Ba‘zıları bu ilk mevcûda “ilk muallim” ta‘bîr etti.

Ve ba’zıları ona “ilk muallim” ta’bîr etti. Ve buna yükleyenlerin beyânı budur ki, ne zamanki onların indinde onun halîfeliği tahakkuk etti; ve o muhakkak ilâhi emânetin yüklenicisidir. Ve onun en küçük âlemden olan nispeti, en büyük âlem olan Âdem’e nispetidir. Ve Âdem hakkında “Ve alleme âdemel esmâe küllehâ” (Bakara, 2/31) ya’nî “Âdem’e isimlerin hepsini öğretti” denildi. Bu mevcûtta böyledir. Daha sonra meleklere hitâp edip “fe kâle enbiûnî bi esmâi hâulâi in küntüm sadikîn” (Bakara, 2/31), “Eğer siz sâdıklardan iseniz şu isimleri haber veriniz, dedi.” “Kâlû subhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ” (Bakara, 2/32). “Biz seni tenzih ederiz; biz ancak senin bize bildirdiğini biliriz, dediler.” Böyle olunca bilmediklerini bildirmesini “halîfe”ye emretti. Bundan dolayı Allah Sübhânehû onlara muallimlerine secde etme ile emretti. İbâdet için secde etmek değil, insanların Ka’be’ye secde etmesi gibi emir ve şeref verme secdesidir. Allâh’a sığınırız. Ben ona bir kimseyi ortak koşmam. Ve bu insânî âlemde secde etmenin nefsi değil, secde etmenin semeresi mevcûttur ki, o da ancak tevâzu ve alçak gönüllülük ve öncelikli olarak ve acz ile kabûl etmektir. Ve onun şerefi ve önde oluşudur. Ve bir makāmda mevcûd oldu ki, meleklere ondan öğretir. Bundan dolayı onlardan daha lâyıktır. Ve bu Allah’dan şereflendirmedir. Onun irâdesinin sâbitliğine kesin delîl “Yahtassu bi rahmetihî men yeşâ’” (Âli İmrân, 3/ 74)’dır. Ya’nî “Allah Teâlâ rahmetini -kullarından- dilediğine tahsîs eder.”

Seçkinler için burada bir sır vardır. Ve o isimleri söylediği esnâda isimlendirilenleri görerek mi söyledi yoksa görmeden mi söyledi? Ve illâ isimlendirilen olmaksızın isim verilmesi nasıl geçerli olur? Ve bu üzerinde durup düşünülecek bir yerdir. Ve secde etmenin sırrı buradadır. Onun îzâhı mümkün değildir. Ve biz onu Matâli’u’l-Envâri’l-İlâhiyye’de zikrettik. İsimleri söylerken isimlendirilenleri görüp görmediğine gelince Bârî Teâlâ buna “bi esmâi hâülâi” ya’nî “bunları isimleri ile” (Bakara, 2/31) da dikkat çeker. Şimdi “hâ” ya’nî “bu” işâret ve tenbîh içindir. Ve her ne kadar işâret bu yolda uzaklığın sebebi ortaya çıkararak ve yapılan talep ve illet ayn’ını ortaya çıkararak gerçekleşti ise de, işâret ancak hâzıra gerçekleşir. Biz deriz ki o, isimlendirilenleri görerek söyledi, lâkin bir sûret nev’i üzerine. Ve bunun beyânı budur ki, o onları kendi nefsinde hüviyyeti yönünden görerek isimleri söyledi. Ve onu âlemin sırlarının toplanma yeri ve onun küçük nüshâsı ve toplayıcı fihristi ve onun faydaları için kıldı. Ve bu, Hak Teâlâ’nın bizim hakkımızda “hâülâi” sözünde işâretin faydasıdır. Ve o, bu kitapta anlatılmak istenen gâyedir. Tahkîk ehlinden ba‘zıları bu ilk mevcûda “ilk muallim” ta‘bîr etti. Ve ona “ilk muallim” diyenlerin îzâhı budur ki: Bu tahkîk ehlinin indinde o ilk mevcûdun halîfeliği tahakkuk etti; ve onun ilâhî emânetin, ya‘nî ilâhî nefsî vasıfların, yüklenicisi olduğu anlaşıldı. Çünkü onun işitmesi ve görmesi Hakk’ın işitmesi ve görmesi; ve onun ilmi ve irâdesi Hakk’ın ilmi ve irâdesidir. Nitekim yukarıdaki şerhlerde îzâh edildi. Ve bu halîfenin en küçük âlemden olan nispeti, en büyük âlemden olan Âdem’e nispetidir. Ya‘nî en büyük âlemden açığa çıkan Âdem bu en büyük âleme nispetle ne halde ise, en küçük âlem olan insan cinsinden açığa çıkan halîfe ve insân-ı kâmil de bu en küçük âleme nispetle o haldedir. Çünkü Âdem’siz âlem silinmemiş bir ayna mesâbesindedir. Ve aynı şekilde insân-ı kâmilsiz insâniyyet dahi öylece paslı bir ayna mesâbesindedir.

