Ve ba’zıları, ya‘nî ulaşmış olanlar, ona “Hak ve hakkıyye aynası” ta’bîr ettiler. Buna yükleyenlerin beyânı budur ki, ne zamanki onu hakîkatlerin ve ilâhî ilimlerin ve rabbânî hikmetlerin tecellî mahalli gördüler. Ve muhakkak bâtılın ona yolu yoktur. Ve bâtıl ancak salt yokluktur. Ve yoklukta tecellî ve keşf geçerli olmaz. Bundan dolayı vücûdda açığa çıkan her şey Hak’tır. Ve bizim murâd ettiğimiz şeyi apaçık olarak ortaya koyan delîllere karşı çıkan şüphelerin getirilmesi vardır.
Seçkinler için bir sır vardır. Onun “Hak aynası” oluşunu gerektirici sebep (Sallallâhu aleyhi ve âlihi ve sellem)’in “Mü’min kardeşinin aynasıdır” sözüdür. Ve “kardeşlik” burada sözlüksel benzetmeden ibârettir. Ve Hak Teâlâ’nın sözünde “leyse ke mislihî” (Şûrâ, 42/11)’dir. Ve bu benzerlik, bu mevcûdun olan en sâf olanda veyâhut olacak olan en sâf ve en cilâlı olanda gözükmesi indindedir. Onda Hak nefsî sıfatlarıyla değil, zâtıyla ve ma‘nevî sıfatlarıyla gözükür ve ona cömertlik hazretinden tecellî eder. Ve bu kerîm olan açığa çıkış hakkında, Hak Teâlâ “Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm” ya’nî “Andolsun biz insanı en güzel sûret içinde hálk ettik” (Tîn, 95/4) buyurdu. Şimdi bu işâreti çok iyi düşün! Çünkü o, ma‘rifetin güzîdesi ve hikmetin pınarıdır.
Ve Hakk’a ulaşmış olanlardan ba‘zıları o “halîfe”ye “Hakk’ın veyâ hakkıyyetin aynası” dediler. Çünkü Hak Teâlâ hazretleri onun hakkında “innî câilun fîl ardı halîfeh” ya’nî “muhakkak ben yeryüzünde halîfe kılacağım” (Bakara, 2/30) buyurmuştur. Ve halîfe kendisini halîfe kılanın en mükemmel görünme yeridir. Çünkü halîfe kendisini halîfe kılanın sıfatlarını taşımadıkça halîfe olamaz. Örneğin herhangi bir ilmin öğretmeni, talebeye öğretmesi için yerine bir kimseyi halîfesi olarak ta’yîn etse, o halîfe mutlaka o öğretmenin ilmini taşıması lâzımdır; olmazsa, talebeye ders okutamaz. Bundan dolayı öğretmenin onu halîfe yapması ve onun da halîfeliği geçerli olmaz.
Ve bu ulaşmış olanların ona “Hak aynası” ve “hakkıyyet aynası” ta’bîrini yüklemelerinin sebebi budur ki, bu ulaşmış olanlar o halîfeyi hakîkatlerin ve ilâhî ilimlerin ve rabbânî olan hikmetlerin tecellî mahalli gördüler. Bundan dolayı o “Allah” toplayıcı isminin görünme yeri olduğundan Hak aynasıdır. Ve mutlak vücûdun bütün sıfatlarıyla berâber gayrılık elbisesiyle küllî rûh mertebesine tenezzülü dolayısıyla sâbit olan bu ilk mevcûd “hakkıyyet aynası”dır.
Şimdi mâdemki bu halîfe vücûd dâiresine dâhildir, salt yokluktan ibâret olan bâtılın ona yolu yoktur. Çünkü vücûd Hak; ve yokluk bâtıldır. Ve Hak ile bâtıl birdiğerinin zıddı olduğundan ebedî olarak bir araya gelemezler. Ve salt yokluk karanlıksal vehmedilmiş bir ma‘nâ olduğundan onda ne tecellî ve ne de keşf sâbit olmaz. Çünkü zuhûr ve açıklık ancak varlık içinde olur. Yoktan hiç bir şey çıkmaz. Şimdi mâdemki yoktan bir şey çıkmıyor, gerek melekût âleminde ve gerek mülk âleminde açığa çıkan her bir şey Hak olur.
SORU: Âlemde nefis ve şeytan gibi şerîat hükümlerine göre; ve vehmî vücûdlar gibi aklen bâtıl olan şeyler vardır. Açığa çıkan her bir şey nasıl Hak olur?
