KİTÂBIN YAZIM SEBEBİ

Bu kitâbı yazma sebebimiz bu idi ki, sâlih bir şeyh olan Ebû Muhammed el-Mûrûrî’yi ziyâret ettiğim zaman onun indinde “Hakîm”in, Zü’l-karneyn için, onunla berâber yürümeye kudretinin olmadığı zamanda, tasnif ettiği Sırru’l-Esrâr kitabını buldum. Ebû Muhammed bana dedi ki: “Bu yazar bu dünyevî memleketin idâresine nazar etmiştir. Ve ben senden kendisinde saadetimiz bulunan ve ona tekabül eden insan memleketinin siyâsetini isterim.” Şimdi ben ona icâbet ettim. Ve hakîmin ona koyduğundan daha çok mülk idâresi ma‘nâlarını bu kitaba koydum. Ve onda “Hakîm”in büyük mülkün idâresi hakkında gaflet ettiği bir takım şeyleri de ortaya koydum. Ve onu Mûrûr şehrinde, dört günden daha az bir zaman içinde tamamladım. Ve kitabın büyüklüğü, bu kitabın büyüklüğünün çeyreği ve üçte biri kadar idi. Şimdi bu kitap mülklerin hizmetkârlarına onun hizmetinde; ve âhiret yolu sâhibine de onun kendi nefsinde menfaat bahşedicidir. Ve herkes kendi niyyeti ve kasdı üzerine haşrolur (Vallâhü’l-müste‘ân).

Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) bu kitabın yazım sebebini beyân ederek buyururlar ki: “Şeyh Ebû Muhammed el-Mûrûrî’yi ziyaret ettiğim zaman, onun nezdinde Sırru’l-Esrâr isminde bir kitap gördüm. “Mûrûr” “mîm”in ve ilk “râ”nın zammı ile Kuzey Afrika’da olan bir şehrin ismidir. Cenâb-ı Şeyh (ra) İspanya’dan oraya geçip seyahat buyurmuş ve o diyârın ehlullâhı ile sohbet eylemiştir. Hz. Şeyh-i Ekber (ra) bu Sırru’l-Esrâr kitabını yazan “Hakîm”in ismini zikretmemiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de kıssası beyân buyrulan İskender Zü’l-karneyn’in devrinde yaşayan bir zât olduğu ve bu kitabı yaşlılık zaafından dolayı onunla berâber seyâhate kudreti olmadığı vakitte, dâimâ nezdinde bulundurarak hükümet idâresinde içeriğinden istifâde etmesi niyetiyle Zü’l-karneyn için yazdığı anlaşılmaktadır. İhtimâl ki, bu kitabın bir nüshası Kuzey Afrika’da bulunan kütüphânelerin bir köşesinde mevcûttur. İçeriği dünyevî memleketin idâresine dâir olduğuna göre bir idâre hukûku kitabı demek olur.

Hz. Şeyh buyururlar ki: Ebû Muhammed bana hitâben şöyle dedi: Bu yazar, ya‘nî bu Zü’l-karneyn’in Hakîm’i, bu kitabında dünyevî memleketin tedbîrinden ve idâresinden bahsetmiştir. Ve ben senden bu kitaba karşılık olarak insânî memleketin siyâsetini isterim ki, bu siyâseti bilmekte bizim uhrevî saâdetimiz oluşur. Ya’nî dünyevî memlekette, nasıl ki hükümdâr ve onun vezîri vesâir idâreye bağlı olanlar varsa, bir memleket hükmünde olan insan vücûdundan da öylece bir hükümdar ve vezîri vesâir idâreye bağlı olanlar vardır. Bunlar nelerden ibârettir ve nasıl tasarruf ve idâre ederler? Bunları beyân et! Ben Ebû Muhammed’in bu talebini kabûl ettim. Ve Zü’l-karneyn’in Hakîm’inin o kitaba koymuş olduğu mülk idâresi ma‘nâlarından daha çoğunu ona karşılık olarak yazdığım bu kitaba koydum. Ve Zü’l-karneyn’in Hakîm’inin kendi kitabında büyük mülkün, ya’nî dünyevî memleketinin, idâresi hakkında gaflet ettiği bir takım husûsları da beyân ettim ve ortaya koydum. Ve bu kitabımı Mûrûr şehrinde dört günden daha az bir zaman içinde bitirdim. Ve Hakîm’in kitabının büyüklüğü, benim kitabımın büyüklüğünün yaklaşık çeyreği veyâ üçte biri kadar bir şey idi. Şimdi benim bu kitabımda dünyevî memleketin idâre tarzı bulunduğundan hükümdârların hizmetinde bulunan kimselerin işine yarar. Ve aynı şekilde onda insan vücûdunda, ilâhî düzen dâiresinde tasarruf ve idâre husûsları da bulunduğundan, âhiret yolu sâhiplerine, kendi nefislerinde istifâde sebebidir. Ve her bir kimse benim bu kitabımdan bir niyyetle istifâde eder. Ve her kişi kendi niyyeti ve kastı üzerine haşrolur. (Vallâhü’l-müsteân),