Ne zamanki en büyük âlem bütün müştemilâtıyla hálk edildi; bunların fertleri arasında, isimlere âit toplayıcılığı taşıyan ve bütün ilâhî isimlerin eserlerini kendi nefsinde müşâhede edebilecek bir ferd yok idi. Meselâ melekler hakkında “lâ ya’sûnallâhe mâ emerehüm” ya’nî “Allâh’a âsi olmazlar ve emrolundukları şeyi yaparlar” (Tahrîm, 66/6) buyruluşu yönüyle onlarda ilâhî emre muhâlefet mümkün değildir. Ve muhâlefet ve isyân olmayınca tâbi’ki Gaffâr ve Gafûr isimlerinin tecellî mahalli olamazlar. Ve İblis ve şeytanlar celâlî isimlerin görünme yerleri olduklarından cemâlî isimlrin tecellî mahalli değildirler. Ve aynı şekilde mâdenler ve bitkiler ve hayvânların taayyünleri bir çok ilâhî isimlerin kendilerinde eserlerinin ortaya çıkmasına müsâit olmadığından, onlar da bu isimlerin tecellîsi mahalli değildirler. Ancak Âdem bu toplayıcılığa sâhip olarak açığa çıkarıldı. Nitekim Âdem hakkında Hak Teâlâ “Ve alleme âdemel esmâe küllehâ” (Bakara, 2/31) ya’nî “Âdem’e isimlerin hepsini öğretti” (Bakara, 2/31) buyurur. Ne zamanki en büyük âlemden âdemî ferdler ortaya çıktı, bu ferdlerden her hangi biri kâmil olmadıkça bu ilâhî isimleri kendi nefsinde müşâhede edip haber veremedi. Bundan dolayı isimleri öğrenme husûsunda Âdem âleme göre nasıl ise, âdemiyyete göre de insân-ı kâmil böyledir.

Ve bilinmektedir ki, Hak Teâlâ meleklere hitâben: “Ben arzda halîfe hálk edeceğim” (Bakara, 2/30) buyurduğu vakit, melekler “Yâ Rab sen yeryüzünde fesad eden ve kan döken kimseyi halîfe yapar mısın? Oysa biz seni teşbîh ve takdîs ediyoruz” (Bakara, 2/30) dediler. Hak Teâlâ “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” (Bakara, 2/30) buyurdu. Ve daha sonra melekleri da‘vâlarında delîl göstererek susturmak için “Ey melekler, da‘vânızda sâdık iseniz, şu isimleri haber veriniz!” (Bakara, 2/31) buyurdu. Onlar da “Biz mazhar olduğumuz Sübbûh ve Kuddûs isimlerinin gereklerini biliriz. Ve senin bize öğrettiğin bunlardır; biz ancak bunları biliriz” dediler. Daha sonra Hak Teâlâ Âdem’e: “yâ âdemu enbi’hüm bi esmâihim” (Bakara, 2/33) ya‘nî “Ey Âdem, onlara isimleri sen beyân et!” buyurdu. Ve Âdem onları beyân etti. Bundan dolayı melekler o isimleri kendi nefislerinde müşâhede etmekle değil, Âdem’in kendi nefsinde müşâhedesi üzerine olan beyânı ile öğrendiler. Bundan dolayı onların isimlere olan ilimleri bizzât hakîkatlerini yaşayıp idrâk ederek ve müşâhedeli olarak değil, işitsel oldu.

