ONLAR ÜZERİNE KONULMUŞ TERİMLERİN İBÂRELERİ
Yazar der ki, ma’nâların ehlinden ba‘zı tahkîk ehli (r. anhüm) hazretlerinin ona “ilk madde” demesine gelince, sonradan olanlar hakkında ona “ilk yardım edici” dediklerinden “ilk”tir. Lâkin onlar Allah Teâlâ’nın onu, onunla vücûda getirdiği sıfat ile isimlendirdiler. Ve bir şeyin böyle sıfâttan kâim olduğu şey ile isimlendirilmesi akla uzak bir şey değildir. Ve ancak ona “ilk madde” ile ta’bîr olundu. Çünkü Allah Teâlâ eşyâyı iki nevi’ üzerine hálk etti: Biri sebep vâsıtası olmaksızın hálk ettiği; ve onu diğer bir şeyin hálkına sebep kıldığı şeydir. Ve doğru olan inanış budur ki, Hak Teâlâ eşyâyı, Hakk ehline muhâlif olanların tersine olarak, sebepler ile değil, sebepler indinde yapar. Ve doğru olan budur ki, muhakkak ilk mevcûd öne geçen sebep olmaksızın mahlûktur. Ve daha sonra onun dışındakilere bir sebep ve onun içinde madde oldu. Ve bu onun dışındakiler öne geçen akd üzerine, ona bağlıdır. Açlığın yemeye ve susuzluğun içmeye alışılagelmiş uygunluğu gibi; ve âlimin ilme ve dirinin hayâta aklen uygunluğu gibi ve bunun benzerleri; ve sevâbın itâatlı fiillere ve azâbın günaha şer‘îat hükümleri gereğince uygunluğu gibi… Ne zamanki bu ma’nâları mütâlaa ettiler, ona “ilk madde” ismini verdiler. Ve o güzeldir; ve onlar üzerine şer‘îat hükümlerine ve akla göre hatâ yoktur. Ve ba’zıları ona “Arş” ta’bîr etti. Buna dayandıranların beyânı budur ki, ne zamanki bir sözde “Arş” âlemi ihâta edicidir; ve diğer bir sözde de âlemin hepsidir; ve emirlerin ve yasakların kaynağıdır; ve daha önce zikredilen bu mevcûdu bu yönden, ya‘nî birliktelik ve ihâta yönünden, “arş”a benzer buldular. Nasıl ki Arş âlemi ihâta etmiştir ve o dokuzuncu felektir. Kendini övmenin arz olunmasında Hak Teâlâ’nın “Er rahmânu alel arşistevâ” ya’nî “Rahmân Arş’ın üzerine istivâ etti” (Tâhâ, 20/5) sözüne dikkat etmez misin? Eğer mahlûklar içinde ondan daha büyüğü olsa idi, bu kendini övme olmaz idi. Seçkinlere özel bir sır vardır. Lâkin burada bizim işâret ettiğimiz bir sır vardır. Onun sâhibi ona vâkıf olduğu zaman onunla zevklenir ya’nî bizzat hakîkatini yaşar. Ve o “Er rahmânu alel arşistevâ” ya’nî “Rahmân Arş’ın üzerine istivâ etti” sözüdür. Şimdi bu âyette zikredilen Arş Rahmân tarafından istivâ edilmiştir. Ve o sıfatın mahallidir. Ve bizim isimlendirdiğimiz “halîfe” bu beyâna dayanarak bir “Arş”tır. Allah (celle celâlühû) hazretlerinin istivâ edilmişidir. Şimdi iki “Arş”ın arasıdır ki, “Allah” ve “Rahmân” arasıdır. Her ne kadar “eyyen mâ ted’û fe lehül esmâül hüsnâ” ya’nî “Nasıl çağırırsanız hepsi O’nun Esma’ül-hüsnası’dır” (İsrâ, 17/110) ise de; ve bizim bahsettiğimiz şeyde sırlar ehli indinde gizlilik yoktur. Bu işâretle anlatılan arştan istivâ haddi (Sav) Efendimiz’in “Muhakkak Allah Teâlâ Âdem’i kendi sûreti üzere hálk etti” sözüdür. Şimdi “Arş” zâtın taşıyıcısıdır ve sıfatların kendisine yüklenmişidir. Ey ârif tahakkuk edici ol; ve ey vâkıf aklını başına alıcı ol; ve ey vâris ni’metlenici ol! Ve Allah Teâlâ hakkı söyler ve O doğru yola irşâd eyler.
