Ve Şeyh-i ârif Ebu’l-Hakem ibn Berrecân (ra) ona “imâm-ı mübîn” ta‘bîr etti. Ve o Hak Teâlâ’nın “Ve ketebnâ lehü fîl elvâhı min külli şey’in” ya’nî “Ve ona levhâlarda her bir şeyden yazdık” (A‘râf, 7/145) sözünde “külli şey’in” ya’nî “her bir şey” ile ta‘bîr olunan “levh-i mahfûz ya’nî muhafazalı levhâ”dır. Ve bu levh-i mahfûz her bir şeyin nasîhatı ve ayrıntısıdır. İşte Şeyh Ebu’l-Hakem (rahimehullâh)ın o levhâya “her bir şey” demesinin delîli budur. Ve onun buna yüklemesi, Hak Teâlâ’nın “ve külle şey’in ahsaynâhu fî imâmin mübîn” ya’nî “Ve her bir şeyi İmâm-ı Mübîn’de saydık“ (Yâsîn, 36/12) sözüne dayanmaktadır. Biz âlemin tamâmını, en aşağısını ve en üstünü insanda sayılmış bulduk. Bundan dolayı onu “imâm-ı mübîn” dedik. Ve onu Allah Teâlâ’nın indinde olan “imâm-ı mübîn”den tenbîh olarak aldık. Şimdi işte bu bizim ondan hazzımızdır. Onu tefekkür et ve iyice incele!
Seçkinlere mahsûs bir sır vardır. Hak Teâlâ “mâ farratnâ fîl kitâbi min şey’in” ya’nî “Biz kitapta hiçbir şeyden eksik bırakmadık” (En’âm, 6/38) buyurur, “min şey’in”den onun i’tibârı olan şey ancak insandır ki, âlemde herşeye üstün olur. Ve bu kendisi için lügatsal furkânî benzerlik sâbit olmayan bir mevcûd için ve bir mevcûdda geçerli olmaz. Şimdi benzerlik sâbit olduğunda “imâm”ın vücûdu geçerli olur. Ve imâmın vücûdu sâbit olduğunda da onun gayrı hakkında “imâmlık” bâtıl olur. “Lev kâne fîhimâ âlihetun illâllâhu le fesedetâ” (Enbiyâ, 21/22) ya‘nî “Yerde ve gökte Allah’tan gayrı ilâhlar olsa idi, fesâda uğrarlardı.” Şimdi biz imâmlığı zorunlu olan şey sebebiyle bu “imâm-ı mübîn”e baktığımızda biz onu üzerinde bulunduğu sırları ve sıfatları zorunluluk arz eder bulduk. Böyle olunca biz dedik ki, o onun nefsinden midir, yâhut onun gayrından mıdır? Biz onu onun elinde emânet bulduk. Bundan dolayı “İnnallâhe ye’murüküm en tueddûl emânâti ilâ ehlihâ” ya’nî “Muhakkak Allah Teâlâ emânetleri ehli olanlara teslîm etmenizi emreder” (Nisâ, 4/58)’i okuduk. Şimdi bizim için başlarda geçen Hak aynası parladı. Biz ”mü’min kardeşinin aynasıdır” sözünde “imâm-ı mübîn” sözünü bir araya getirdik ve meze eyledik. Ve bizim için hâriçte vâhid ya’nî bir çıktı. Şimdi ona ba’zıları “ayna” ve ba’zıları “imâm” dedi. Kitabî olarak “imâm” ve sünniyye olarak da “ayna”dır.
Ya’nî batı tarafının kutublarından biri olan ârif-i billâh Şeyh Ebu’l-Hakem b. Berrecân (ra) bu halîfeye “imâm-ı mübîn” ta‘bîr etti. Ve o imâm-ı mübîn Hak Teâlâ’nin “Ve ketebnâ lehü fîl elvâhı min külli şey’in” (A’râf, 7/145) ya’nî “Biz onun için levhâlarda her bir şeyden yazdık” sözünde “her bir şey” ta’bîr edilen “levh-i mahfûz ya’nî muhafazalı levhâ”dır. Çünkü halîfenin vücûduna her bir şeyin hakîkatinin yansıdığı yukarıda îzâh edildi.