Ve bu halde de Âdem onların “muallim”i oldu. Ve Hak Teâlâ meleklere muallimleri olan Âdem’e secde etmek ile emretti. Bu secde etme, ibâdet secde etmesi değil, insanların Ka’be’ye secde etmesi gibi emir secde etmesidir; ve Âdem’i şereflendirmek ve üstün kılmaktır. Ancak Hakk’a tahsîs edilmiş olan ibâdet secde etmesini onun dışında bir şeye kapsam etmekten, gerek melekler ve gerek biz insanlar Allah’a sığınırız. Ve ben Hakk’a kimseyi ortak koşmam.

Bilinsin ki, secde mutlaka alnını yere koymak değildir. Meleklerin secdesi, Âdem’e boyun eğmelerinden ve itaâtkâr olmalarından ibârettir. Ve bu husustaki îzâhlar fakîr tarafından Fusûsu’l Hikem’e yazılan şerhin mukaddimesinde ve Âdem Fassı ile Îsâ Fassı’nda beyân edilmiş olduğundan burada tekrârından kaçınıldı.

Şimdi bu insânî âlemde secde etmenin nefsi değil, secde etmenin semeresi mevcûddur. Ya’nî şerefi ve fazîleti sâbit olan kimseye karşı, secde etmek câiz değildir. Belki o kimseye karşı secde etmenin semeresi olan tevâzu’ ve alçak gönüllülükte bulunmak ve onun kendisinden ileride bulunduğu ve kendisinin ondan daha âciz olduğunu kabûl etmek ve onun şerefini ve önde oluşunu isbât eylemek lâzımdır. Ve bunlar insanın güzel ahlâkından ve övülmüş sıfatlarındandır. Ve bunların aksi olan dikbaşlılık ve bencillik ve fazîlet erbâbıbı hor görmek zemmedilmiş ahlâktan ve şeytânî sıfatlardandır. Nitekim İblis üstünlüğü sâbit olan Âdem’e secde etmedi ve boyun eğmedi; ve ind-i ilâhîde kovulmuş ve lânetlenmiş oldu. Ve Âdem kendisinden ortaya çıkan bu secde etme semeresi sebebiyle ulûhiyyet dergâhının makbûlü oldu.

Şimdi halîfenin makāmı meleklere öğretim makāmı olduğu için onlardan daha lâyık ve daha şereflidir. Ve halîfenin bu makamda sâbitliği ve vücûdu Hak Teâlâ’nın irâdesiyledir. Ve onun irâdesinin sâbitliğine Kur’ân-ı Kerîm’den kesin delîl istersen “Yahtassu bi rahmetihî men yeşâ’” (Âli İmrân, 3/ 74) ya’nî “Allah Teâlâ rahmetini -kullarından- dilediğine tahsîs eder” şerefli sözüdür.

Bu beyânlarımızda seçkinlere mahsûs bir sır vardır. Ve o sır da budur ki: İsimlerin söylenmesi esnâsında acabâ o halîfe isimlendirilenleri gördü mü, yoksa görmedi mi?

İsimlendirilen görülmeksizin isim verilmesi nasıl doğru olur?

Ya‘nî Hak Teâlâ Âdem’e: “Ey Âdem, onlara şu isimleri haber ver!” buyurduğu ve Âdem de isimlerden haber verdiği vakit, o isimlerin sâhipleri olan görünme yerlerini gördü mü, yoksa görmedi mi?