Kerem sâhibi tahkîk ehli hazretlerinin “halîfe” hakkında koymuş oldukları terimlerin beyânındadır:
Hz. Şeyh-i Ekber (ra) buyurur ki, ma’nâlar ehlinden olan tahkîk ehlinin ba‘zıları “halîfe”ye “ilk madde” terimini koydular. Bu terimin koyuluş sebebi budur ki, sonradan olanların, ya’nî izâfî ve imkân dâhilindeki mevcûtların mebdei olduğu için o halîfeye “ilk yardım edici” dediklerinden “ilk” ta’bîrini uygun buldular.
Ve onlar bu “halîfe”yi, Hak Teâlâ nasıl bir sıfat ile vücûda getirmiş ise, bu sıfat ile isimlendirdiler. Ve bir şeyin sıfattan kâim olduğu şey ile isimlendirilmesi akla uzak bir şey değildir. Nitekim tabîblik ve hikmet ve kâtiblik ilh… sıfatlarıyla kâim bulunan bir kimseye tabîb, hakîm ve kâtib denilmesi câizdir. Ve işte ancak bu ma‘nâ sebebiyle “halîfe”ve “ilk madde” ta’bîr olundu. Çünkü kitâbın başından beri geçen îzâhlardan anlaşıldığı üzere, Allah Teâlâ eşyâyı iki nevi üzerine halk etmiş ve açığa çıkarmıştır:
Birisini sebep vâsıtası olmaksızın hálk etmiş ve onu diğer bir şeyin hálk edilmesine sebep kılmıştır. Ve ilk mevcûd olan “halîfe’yi, mertebelerden hiç bir mertebenin ve hilkat tavırlarından hiç bir tavrın aracılığı olmaksızın ancak “Kün-Ol!” emrinin müşâfehesiyle ya’nî söylenmesiyle açığa çıkardı. Ve bu ilk mevcûdu, diğer sonradan olanların halk edilmesine ve vücûda getirilmesine sebep kıldı.
Ve doğru inanış budur ki, Hak Teâlâ eşyâyı, Hakk ehline muhâlefet eden Mu‘tezile ve Kaderiyye ve Cebriyye gibi bir takım sınıfların inanışlarının tersine olarak sebepler ile değil, sebepler indinde yapar. Çünkü eşyânın mutlaka sebepler ile hálk edilmesine inanmak Hakk’ın kudretini bir kayıt ile kayıtlamak demek olur. Ve kayıt altında olan ise acz içinde bulunur; ve sebeplerin vücûdunu beklemeye mecbûr olur. Hak Teâlâ ise eşyâyı hálk etmede sebeplere muhtaç değildir. Fakat eşyâyı sebepler perdesi arkasında hálk eder. Bu ise eşyâyı hikmet üzerine tertîp etmiş olmasındandır. Ve bu tertîb rahmetin aynıdır.