Ve bu levh-i mahfûzda her bir şeyin nasîhatı ve ayrıntısı vardır. Çünkü onda ilâhî isimlerin gölgeleri olan sâbit ayn’lar yansımıştır. Bu sâbit ayn’lar bütün eşyânın hakîkatleridir. Ve her bir sâbit ayn, görünme yeri olduğu ismin hazinesinde mevcûd olan ayrıntısal hükümleri yüklenmiştir. Ve o hakîkatler kendilerine bağlanan eşyâyı kendi taraflarına da’vet edici olan nasîhatları kapsamıştır ki, bu nasîhatlar her birinin kendi bâtınından ve hakîkatinden şehâdet âleminde açığa çıkan görünme yerine ilhâm yolu üzere ulaşır. Nitekim bu hakikate işâreten Kur’ân-ı Kerîm’de “Ve evhâ rabbüke ilen nahli” ya’nî “Ve Rabb’in arıya vahyetti” (Nahl, 16/68) buyrulmuştur. Ve bu vâridât şehâdet âleminde ilâhî hazînenin emîni olan insân-ı kâmil eliyle varış yerlerine dağıtılır. İşte Şeyh Ebu’l-Hakem (rahimehullah) hazretlerinin o “levh”e “her bir şey” ismini vermesinin delîli budur.
Ve onun bu levhi “imâm-ı mübîn”e yüklemesine gelince, bu ma’nâyı Hak Teâlâ’nın “ve külle şey’in ahsaynâhu fî imâmin mübîn” (Yâsîn, 36/12) ya’nî “Biz her bir şeyi imâm-ı mübînde saydık” sözünden alınmıştır. Mâdemki levh-i mahfûzda her bir şeyin nasîhatı ve ayrıntısı vardır; ve aynı şekilde her bir şey mâdemki imâm-ı mübînde sayılmıştır; ve halîfenin vücûdunda ise bütün eşyânın hakîkatleri yansımıştır; ve âlemin tamâmı, en aşağısı ve en üstü insanda sayılmıştır; bundan dolayı o insana “imâm-ı mübîn” denilmesi câiz olur. Ve işte biz bu ta’bîri Allah Teâlâ’nın indinde olan “imâm-ı mübîn” sözünden tenbîh olarak aldık. Ve bizim insan sûretinde taayyün edip, bu tecellîye mazhar olmaklık isti’dâdında mahlûk olduğumuz, o “imâm-ı mübîn” ta’bîrinden hazzımızdır.
Bilinsin ki, insan iki kısımdır: Biri kâmil, diğeri noksandır. İnsân-ı kâmilde bütün ilâhî isimlerin eserleri ve hükümleri fiilen açığa çıkar. Ve noksan insânda ise ba’zı isimlerin eserleri ve hükümleri fiilen zâhir ve ba’zıları nefsânî ve hayvânî sıfatları altında örtülü ve bâtındır. Bunlar, bir insân-ı kâmilin terbiyesi altında gerçekleşen seyr ü sülûk ve mücâhede neticesinde, nefsânî ve hayvânî sıfatlarının giderilmesiyle ortaya çıkar. Bundan dolayı bu kitapta bahsedilen “insan” ta’bîri “insân-ı kâmil”e dönüktür. Çünkü noksan insân her ne kadar sûrette insan ise de, sırette henüz hayvâniyyet mertebesindedir. Şimdi sen bu ma’nâyı kendi nefsinde tefekkür et ve iyice incele! Bu beyânlarımızda seçkinlere mahsûs bir sır vardır. O da budur ki: Hak Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de “mâ farratnâ fîl kitâbi min şey’in” (En‘âm, 6/38) ya’nî “Biz kitapta hiç bir şeyden eksik bırakmadık ve zâyi’ etmedik” buyurur. “Min şey’in”den ibret alınacak olan şey ancak insandır ki, âlemde herşeye üstün olur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “Ve lekad kerremnâ benî âdeme ve hamelnâhüm fîl berri vel bahri ve razaknâhüm minet tayyibâti ve faddalnâhüm alâ kesîrin mimmen halaknâ tafdîlâ” (İsrâ, 17/70) ya’nî “Biz Âdemoğlunu kerem sâhibi kıldık. Ve onu karada ve denizde taşıdık. Ve onu, hálk ettiğimiz şeylerin çoğu üzerine mübâlağa ile üstün kıldık” buyrulur. Ya’nî hálk edilen şeylerin azı üzerine üstün kılmadık demek olur. Ve hálk edilen şeylerin azı ise bizim âlemimizin hâricindedir. Bundan dolayı bizim âlemimize göre insan gerek âlemimizde ve gerek âlemimizin hâricinde bulunan mahlûkların pek çoğu üzerine üstün kılınmış olur.