CEVAP: Bu şeylerin bâtıl oluşu i’tibârî işlerdendir; her birerleri izâfî olarak bâtıldır, hakîkî bâtıl değildir. Ve Hakk’a göre hikmet; ve şerîat hükümlerine ve akla göre ve bize göre bâtıldır. Bundan dolayı hakîkatte bâtıl yoktur, hep Hak’tır.
İşte bizim murâd ettiğimiz şeyi apaçık ortaya koyan delillere karşı çıkan bu gibi şüphelerin getirilmesi vardır. Ya’nî biz deliller getirmekle vücûdda açığa çıkan her şey Hak’tır dedik. Bu deliller, her şeyin Hak olduğunu îzâh etti. Fakat bu delillere karşı çıkarak birisi çıkıp yukarıda anlatılan soruyu sorar; ve meselâ, ilâve olarak: “Bu âlemde köpek ve domuz ve pislik gibi fenâ tabîatlı şeyler vardır. Bunlara da mı Hak diyelim?” der. Bu sorularıyla delillere karşı gelen şüpheler ortaya koyar. Oysa bu sorular hakîkate vâkıf olmamaktan kaynaklanır. Çünkü vücûdda kötü oluş ve iyi oluş i‘tibârî ve göreceli işlerdendir. Örneğin gül dediğimiz çiçek insanlara göre iyidir; fakat pislik böceğine göre kötüdür. Çünkü onun kokusundan bu hayvancık helâk olur. Bundan dolayı insana göre pislik ne ise, bu hayvana göre de gül öyledir. Ve diğer şeyler de buna kıyaslanabilir.
Şimdi halîfenin Hak aynası olmasında seçkinlere mahsûs bir sır vardır: Şöyle ki, onun Hak aynası oluşunu gerektirici sebep (Sav) Efendimizin “Mü’min kendi kardeşinin aynasıdır” hadîs-i şerifidir. Burada “kardeşlik” sözlüksel benzetmeden ibârettir. Çünkü araplar “ah ya’nî kardeş” kelimesini “misil” ve “benzer” ve “nazîr” ma’nâsında kullanırlar. Ve meselâ “Bedrin kardeşi” derler ki, bedrin nazîri ve misli ve benzeri demektir.
Kur’ân-ı Kerîm’de de bunun örnekleri vardır. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri “leyse ke mislihî” (Şûrâ, 42/11) buyurur. Ve bu söz ile kendisini hem tenzih ve hem de teşbîh eder ve vasıflandırır. Çünkü “ke mislihî” deki “kâf” cümlede anlamı kuvvetlendirici olarak kabûl edildiğinde “Onun benzeri bir şey yoktur” demek olur ki, bu, avâmın anlayışına göre sırf tenzîhtir. Çünkü bütün eşyâdan O’nun benzerinin oluşu kaldırılmış oluyor ve Hak onlardan münezzehtir deniliyor. Fakat “kâf” kuvvetlendime olarak sayılmadığında “leyse ke mislihî”nin ma‘nâsı “leyse misli mislihî” ya‘nî “O’nun benzeri bir benzer yoktur” demek olur. Bu da seçkinlerin anlayışına göre teşbîh ve vasıflandırmadır. Çünkü Hak hakkında ilk önce “benzer” isbât olunuyor; daha sonra o benzerden şeylerin benzerliği kaldırılıyor. Bu ise vücûdda ikilik ve benzerlik isnâdından başka bir şey değildir.
Ve aynı şekilde bu âyet-i kerîmenin devâmı “ve hüves semîul basîr” ya’nî “O işitendir, görendir” (Şûrâ, 42/11) sözü de hem teşbîh ve vasıflandırmayı; ve hem de tenzîh ve ferd kılmayı içinde bulundurmaktadır. Çünkü bu söz işitilince ilk anda avâmın aklına gelen man‘â, işiticilik ve görücülükte Hakk’ın halka ortak olmasıdır. Çünkü halk da işitir ve görür. Demek ki, işitmek ve görmek hassâlarını taşıyıcı olarak bir Hakk’ın ve bir de halkın vücûdu vardır. Bu vasıflandırmadır. Ve görmek ve işitmekte Hakk’ın halka benzemesi de benzetmedir. Fakat bu âyet-i kerîmede seçkinlerin anladığı tenzîh ve ferd kılma ma‘nâsı vardır. Çünkü “hüve ya’nî o” zamîrinin ilk önce söylenmesi ve “haber ya’nî o zamîrin sıfatları” olan “Semî’(İşitici)” ve “Basîr(Görücü)” kelimelerinin ta‘rîf harfi (el) ile söylenmesi tahsîslik ifâde eder. Bu şekilde ma’nâ “Semî’ ve Basîr olan ancak Hak’tır; başka semî‘ ve basîr yoktur” demek olur ki, bu da tenzih ve ferd kılmaktır.
