanmak için a’zâlarını hareket ettirir. Örneğin kalb “Sağ tarafa bak!” der. İnsan başını çevirip o tarafta bakma duyusunu kullanır. Veyâhut kalb “Şu meyvenin lezzetine bak!” der. İnsan elini hareket ettirip o meyveyi ağzına alarak tadma duyusunu kullanır. İşte diğerleri de buna kıyaslanabilir. Şimdi hâlîfe de cenâb-ı Hak’tan ulaşan bir emri alıp duyular mesâbesinde olan meleklere verir. Ve melekler de a‘zâ mesâbesinde olan âlemin taayyünlerini gereğine göre harekete geçirir. Halîfenin buna benzer lakabları pek çoktur. İlâhî ârifler ma‘rifet kapasiteleri derecesinde onları bulup halîfeye yüklerler ve bu lakablarla yâd eylerler.