Ve onlardan ba’zıları ona “mufîz ya’nî feyz verici” ta’bîr etti. Ve şeyhimiz ve reisimiz Ebû Medyen şeyhlerin şeyhi (ra) onu söyleyicidir. Kendisine i’timâd edilen kimselerden bir çokları da bana onunla haber verdi. Buna yükleyenler, ne zamanki cisimleri karanlık hâneler ve karanlığı yoğun siyah bölgeler gördüler, onu rûhun nûru kapladığı zaman ışık verdi, güneşin nûrunun kapladığı vakitteki bölgeler gibi parıldadı. Ve zarûri olarak biliriz ki, Bağdâd’da olan nûr Mekke’de olan nûrun gayrıdır. Ve herhangi bir yerde olan nûr onun gayrında olan nûrun gayrıdır.
Daha sonra bu nûrların varlığı için sebebe baktık, ki Allah Teâlâ onları onunla değil, onun indinde hálk etti. Şimdi biz onu küre şeklinde, nûrânî bir cisim bulduk, ki ona güneş denir. Şimdi yeryüzünden ona karşılık gelen her bir yerde Allah Teâlâ bir nûr hálk eder ki, “güneş” olarak isimlendirilir. Şimdi güneşe karşılık olarak yeryüzünde hálk edilen her bir nûra “güneş” denildiği gibi, kendisiyle madde bedenler arzı parlamış olan her bir nûra da “rûh” denilmesi uzak ve imkânsız değildir. Nasıl ki her bir mekânın farklılığından dolayı, mekânların bu nûru kabûlü muhtelif olur, parlak cisimlerin nûru kabûlü donuk ve paslı cisimlerin kabûlü gibi olmaz. İşte böylece madde beden mekânlarının rûhun feyizlerini kabûlü, onların farklılığından dolayı muhtelif olur. Hayvanların onun feyizlerini kabûlü, insanın kabûlü gibi; ve insanın kabûlü de meleğin kabûlü gibi olmaz.
Eğer biz güneşe “mufîz ya’nî feyz verici” dersek doğru söyleriz. Ve ifâza ya’nî feyz vermenin hakîkati su hakkındadır; ve o, onun dışındakilerde mecaz olarak kullanılır. Ve onların indinde bu rûhların küllî rûha nispeti, şehirlerin vâlîlerinin “imâm ya’nî ülkenin önderine” nispeti gibidir.Ve bu şekilde eğer adâletle hareket ederlerse sevâp kazanırlar; ve eğer eziyet ile hareket ederlerse azâplandırılmış olurlar.
Seçkinlere mahsûs bir sır vardır: Senâsı celîl ve isimleri mukaddes olan Allah Teâlâ hazretleri “Ve eşrekatil ardu bi nûri rabbihâ” (Zümer, 39/69) ya’nî “Yeryüzü Rabb’inin nûru ile aydınlandı” buyurur. Burada rubûbiyyet i’tibârı, “ilk muallim”in efendiliğidir ve onun terbiyesi ve sebeb olmaklığının te’sîridir. Ve o Hak Teâlâ hazretlerinin tenbîh yolu üzere buyurduğu “Yâ eyyetühen nefsül mutmainneh / İrciî ilâ rabbiki” (Fecr, 89/27-28) ya‘nî “Ey mutmainne nefs, Rabb’ine dön!” sözünde kendisine döndürülmüş olandır. Ve bu Rabb’in nûru onun üzerine tenbîh olunmuştur. O da hayvânî rûhtur ki, hayvan ve insan onunla müşterektir.
Ve onda ölümün i‘tibârı bulutun örtmesi ve uykunun i’tibârı güneşin batmasıdır; ve gafletin i’tibârı hilâlin örtmesidir. Bundan sonra bil ki, “imâm” gâib olduğunda ona bedel vezîr geriye kalır; geceleri ayın feyz verişi gibi memleket üzerine feyz verir. Ve vezîrin maddesinin feyzi ve onun feyz vermesi mutmainne nefsin maddesine perde olan bitkisel nefse bakarak feyz verse de, imâmlığın feyz vermesi gibi değildir. Ve her ikisi, ya‘nî imâm ve vezîr, gâib oldukları vakit hükümlerin ilimlerinin yıldızları olan fıkıh âlimleri geriye kalır. Şimdi onların hayvânî nefsin ve yırtıcı nefsin ve onların kuvvetlerinin istilâsının kahrına feyz vermeye takâtları olmaz. Şimdi sen bu sırrı iyice düşün ve araştır! Sana ilâhî hikmet zâhir olur.