Meselâ Hak Teâlâ hazretleri bir kimseyi sebeplerine teşebbüs etmediği halde hiç ummadığı bir şekilde zengin edebilir. Nitekim buyurur: “Ve yerzukhu min haysu lâ yahtesibu, ve men yetevekkel alâllâhi fe hüve hasbuh” ya’nî “Ve hesap etmediği bir yerden onu rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse, artık ona O kâfidir” (Talâk, 65/3). Ve bunun bu âlemde bir çok zâhiri örnekler görülmüştür; inkâra mecâl yoktur. Fakat zenginliği, ticâret gibi bir sebep perdesi arkasına koymuştur. Bu da zengin olmayı arzu edenlerin ne yolda hareket etmeleri lâzım geleceğini bilmeleri içindir. Ve aynı şekilde açlık gibi bir derdin giderilmesini yemeğe bağlı kılmıştır; ve yemek sebebi bir perdedir. Karnı acıkan bir kimsenin ne yapacağını bilmesi için, tokluğu yemek sebebi perdesi arkasına koymuştur. Eğer böyle bir sebep olmasa insan açlık hâli içinde ne yapacağını bilemeyip şaşırır kalır idi. Oysa Hak Teâlâ hazretleri tokluk hâlini sebeplerin vücûdu olmaksızın da hálk eder. Nitekim hallerinin tercümeleri incelenen binlerce evliyâullâhın bir çok zamanlar yemeğe ve içeceğe ihtiyâcı olmaksızın yaşadıkları ve vücûdlarına da zaaf gelmediği olmuştur. Bundan anlaşılır ki, Hak Teâlâ eşyâyı sebepler ile değil, sebepler indinde ve sebepler perdesi arkasında yapar.
Ve doğru ve sâbit olan budur ki, muhakkak ilk mevcûd, kendisinden evvel bir sebep mevcûd olmaksızın hálk edilmiş ve açığa çıkarılmıştır. Ve daha sonra bu ilk mevcûd kendinin dışındakilere bir sebep ve onun için bir madde olmuştur. Ve bu onun dışındakiler, ya‘nî ilk mevcûttan sonra sonradan olan şey, öne geçen akd üzerine bu ilk mevcûda bağlıdır. Ve bu bağlanış da âdî ve aklî ve şer’îdir. Âdî bağlanış açlığın yemeğe ve susuzluğun içmeye; ve aklî bağlanış da âlimin ilme ve dirinin hayâta ve kâdirin kudrete ve müridin irâdeye ve benzerlerine; ve şer’î bağlanış da sevâbın itâatli fiillere ve isyânın günâha bağlanışları gibidir.
İşte kerem sâhibi tahkîk ehli hazretleri bu ma‘nâları mütâlaa ettiklerinden dolayı o ilk mevcûd olan “halîfe”ye “ilk madde” ismini verdiler ve bu terimi koydular. Ve bu isimlendirme ve terim güzeldir. Ve bu isimlendirmelerinden dolayı onlara şer‘îat hükümlerine göre ve aklen hatâ isnâd edilemez. Ve tahkîk ehlinden ba‘zıları o “halîfe’ye “Arş” ta‘bîr ettiler. Ve “küllî rûh” olan o “halîfe”ye “Arş” ismini vermelerinin beyânı budur ki, bir sözde Arş âlemi ihâta edicidir; ve bir sözde de âlemin hepsidir. Ya’nî bir söze göre Arş, âlemi ihâta etmiş olan dokuzuncu felektir. Ve bir söze göre de âlemin tamâmıdır. Ve o Arş emir ve yasağın kaynağıdır.
Bilinsin ki, “Arş” kelimesinin bir takım sözlüksel ma’nâları vardır: “Taht,” “hânenin çatısı” ve “kıymet ve mākam” ve “kıvâm” ve “bir işin sıhhati” ve “bir şeyin kuvvetli tarafı” ve “yükseklik” ve “binâ” ma’nâlarına gelir. Tefsîr ve hadîs ehli Kur’ân ve hadîslerin ma’nâlarından “Arş” hakkında iki ma‘nâ çıkarmışlardır:
Bir söze göre Arş âlemi ihâta etmiştir. Ve onun hakîkatini ancak Hak Teâlâ bilir. Ve bu ma‘nâ “hânenin çatısı” sözlüksel ma’nâsına uygun olur. Ve diğer söze göre Arş, mutlak vücûdun bütün mertebeleri ile berâber şehâdet âleminin tamâmıdır. Ve bu ma‘nâ da “taht” sözlüksel ma‘nâsına uygun olur. Ve bunda birliktelik ma’nâsı vardır. Ve emir ve yasağın ulaştığı yer şehâdet âlemi olduğundan, bunların kaynağı şehâdet âlemini ihâta etmiş olan veyâhut mutlak vücûdun bütün mertebeleriyle berâber şehâdet âleminin tamâmı olan Arş’tır.