Eğer Âdem isim sâhiplerini görmemiş ise bunları nasıl beyân etti? Çünkü meselâ, kitap ve kalem ve hokka isimleri birer sûrete işâret olarak konulmuştur. Bu sûretler görülmeyince, şu kitaptır, bu kalemdir, o hokkadır, demek nasıl doğru olur?

İşte burası tetkîk ve tefekkür edilecek bir yerdir. Ve secde etmenin sırrı da buradadır. Ve bu sırrın îzâhı burada uzayacağından mümkün değildir. Biz bu hakîkatleri ve ma’rifetleri Matâliu’l-Envâri’l-İlâhiyye ismindeki kitabımızda anlattık.

Âdem’in isimlendirilenleri, ya’nî isim sâhipleri olan görünme yerlerini ve sûretleri, görüp görmediğine gelince, Bârî Teâlâ hazretleri bu görme husûsuna “bi esmâi hâülâi” ya’nî “bunları isimleri ile” (Bakara, 2/31) sözünde işâret buyuruyor. Çünkü “hâülâ’ ya’nî (bunlar)”da “hâ’(bu-n-)” yakına dikkat çekme ve “ülâ’(-lar)” uzağa işâret içindir.

Şimdi bu makamda her ne kadar işâret uzaklığın sebebini ve illetin ayn’ını ortaya çıkararak gerçekleşti ise de, esâsen işâret mutlaka hâzıra olur. Çünkü gerek yakın ve gerek uzak olsun, hâzır olmayan şey hakkında “şu” veyâ “bu” ta‘bîri kullanılmaz. İlletin ayn’ının ortaya çıkarılması, burada melekler tarafından Âdem’in halîfeliğine gerçekleşen i’tirâz üzerine onların âcizliklerinin ortaya çıkarılmasıdır. Çünkü Hak Teâlâ hazretlerinin bu makamda yüce irâdesi “şu isimler” hitâbı ile o makamda gören ile görmeyeni ayırmak; ve görenin üstünlüğünü ve görmeyenin aczini ortaya çıkarmak ve isbât idi. İşte bu hakikate dayanarak biz deriz ki: Halîfe o isimlendirilenleri bir sûret türü üzerine görerek isimlerini söyledi ve onları kendi nefsinde hüviyyeti yönünden müşâhede etti. Çünkü yukarıdaki şerhlerde îzâh edildiği üzere “küllî ruh” mertebesi, mutlak vücûdun tenezzüle âit mertebelerinden bir mertebedir. Bundan dolayı ilim mertebesinde sâbit olan bütün ilâhî isimsel sûretler, ya‘nî sâbit ayn’lar, bu mertebeye bütünüyle tab’ edilmiştir. Nitekim Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (kuddise sırrıhu’s-sâmî) efendimiz Mesnevî-i Şerif’’lerinde bu hakikate işâret olarak buyururlar:

Tercüme ve îzâh: “O hayâller ki, evliyânın tuzağıdır; Hudâ bostanı ay yüzlülülerinin yansımasıdır.”

“Hudâ Bostân”ından kasıt “Hudâ ilmi”dir. Ve onun “ay yüzlüleri”nden kasıt ilâhî isimlerin gölgeleri olan “sâbit ayn”lardır ki, bunlar kapsadığı mertebe beyâna sığmayan muhammedî vârislerin yüce kalplerine ilmî ve hayâlî sûretlerde tamâmı ile yansır. Ve onlar bu müşâhedelerinden haber verirler.

İşte seçkinlerin seçkininin özü olan evliyâullâhın bu müşâhedeleri hüviyyetleri yönünden gerçekleşir. Ve “halîfe”nin müşâhedesi de bu şekilde olmuştur. Bundan dolayı Hak Teâlâ bu halîfeyi âlemin sırlarının toplanma yeri ve onun küçük nüshâsı ve toplayıcı fîhristi ve onun faydaları için kılmıştır. Ve onun âleme olan faydaları bu kitabın başlarında îzâh edildi. Ve biz âdem olduğumuz yönle “hâülâi” sözündeki işâret altına dâhiliz. Ve bu kitaptaki maksad ve gâye de bunları beyândan ibârettir.