Ve tahkîk ehlinden ba’zıları o halîfeye “mufîz ya’nî feyz verici” ta’bîr etti. Ve şeyhimiz ve reisimiz Ebû Medyen şeyhlerin şeyhi (ra) da bu halîfeye “mufîz ya’nî feyz verici” ta’bîr buyurmuştur. Ebû Medyen Mağribî (ra) Hz. Şeyh-i Ekber’in şeyhidir. Şerefli ismi Şuayb bin Hasan’dır. Kendileri tahkîk ehlinin en büyüklerindendir. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) yazdığı bir çok eserlerinde onların isimlerini bir çok yerde zikretmiştir. Hicretin beş yüz doksanında vefât etmiştir. Hz. Şeyh-i Ekber buyururlar ki: Bu “mufîz ya’nî feyz verici” ta’bîrini yalnız Ebû Medyen hazretleri gibi bir tahkîk ehlinden işitmedim. Bu ta’bîri diğer tahkîk ehlinden de işittim.
Ve halîfeyi bu “mufîz ya’nî feyz verici” ma’nâsına yükleyenler, ne zamanki cisimleri, karanlık hâneler mesabesinde ve karanlığı çok siyâh bölgeler olarak gördüler, o cisimleri rûhun nûru kapladığı zaman ışık verdi. Güneşin nûru kapladığı zaman yeryüzündeki bölgeler nasıl parıldar ve ışık verirse, karanlık cisim de rûhun nûruyla öylece parıldadı.
Ve gerçi ışığın kaynağı olan güneş bir olmakla berâber, zarûrî olarak biz biliriz ki, Bağdâd arâzîsi üzerine yayılan nûr, Mekke arâzîsi üzerine yayılan nûrun gayrıdır. Çünkü her ne kadar kaynak; bir ise de muhtelif mekânlara temâs eden ışık huzmeleri birdiğerinin aynı değildir. Bundan dolayı her hangi bir yerde olan nûr, o yerin dışında olan yerdeki nûrun gayrıdır.
Daha sonra biz bu nurların nasıl hâsıl olduğunu anlamak için onların icâb ettirici sebebine baktık ki, Allah Teâlâ o nûrları o sebeple değil, o sebebin indinde hálk etti. Ya‘nî güneş yeryüzündeki yerlerde gözüken nurların sebebidir. Fakat bu nûrların vücûdu için mutlaka güneş lâzım değildir. Hak Teâlâ güneş olmaksızın da nûr hálk eder. Fakat ilâhî âdet eşyâyı sebepler indinde ve sebepler perdesi arkasından hálk etmektir. Nitekim ayrıntısı yukarıda geçti. Bu nurların varlık sebebine baktıktan sonra onların sebebini yuvarlak ve nûrânî bir cismin vücûdundan ibâret bulduk ki, ona “güneş” denir. Ve yeryüzünün bu cisme karşılık gelen her bir yerinde Allah Teâlâ bir nûr hálk eder ki, ona “güneş” denilir. Ya‘nî işin aslında küre şeklinde ve nûrânî olan güneş denilen cisim bir maddeden ibâret olduğu halde, yeryüzünün muhtelif yerlerinde bu cisim sebebiyle hálk olunan muhtelif nurlara da “güneş” denilir. Örneğin şurada güneş var, burada yok ve orada var gibi ta‘bîrleri dâimâ kullanırız. Oysa güneşin zâtı o yerlerde değildir.
İşte bunun gibi kendisiyle madde bedenler arzı parlamış olan her bir nûra da “rûh” denilmesi câizdir; uzak ve imkânsız değildir. Her ne kadar “küllî rûh” birden ibâret ise de çok olan bedenlere onun nûru yansımış olduğundan onun her bir bedendeki yansımasına da “rûh” denir. Ve muhtelif mekânlar güneşin nûrunu muhtelif sûretlerde kabûl eder. Ve parlak cisimlerin nûru kabûl etmesi, donuk ve paslı ecsâmın kabûlü gibi değildir. İşte böylece madde beden mekânlarının rûhun feyiz verişini kabûlü, onların muhtelif oluşu dolayısıyla muhtelif olur. Örneğin rûhun feyiz verişini hayvânî bedenlerinin kabûlü insânî bedenlerin; ve insânî bedenlerin kabûlü de melekî bedenlerin kabûlü gibi değildir.
Bilinsin ki, güneş sistemimizi aydınlatan güneş bir olduğu gibi, bunları terkîb eden mâdenlere ve bitkilere ve hayvanlara ve insana yansıyan “rûh” dahi birdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “güneş” gibi “rûh” dahi tekil olarak zikredilmiştir. Ancak bu “rûh”un nûrunun yansıması hepsinde aynı eşit şekilde hissedilmez. Mâdenlerde hiç hissedilmez. Çünkü onların taayyünleri bu yansımayı kemâliyle kabûle müsâid değildir. Bundan dolayı rûhun eserleri onlarda bâtındır. Bitkilerde büyüyüp gelişmeleri dolayısıyla bir dereceye kadar hissedilir. Hayvânlarda daha belirgin ve insanda en belirgindir. Ve aynı şekilde insanın cismi kesîf ve melekler latîf olduğu için rûhun feyizlerini kabûlde eşit değildirler. Meleklerde rûha âit eserler insandan daha fazla belirgindir. İnsanda mekân ve yön kaydı olduğu halde meleklerde bunlar yoktur.