Ve bu her şeyin mevcûd bulunması husûsu kendisi için lügatsal furkânî benzerlik sâbit olmayan bir mevcûd için ve bir mevcûdda geçerli olmaz. Çünkü “Allah” bütün isimleri toplamış olan bir isimdir. Ve yukarıda îzâh edilen “Allah Âdem’i kendi sûreti üzere hálk etti” hadîs-i şerifi gereğince Allah Teâlâ hazretleri insân-ı kâmilde zâtı ile ve ma’nevî sıfatları ile zâhirdir. Ve hakîkatte bütün mertebeler Hakk’ın vücûdundan ibâret olduğundan kur’ânî benzerlik sâbit değildir. Bu makam tenzîh makâmıdır. Velâkin mutlak zâtın gayrılık elbisesi ile açığa çıktığı insân-ı kâmil mertebesinde lügatsal furkânî benzerlik sâbittir. Ve bu makam da teşbîh makâmıdır. Çünkü insân-ı kâmilde eşyânın bütün hakîkatleri yansımıştır. Nitekim yukarıda çok kereler îzâh edildi. Ve insân-ı kâmil için lügatsal furkânî benzerlik sâbit olunca âlemde imâmın vücûdu geçerli ve sâbit olur.
Ve imâmın vücûdu geçerli ve sâbit olunca da, o insân-ı kâmilden başkası için “imâmlık” bâtıl olur. Çünkü her bir asırda “imâm” birdir, fazla olmaz. Çünkü âlemde tasarruf Hakk’ın vekîli olan insân-ı kâmile tevdî edilmiştir. Ve iki tasarruf edicinin varlığı câiz değildir. Nitekim bu ma’nâyı Hak Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de “Lev kâne fîhimâ âlihetun illâllâhu le fesedetâ” (Enbiyâ, 21/22) ya’nî “Eğer yerde ve gökte ilâhlar olsa ve her biri bir yön ile tasarruf etse, yerin ve göğün intizâmı bozulur idi” buyurur. Bundan dolayı iki tasarruf edicinin varlığının câiz olmadığı bu âyet-i kerîme ile sâbittir. Ve apaçık bir şeydir ki, dünyevî işlerde dahi akıllı kimseler bir işe iki müdür atanmasını uygun görmezler.
Şimdi biz imâmlığın îcâblarını gerektiren şey sebebiyle, ya’nî tasarruf kudreti sebebiyle bu imâm-ı mübîne baktığımız zaman, biz o imâmlığı, üzerinde bulunduğu sırları ve sıfatları zorunluluk arz eder bir halde bulduk. Çünkü tasarruf kudreti, ilâhî nefsî sıfatların dışında olan ilim, sem‘, basar, irâde ve kahır ve lütuf gibi bütün ilâhî ma‘nevî sıfatları taşımadıkça ve Muhyî ve Mümît ve Dârr ve Nâfi’ ve Mâni’ ve Mu’tî gibi isimlerin eserleri kendisinden fiilen açığa çıkmadıkça mümkün olmaz. Böyle olunca biz iyice bir düşünüp, acabâ bu tasarruf kudreti onun kendi nefsinden ve zâtından mıdır? Yoksa onun gayrından mıdır? dedik. Ve bu derin düşüncemiz neticesinde biz onu imâmın elinde Hakk tarafından tevdî edilmiş emânet bulduk. Bu ma’nâya binâen “İnnallâhe ye’murüküm en tueddûl emânâti ilâ ehlihâ” (Nisâ, 4/58) ya’nî “Allah Teâlâ hazretleri emâneti ehline teslîm etmeyi size emreder” âyet-i kerîmesini okuduk ve anladık ki, bize bu şekilde emir buyuran Hak, kendisinin emânetlerini de ehli olan halîfeye tevdî’ buyurmuştur.
Şimdi bu beyânlardan yukarıda bahsi geçen “Hak aynası” âşikâr olup parladı. Biz “mü’min kardeşinin aynasıdır” sözü ile “imâm-ı mübîn” sözünü alıp bir araya getirdik ve birdîğerine meze eyledik. Bu bir araya getirme ve mezeden bizim için hâriçte, ya’nî âlemde vâhid ya’nî bir çıktı ki, o da insân-ı kâmildir. Şimdi o insân-ı kâmile ba‘zıları “ayna” ve ba’zıları da “imâm” dedi. Kitâbî olarak, ya’nî Allah’ın kitâbında geçen “ve külle şey’in ahsaynâhu fî imâmin mübîn” ya’nî “Ve Biz herşeyi imâm-ı mübînde saydık” (Yâsin, 36/12) âyet-i kerîmesinden alınarak “imâm”; ve sünniyye olarak ya’nî “mü’min kardeşinin aynasıdır” hadîs-i şerifinden alınarak da “ayna” denildi.