İşte kerem sâhibi tahkîk ehli hazretleri daha önce zikredilen bu ilk mevcûdu ve bu halîfeyi bu birliktelik ve ihâta yönünden Arş’a benzer buldular. Nitekim zikredilen bir söze göre Arş âlemi ihâta etmiştir; ve o Arş’ı dokuzuncu felek i’tibâr etmişlerdir. Ve felekler hakkındaki ayrıntılar eski ve yeni astronomiye göre İbrâhim Hakkı hazretlerinin Ma’rifetnâme’sinde ve Hz. Şeyh’in Fütûhât-ı Mekkiyye’lerinde beyân edilmiş olduğundan burada beyânı sözü uzatmak ve maksattan dışarı çıkmak demek olur.
Şimdi Hak Teâlâ hazretlerinin sübhân olan zâtı hakkında kendini överek buyurduğu “Er rahmânu alel arşistevâ” ya’nî “Rahmân Arş’ın üzerine istivâ etti” (Tâhâ, 20/5) sözüne dikkat etmez misin? Eğer mahlûklar içinde ondan daha büyük bir şey olsa idi, bu kendini övme olmaz idi. Ve bu sözünde seçkinlerin anlayacağı bir sır vardır: O da budur ki: Mutlak olan Zât kendi kemâlâtını açığa çıkarmak için kayıtlı ve kesîf vücûtlara istivâ edici olmuştur. Lâkin burada bizim işâret ettiğimiz bir sır vardır ki, o sırrın sâhibi ve mâliki ona vakıf olduğu zaman, o sırrın açılmasından oluşan zevk ile bizzat hakîkatini yaşayıcı olur.
O da budur ki, bu âyet-i kerîmede zikredilmiş olan Arş Rahmân’ın istivâ ettiğidir; ve o Arş sıfatın mahallidir, ya‘nî rahmâniyyet sıfatının tecellî mahallidir. Ve rahmâniyyet sıfatının Arş’ı “rubûbiyyet ya’nî rabblık”tır. Ve rubûbiyyet ya’nî rabblık mevcûtları gerektirir; çünkü rubûbiyyet ya’nî rabblık merbûb ya’nî rabbı olanı ister. Bundan dolayı rubûbiyyetin Arş’ı da kayıtlı vücûdlardır ki, onun ilk mertebesi “rûhlar mertebesi”dir. Ve rahmâniyyet isimlerin ve sıfatların hakîkatleri ile açığa çıkmaktan ibâret olup bütün Hakk’a âit mertebelere mahsûs olan bir isimdir. Halka âit mertebelerin onda payı yoktur. Ve ulûhiyyet ya’nî ilâhlık Hakk’a âit ve halka âit hükümleri toplamıştır. Bundan dolayı rahmâniyyet ulûhiyyetten daha özele dönük ve ulûhiyyet rahmâniyyetten daha genele dönük olur.
Ve “halîfe” hakîkati itibâriyle Rahmân isminin görünme yeri; ve hakîkat ve taayyünle, büyük âlem misâli “Allah” isminin görünme yeridir. Ve bizim isimlendirdiğimiz “halîfe” bu beyâna dayanarak bir “arş”tır; ve Allah (celle ve celâluhû) hazretlerinin istivâ edilmişidir. Bundan dolayı “halîfe”nin vücûdu Rahmân isminin görünme yeri olan “mecîd Arş” ile “Allah” isminin görünme yeri olan büyük âlemden ibâret olan iki Arş’ın arasıdır. Ya’nî “Allah” ve “Rahmân” arasıdır. Her ne kadar Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin “eyyen mâ ted’û fe lehül esmâül hüsnâ” ya’nî “Nasıl çağırırsanız hepsi O’nun Esma’ül-hüsnası ya’nî güzel isimleridir” (İsrâ, 17/110) âyet-i kerîmesinde işâret buyrulduğu üzere bir çok güzel isimleri var ise de, bu iki isim diğer isimlerin imâmıdır. Ve bizim zikrettiğimiz bu ma’nâda sırlar ehli indinde gizlilik yoktur.