Allah Teâlâ senin basîretini nurlandırsın! Bilesin ki, Allah Teâlâ hazretlerinin, irâdesiyle ve tercihiyle, ilk tercih eylediği mevcût, tahkîk ehli anlayışında, rûhânî basît, ferd ve maddî olarak bir yer kaplamayan bir cevherdir. Ve diğerlerinin anlayışında yer kaplar. Onun mâhiyyeti hakkında, üzerine söz söylenecek olan şeyin gereği üzerine olan bahis bu kitabın ikinci bölümündedir. Ve eğer Hak Sübhânehû istese idi, ba’zı insanların “Birden ancak bir çıkar” sözünden ibâret olan iddiâsına muhâlif olarak, bir def’ada birden fazla mevcût vücûda getirir idi. Ve eğer böyle olsa, irâde kusurlu ve kudret noksan olur idi. Çünkü bir def’ada birden fazla eşyânın vücûdu kendiliğinden mümkündür ve imkânsız değildir. Ve mümkün kudretin bağlantı mahallidir. Şimdi eğer ilk mevcûdun vâhid ya’nî bir olduğu sâbit oldu ise, Hak Teâlâ tarafından tercîhdir. Bu halîfeyi, yazar ve hakîkatlerin ehilleri muhtelif ibâreler ile söyler ve ta’bîr eder. Onlardan her bir ibârenin bir ma‘nâsı vardır. Onlardan ba’zısı ona “imâm-ı mübîn” ta‘bîr eder. Ve onlardan ba’zıları ona “Arş” ta‘bîr eyler. Ve onlardan ba’zıları da ona “Hak aynası” ve buna benzer şeyler ta‘bîr eder. Şimdi biz onların, onun hakkındaki ta’bîrlerini ve Allah Teâlâ’nın ancak ona hîbe eylediği ve ona tahsîs ettiği, onun sıfatlarındaki i’tibârlardan zâhir olan şey gereği üzerine, bu ibâreler ile hangi ma’nânın ona hâs olduğunu zikrederiz.

Allah Teâlâ senin kalb ve rûh ve akıl gözünü ma‘rifet nûru ile nurlandırsın! Bilesin ki, Allah Teâlâ hazretlerinin irâdesi ve tercîhi ile ilk önce vücûda getirdiği mevcûd, tahkîk ehlinin anlayışına göre öyle bir cevherdir ki, onda terkîb yoktur, basîttir. Çünkü terkîb cisimlerin şânıdır. Ve kimyâ ilminde her ne kadar unsurlar “basît” ve “bileşik” olarak iki kısma ayrılmış ise de, bu kısımlandırma o bilim dalının bakış açısına göredir. Çünkü basît elementler de “ma‘nâ” ile “sûret”ten bileşiktir. Ve her birinin ma‘nâları kendilerine hâs olan vasıflardır. Örneğin basît olan hidrojenin vasıfları oksijene benzemez. Ve azotun vasıfları da bunlara benzemez. Diğer taraftan sonradan yapılan keşiflere göre elektron teorisi her bir basît elementin dahi bileşik birer madde olduğunu beyân etmektedir.