İşte yukarıda îzâh edilen Hakk’ın benzerliği bu küllî rûhun şehâdet âleminde mevcûd olan en sâf olanda veyâhut mevcûd olacak olan en sâf olanda ve en cilâlı olanda gözükmesi ve zuhûru indinde gerçekleşir. Ve o en sâf ve en cilâlı olan insân-ı kâmilin şehâdet âlemine âit taayyününde, Hak nefsî sıfatlarıyla değil, zâtı ile ve ma‘nevî sıfatlarıyla açığa çıkar. Çünkü imkân dâhilinde olan varlıklar sâfileşme ilâhî kânûnuna tâbi‘dir. Mâden bitki; ve bitki de hayvan; ve hayvan da insan; ve insan da insân-ı kâmil mertebelerine yükselmedikçe hayat ve ilim ve sem’ ve basar ve irâde ve kudret gibi ilâhi ma‘nevî sıfatların kâmil tecellî mahalli olamaz. Bundan dolayı Hakk’ın benzerliği, hakkıyyet aynası olan bu ilk mevcûdun, sâfileşme kânûnuna tâbi’ olarak, gâyet sâflaşmış ve cilâlanmış olan gelmiş ve gelecek insân-ı kâmilde gözükmesi ve açığa çıkması indinde gerçekleşir. Ya’nî bu hakikati insân-ı kâmilin şehâdet âlemine âit kesîf taayyünü yüklenir.
Ve Hakk’ın onda açığa çıkışı dâhil olma ve birleşme yoluyla değildir. Çünkü bir olan hakîkî vücûdda adetlenme yoktur. Belki o latîf olan hakîkî vücûd zâtı ile ve sıfatlarıyla varlıksal mertebelerde kesîflikle açığa çıkar. Ve latîf bir şey’in kesîf mertebelerinde dâhil olma ve birleşme yoktur. Çünkü dâhil olma ve birleşme iki ayrı şey’in vücûdunu gerektirir. Hakk’ın varlıksal mertebelerde bu açığa çıkış nefsî ve zâtî sıfatlarıyla değildir. Çünkü kuddûs oluş ve samed oluş gibi ilâhî nefsî sıfatlar, vücûdu zorunlu olana mahsûstur. İmkân dâhilinde olanın Vâcib’e ayak basabilmesi, imkân mertebesinde bulundukça imkânsızdır. Ve Hak Teâlâ hazretleri o halîfeye cömertlik hazretinden tecellî eder, ya’ni ona ma’nevî sıfatlarıyla tecellîsi indinde aslâ cimrilik ve kesinti olmuş değildir. Bundan dolayı bu sıfatlardan hiç birisi onda noksan kalmaz. Ve onda bir sıfat noksan kalsa en mükemmel bir görünme yeri olamaz idi. Oysa insân-ı kâmil bir tâm ayna ve en mükemmel görünme yeridir. Nitekim bir kimse bir boy aynasına karşılık dursa, onun tamamen sûreti ve bütün halleri onda gözükür ve hiç birisi noksan kalmaz. Çünkü ayna gammâzdır. Mesnevi: Tercüme:
“Aşk, bu sözün dışarıya çıkmasını ister. Aynanın gammâz olmaması nasıl olur? Bilir misin, senin aynan niçin gammâz değildir? Çünkü onun yüzünden pas giderilmemiştir. Alâyiş pasından kurtulmuş olan ayna, Hudâ güneşi nûrunun ışığından dolu olur. Git, yüzünden pası temizle; ondan sonra o nûru idrâk et!”
Hak Teâlâ hazretlerinin bu kerîm olan açığa çıkışı hakkında Kur’ân-ı mecîdinde “Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm” (Tîn, 95/4) ya’nî “Biz insanı gâyet güzel bir taayyünde ve bir şekilde hálk ettik” buyurur. Çünkü onun taayyünü ve insânî sûreti, Hakk’ın isimlerine âit toplayıcılık ile açığa çıkmasına müsâittir. Sen bu âyet-i kerîmedeki işâreti çok iyi düşünüp ma’nâsını derinlemesine araştır! Çünkü o ilâhî ma‘rifeti özleridir; ve ilâhî hikmetin pınarlarıdır. Her ne zaman sana ilâhi ma’rifette bir zorluk olursa insanı tetkîk et! O zorluğun n hallolur. “İkra’ kitâbek, kefâ bi nefsikel yevme aleyke hasîbâ” (İsrâ, 17/14) ya‘nî “Kendi kitâbını oku! Hesap görücü olarak o kitap nefsine bugün yeter.”