Bu âyet-i kerîmede işâret buyrulan Arş’a Rahmân’ın nasıl istivâ edici olduğunu ta‘rîf eden bir delîl istersen, o delîl (Sav) Efendimiz’in “Muhakkak Allah Teâlâ Âdem’i kendi sûreti üzere hálk etti” yüce sözüdür. Çünkü “Rahmân” Hak Teâlâ’nın zâtî isimlerine ve ma’nevî sıfatlarına dönük olan bir isimdir. Ve onun zâtî isimleri “ahadiyyet” ve “vâhidiyyet” ve “samediyyet” ve “azamet” ve “kuddûsiyyet” ve benzeri olup ancak varlığı zorunlu zâtına mahsûstur. Ve ma’nevî sıfatları da “hayat,” “ilim,” “kudret,” “irâde,” “kelâm,” “sem’” ve “basar”dan ibâret olup bunlar hálk edilmişlik mertebelerinde gözükmektedir. Şimdi bu isim sebebiyle onun rahmeti Hakk’a dönük ve hálk edilmişlere dönük bütün mertebelere kapsam olur. Çünkü O’nun Hakk’a dönük mertebelerde açığa çıkışı sebebiyle hálk edilmişlere dönük mertebeler açığa çıktı. Bundan dolayı rahmet, rahmânî hazretten bütün mevcûtlar hakkında umûmi oldu. Ve bundan dolayı onun açığa çıkışı mevcûtlarda sirâyet etti. Ve kemâli âlemin parçalarının fertlerinden her bir parçasında ve ferdinde zâhir oldu.
Şimdi izâfî vücûdlar mutlak vücûdun tenezzüllerinden husûle gelmiş ve zâtında gizli olan ilâhî bağıntıların ve sıfatların hükümleri, gayrılık elbisesiyle açığa çıkan bu izâfî vücûdlar Arş’ını istilâ eylemiştir. Ve bu hükümlerin istîlâsı onun Arş’a istilâsıdır. Ve kayıtlı ve izâfî vücûdlara “mahlûk” ismi verilmiştir. Ve bu isim buna âriyet hükmüyledir; hakîkatte hepsi Hakk’ın vücûdudur. Yoksa ba’zı kimselerin zannettiği gibi mahlûkun vücûdu bağımsız olup duyma ve görme ilâhî sıfatlar onda âriyet değildir. Bu hal yukarıdaki şerhlerde îzâh edildiği üzere bir olan vücûdun latîflik ve kesîflik hükmüyle tecellîsidir. İzâfî vücûdların özü ve hulâsası “âdem ya’nî insan”dır. Bundan dolayı “âdem” Hakk’a dönük ve hálk edilmişlere dönük mertebelerin taşıdığı her şeyi taşıyıcıdır. Böyle olunca Hak Teâlâ hazretleri “Âdem”i kendi sûreti üzere hálk etmiş ve açığa çıkarmıştır. Ve bütün ilâhî vasıfların hükümleri ona istilâ eylediğinden o “Rahmân’ın Arş”ıdır. O, hakîkati ile zâtı taşıyıcıdır; ve ilâhî vasıfların da yüklenmişidir.
Ey insânî sûrette açığa çıkıp bizim bu sözlerimize ârif olan kimse! Kendi vücûduna ve işlerine dikkat edip tahakkuk edici ol! Ve ey bu ilâhî bilgiye vâkıf olan kimse, gayrılık gafletinden uyan! Ve ey nebevî ledünnî ilimlerin vârisi, bu ilâhî bilgi ni‘meti ile ni’metlenici ol! Bizim sözlerimiz Hakk’tan ulaşanlardır.
Ve Hak Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola irşâd eyler.