Bu îzâhlara göre, eğer biz güneşe “mufîz ya’nî feyz verici” dersek doğru söylemiş oluruz. Ve “ifâza ya’nî feyz verme”nin hakîkî ma’nâsı “taşırmak” demek olup su hakkındadır. Ve bu ta’bîr “su”dan başka olan şeyler hakkında “bol bol etrâfa dağıtmak” ma’nâsına olarak mecâzen kullanılmaktadır. Örneğin güneş ışığını bol bol etrâfına yaydığı için “ifâza ediyor” denildiği gibi, kendisine de “mufîz ya’nî feyz verici” denilir. Ve aynı şekilde “küllî ruh” eserlerini madde bedenler arzına bol bol yaydığı için “ifâza” ve “mufîz” ta’bîrleri onun hakkında da kullanılır.
Ve “küllî rûh”un her bir bedende gözüken eserine bir “rûh” denildiğinden, kerem sâhibi tahkîk ehli indinde bu rûhların küllî rûha nispeti, şehirlerin idâresine me’mûr olun vâlîlerin, memleketin tamâmı üzerinde bütünsel olarak tasarrufa sâhip olan “imâm ya’nî önder”e nispeti gibidir. O vâlîler kendilerine imâmdan yansıyan tasarruf sâyesinde, eğer halk üzerinde adâlet ve insâf çerçevesinde muâmele ederlerse sevâp kazanırlar. Ve eğer bu yansıyan tasarrufu kötü kullanıp eziyet ve zulüm ederlerse azâplanırlar ve mes‘ûl olurlar. Bu ifâdeler herkesin anlayacağı bir tarzdadır.
Fakat burada seçkinlere özel bir sır vardır. O da budur ki: Hak Teâlâ hazretleri “Yeryüzü Rabb’inin nûruyla aydınlandı” (Zümer, 39/69) buyurur. Âyet-i kerîmedeki “Rab” ta‘bîrinin kullanılmasından anlaşılan “rubûbiyyet” yukarıda ta‘bîr sebebi îzâh edilen “ilk muallim”in efendiliğidir. Ve onun âlemin en aşağısını ve en yukarısını terbiye etmesi ve halk üzerinde ilk sebep oluşunun te’sîridir.
Şimdi “ilk muallim” olan “halîfe”nin efendiliği ve rubûbiyyeti sâbit olunca, o halîfe Hak Teâlâ’nın tenbîh yolu üzere buyurduğu “Ey mutmainne nefs, Rabb’ine dön!” (Fecr, 89/27-28) sözünde kendisine döndürülmüş olandır. Ya‘nî mutmainne nefisler o halîfeye döner. Çünkü madde bedenler arzına yayılmış olan nûr, ondandır. Ve o “halîfe” ve “küllî ruh” asıldır. “Herşey aslına döner” kâidesince elbette fer‘in asla dönmesi gerekir.
Ve “bi nûri rabbihâ” ya’nî “Rabb’inin nûru ile” (Zümer, 39/69) halîfeden yayılmış olan nûra tenbîh eder. Ve “İrciî ilâ rabbiki” ya’nî “Rabb’ine dön!” (Fecr, 89/28) emriyle de aslî olan rubûbiyyeti dolayısıyla bu nûrun ona dönüşüne tenbîh buyrulur. Ve ona dönecek olan nûr, hayvânî ruhtur ki, hayvan ve insanın o rûhta müşterek oluşu vardır. Ve bu rûh sebebiyle karanlık kesîf cisim nurlanır.
Ve insanın hayvânî rûhunda üç i’tibâr vardır ki, birincisi “ölüm,” ikincisi “uyku” ve üçüncüsü “gaflet” halleridir. Ölüm dediğimiz itibâr güneşin önüne bulutların perde olmasına; ve uyku dediğimiz i‘tibâr da güneşin batmasına; ve gafletin i’tibârı da ayın yuvarlağının astronomi bilginlerince malûm olan örtmeden dolayı hilâl şeklinde görülmesine benzemektedir. Bu üç i’tibârdan her birinin bir çok ayrıntıları ve netîceleri mevcût ise de burada hepsinin anlatılması çok uzun olur.