Bundan dolayı bu ilk cevherin basît oluşu bunlar gibi değildir; hakîki basîttir ve rûhânîdir, ya‘nî ma‘nevîdir. Çünkü ma‘nâda terkîb yoktur. Ve bu rûhânî basît cevher ikilikten pâk olan bir ferddir. Ve maddî olarak yer kaplamaz, ya‘nî fezâda belirli bir mahalli işgâl etmez. Nitekim insanın beyin hücreleri gâyet küçük olduğu halde onda sonsuzluğun ma‘nâsı ve diğer sonsuz durmaksızın devâm eden ma’nâlar vücûd bulur. Bu küçük hücrelere bu ma’nâların bağlanması onların maddî olarak yer kaplamamasından dolayıdır. Eğer yer kaplasa bu çok büyük ma’nâların o kadar küçük bir mahalde vücûd bulmaması lâzım gelir idi. İşte “rûh” hakkında tahkîk ehli âlimlerinin anlayışı budur. Fakat akıl dâiresinde mahsûr kalan âlimlerin ve filozofların anlayışında bu cevher maddî olarak yer kaplayıcıdır; ya‘nî fezâda bir mahal işgal eden türdendir. Onun mâhiyyeti hakkında ne gibi bir söz söylemek gerekirse bu kitabın ikinci bölümünde zikredilmiştir. Bu rûhânî basît cevherin ferd olarak vücûda getirilmesi hakkında ba’zı kimseler, ya‘nî filozoflar ve felsefeciler, “Birden ancak bir çıkar” düstûrunu sebep gösterirler. Oysa ulûhiyyet mertebesinde, ya’nî mutlak vücûdun vahdet ya’nî birlik mertebesinde, meşiyyet ya’nî üst irâde sâbittir. Ve diğer sıfatlar gibi bir sıfat olan irâde sâbit olunca, vücûda getirme emri’nde böyle bir düstûra tâbi’ olma mecbûriyyeti yoktur. Bundan dolayı Allah Teâlâ hazretleri istese idi, ilk önce böyle bir ferd cevheri vücûda getirmeyip, bir def’ada birden fazla mevcûdu vücûda getirir idi. Eğer filozof ve felsefecilerin zannettiği gibi olsa idi, Hak Teâlâ irâdesini icrâ etmede kusurlu ve âciz ve kudreti de noksan olur idi. Böyle olunca “Birden ancak bir çıkar” sözü vahdet ya’nî birlik mertebesi için doğru değildir. Belki bu söz bütün sıfatlardan ve bağıntılardan ve niteliklerden münezzeh olan ahadiyyet mertebesi için doğrudur. Nitekim Hz. Şeyh İbrâhîm Şettârî (ks) Ayîne-i Hakâyıknümâ risâlesinde şöyle buyurur: “Ne zamanki taayyünsüz zât taayyün sûreti ile açığa çıkar, onun ilk tenezzülüne ‘ilk taayyün’ ve ‘mutlak ilim’ ve ‘mutlak vücûd’ derler. Çünkü zâtın şuûru ve zâtın vicdânı, bu mertebede kayıtsız olarak bilinendir ve gayrılık, mutlaktır. Bu mertebe ikinci mertebenin tersinedir. Çünkü o mertebede zâtın ilmi ‘sâbit ayn’lar’ bilinen kaydı ile kayıtlıdır. Ve bu mertebeye ondan dolayı ‘hakîkî birlik’ derler ki, bu ‘ilk taayyün nefsi’nin ismidir. Bu mertebede sayma ve çokluk sayıları ve ferdler yoktur.”

İşte bu îzâhlardan anlaşılır ki, bu sözün, kendisinde irâde sâbit olan birlik mertebesi için söylenmesi irâdeye acz ve kudrete noksan isnâd edilmesini gerektirdiğinden Hz. Şeyh (ra) bu mertebe hakkında bu sözü tamâmıyla kaldırırlar. Zâten bir def’ada birden fazla eşyânın vücûdu kendiliğinden mümkündür ve imkânsız değildir. Ve mümkün olan bir şey de kudretin bağlanacağı bir şeydir. Böyle olduğuna şâhit bu âlemde bir çok örnekler vardır. Örneğin bir tas içine sabunlu su koyup üzerine sabunlanmış bez örtülüp gergin bir şekilde tutulsa ve kenarından üflense bir def’ada binlerce köpük peydâ olur. Bu ise bir asıldan bir üfleme ile bir def’ada birden fazla sûretlerin meydana çıkmasından başka bir şey değildir. Şimdi eğer ilk mevcûdun vâhid ya’nî bir olduğu sâbit oldu ise, bu birin sâbitliği husûsu ancak Hak Teâlâ hazretlerinin üst irâdesi ve tercihi ile olmuştur. Hak Teâlâ onu böyle dilemiştir. Bu halîfe hakkında gerek yazarın ve gerek diğer hakîkat ehlinin muhtelif ibâreler ile bir takım ta‘bîrleri vardır. Ve bu ta’birlerden her bir ibârenin de birer ma‘nâları vardır. O hakîkat ehlinden ba’zısı o halîfeye “imâm-ı mübîn” derler. Ve ba’zılar “Arş” ta‘bîr ederler. Ve ba’zıları da “Hak aynası” derler. Ve buna benzer diğer ta‘bîrleri kullanırlar. Bundan dolayı biz o hakîkat ehlinin o halîfe hakkındaki ta’bîrlerini ve Allah Teâlâ hazretlerinin ancak o halîfeye bahşettiği ve ona tahsîs ettiği bir takım sıfatlardaki i’tibârlardan zâhir olan şeylere bakıp bu ibâreler ile hangi ma’nânın ona tahsîs edilmiş olduğunu zikr ve beyân ederiz. Ya’nî o “halîfe”nin hangi sıfatına göre “imâm-ı mübîn” demişlerdir; ve hangi sıfatına göre “Arş” ta’bîrini kullanmışlardır? Bunları beyân ederiz.