Bundan sonra bilesin ki, “imâm ya’nî önder” gâib olduğu vakit onun makamına “vezîr”i geçer. O vezîr gecede ay gibi memleket üzerine feyz verir. Fakat vezîrin maddesinin feyzi ve onun feyz verişi mutmainne nefsin maddesine perde olan bitkisel nefse bakarak feyz verse de “imâmlığın” feyz verişi gibi değildir.
Bilinsin ki, insanda “tabîî nefs” ve “bitkisel nefs” ve “hayvânî nefs” vardır. Tabîî nefs cismin parçalarını birbirinden ayrılıp dağılmaya bırakmayan bir kuvvettir. Ve bitkisel nefs cismi üç eb‘âda, ya‘nî boy ve genişlik ve derinlik ve altı yöne çekip büyüten bir kuvvettir. Ve hayvânî nefs cisme tercihte bulunma ile hareket veren bir kuvvetten ibârettir. Ve tabîî ve bitkisel nefs bütün hizmetkârlarıyla berâber hayvânî nefse hizmet ederler. Ve her birinin hizmetlerini ve vazîfelerini burada saymak ve îzâh etmek uzun olur. Detaylarını isteyenler tahkîk ehlinin eserlerini ve bilhassa İbrâhîm Hakkı hazretlerinin Ma’rifetnâme’siyle Mahmûd Şebüsterî hazretlerinin Mir’ât’ül-Muhakkıkîn ismindeki eserini incelesinler.
Şimdi bunlardan başka insanî nefste kazanacağı sıfatlar i‘tibârı ile yedi mertebe vardır ki, bunlar da “emmâre nefs,” “levvâme nefs,” “mülhime nefs,” “mutmainne nefs,” “râziyye nefs,“ “marzıyye nefs,” “kâmile yâhut bâkıyye nefs”dir. Her bir alttaki mertebe, kendi üstündeki mertebenin perdesidir. Şimdi emmâre, levvâme, ve mülhime mertebelerinde olan nefislerde hayvânî sıfatlar mevcût olduğundan i‘tidâl ölçüsünün dışına çıkarlar. Mutmainne nefs mertebesi ise bunların tersinedir. Bu mertebe bütün muâmelelerinde i‘tidâle yakındır. Şimdi yemeye ve içmeye yatkın olan bitkisel nefs —ki bunda tabîî ve hayvânî nefs ve diğer nefisler dâhildir— mutmainne nefsin maddesine perde olur.
Ve bunların hepsine feyz yukarıda îzâh edildiği üzere “ilk yardım edici” olan “halîfe” ve “imâm”dan gelir. O gâib olduğu zaman, onun vekîli ve vezîri olan kimseden gelir ise de, vezîrin alışı halîfeden olup zâtından olmadığından, onun feyzi, güneşten ışık almak sûretiyle yeryüzünü aydınlatan aya benzer. Ve ayın aydınlatması tabi’ki güneşin aydınlatması gibi değildir.
Ve her ikisi, ya’nî imâm ve vezîr, gâib olduğu zaman şerîat hükümleri ilimlerinin yıldızları mesâbesinde olan fıkıh âlimleri onların makāmına geçer. Ve gece karanlığında yıldızlar yeryüzünü aydınlatamadıkları ve karanlığı gideremedikleri gibi, o fıkıh âlimleri de gece karanlığına benzeyen hayvânî nefsin ve yırtıcı nefsin kahrına ve yırtıcı hayvanlara mahsûs olup insanlarda gözüken kuvvetlerin istilâsını gidermeye güçleri yetmez. Çünkü onlar yalnız harf ve ses ile hükümleri teblîğ edebilip ma‘nevî tasarruflara kādir değildirler.
Şimdi sen seçkinlere özel olan bu sırrı iyi düşün ve araştır; ve bu verdiğimiz düstûru fikren derinleştir ve netîcelerini idrâk eyle! Sen bu çerçevede tefekkür ettikçe gerek dünyevî memleketin ve gerek insânî memleketin idâresinde sana ilâhî hikmet zâhir olur ve açılır.
İlgisi dolayısıyla: Yeryüzü sâkinlerinde senelerden beri hayvânî nefsin ve yırtıcı nefsin hüküm sürdüğüne bakılırsa günümüzde “imâm”ın ve vezîrin gaib olduğu ve yalnız hüküm âlimlerinin geriye kaldığı ve onların da nasîhatlarının etkili olamadığı ve bundan dolayı Hz. Şeyh-i Ekber (ra)’ın Ankâ-i Muğrib ismindeki değerli eserlerinde ortaya çıkışına işâret buyurdukları “imâm”ın ve Fütûhât-ı Mekkiyye’lerinin üç yüz altmış altıncı bölümünde beyân ettikleri vezirlerinin yakın bir zamanda ortaya çıkmaları beklenmektedir. (Vallâhü a’lem!).